Geçen gün bir röportajda söylemiştim. “Turgut Özakman’ın “Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır” sözünü çok severim.

Yazmayı çok sevdiğim için mi? yoksa sanatı çok sevdiğim için mi? bilmiyorum. Ama gerçekten sahne tozu diye bir şey var ve tiyatro seyircisi de o tozdan yutuyor. Son zamanlarda çok özel oyunlara gittim. Çoğu oyunda kendimi, hayatımı, başkalarının hayatını sorguladım.

YAN ROL

“ O kendi hikâyesinin kahramanı ve ben bu sefer onun hikâyesindeki yan rol olmayacağım!”

Merve Polat’ın tek kişilik sahnesiyle, bir saatlik süre içinde çok şeyi insanı sunuyorsun. Oyun, oyuncu olmak isteyen genç bir kızın kendi hayatındaki yerini bulmasını anlatıyor. Babasının küçük kızı, arkadaşlarının fedakar dostu, en çok da başkalarının hikayelerinin başrolü, ama kendi hikayesinin yan rolü olmuş bir genç kızdan bahsediyoruz.

Babasının kucağından inmek istemeyen o küçük kız çocuklarıyız. Büyüdüğümüz zaman en çok bunu özlüyoruz. Peki sonra? Bu gölgenin altında kalmak isterken kendimize ait unuttuğumuz bazı şeyler yok mu? Canan (Merve Polat) hayalleri olan, hedefleri olan, ama yolunda kimseyi kırıp dökmemek için kendini kırıp döken tatlı bir genç kız. Oyun öncesi Merve Polat’la samimi bir röportaj gerçekleştirdik. Ben de 28 yaşındayım, Canan da 28 yaşında. Merve “28 yaş Merve’nin hayatında da bir kırılma noktasıydı.” diyor.

Hepimizin hayatında o dönüm noktası dediğimiz bir yer var ya, kimi 28’inde kimi 18’inde, kimi 58’inde bunu fark ediyor. Ben Yan Rol oyunuyla birlikte şunu düşündüm “Acaba kimlerin hayatında başrolken, kendi hayatımın başrolü olamıyorum. Neyi kaçırıyorum. Başkalarının hayatı için yaptığım fedakarlıkları kendim için yapıyor muyum?”

İtiraf etmek gerekirse, birçoğumuzun kendi hayatında yan rol gibi hissettiği dönemler olmuştur. İşte öyle bir dönemdeyseniz, kesinlikle bu oyunu izlemenizi tavsiye ederim. Kaybolduğunuz labirentin içinde size yol gösterecek ve kendinizi bulmayı sağlayacağınız bir oyun.

Merve Polat’ın bir kadının “Kız çocuğu ve genç bir kadın olma”  yolunu bu kadar derin anlattığı tebrik ediyorum.

CIRCIR BÖCEKLERİ İTLER VE BİZ

“Senin yerinde olmak nasıl bir şey, hep merak etmişimdir.”

Aynı karından doğuyorsunuz, ama bambaşka bir yol çiziyorsunuz. Anneniz, babanız, doğduğunuz ev, çocukluğunuzu paylaştığınız oyunlar, yemek yediğiniz tencere aynı, ama ayağınıza batan dikenler, canınızı yakan etkenler çok farklı. Bu zıtlığı, “kardeş” deniyor.

Ben tek çocuğum, bu aynı karından doğma hadisesine tanık olamadım, ama çok yakın arkadaşlarım, kuzenlerim için kendim sorduğum bir sorudur “Onun yerinde olsam nasıl biri olurdum?” Mutlaka siz de kardeşiniz ya da çok sevdiğiniz biri için bu soruyu sormuşsunuzdur.

Cırcır Böcekleri İtler ve Biz, Sam Shepard tarafından yazılmış, birçok kez “True West” olarak sahnelenmiş bir oyun. Mert Öner’le sohbetimiz de “Bizim oyunumuz bir uyarlama değil, yeni bir okuma” diye tanımlıyor. Bence haklı, çünkü aynı şekilde kağıda geçmiş bile olsa oynayan oyuncunun hissettirdiği duygular her şeyi değiştirebilir.

Buğra Gülsoy ve Serhat Teoman iki kardeş, ama biri senaristken diğeri hırsız. Zıtlıklar dünyası burada devreye giriyor. Biri çok daha cesur ve kendi hayatının içinde özgürken diğeri kendi çizdiği sınırların içinde yaşıyor. Ama hangisi mutlu diye sormayın. Çünkü mutluluğun tanımı herkesin dünyasında başka bir yanıt buluyor.

Kardeş olmanın, başka hayatlar yaşarken onun hayatının içinde olma duygusunun merakını yaşamanın ve kendi hayatından kaçmak istemenin gelgitlerini yaşadım. Eğer bir kardeşiniz varsa, oyun bittikten sonra onu arayacağınızın garantisini verebilirim.

AŞIK SHAKESPEARE

“Aşkın hafif kanatlarıyla aştım bu duvarlar, çünkü taştan engeller aşkı durduramazlar. Aşkın girişip de başaramadığı ne var?”

Genç Will’in yıllardır okuyup, aşkına tanıklık ettiğimiz, kıskanıp, sonra da bu mutuz sona üzüldüğümüz, en büyük aşk hikayesi olan Romeo ve Juliet’in yazılma sürecine tanıklık ettiğimiz bir müzikal oyun.

O dönemlerde kadınların tiyatro yapması yasak, ama tiyatronun kanına girdiği bir insanın yasak tanımayacağını bilmiyorlar. Viola kendini kuzeninin adıyla, erkek kılığına girerek Shakespeare’in karşısına çıkıyor ve rolü alıyor.

Müzikal oyunu izlerken benim ilgimi çeken detaylardan biri de, kadınların, erkek kılığına girmesi oldu. Erkekleri oynatmak yerine, o dönemin acısını, çaresizliği bence kadın gücünü de yansıtmak için kadınlar erkek kılığına giriyor.

Müzikler, karmaşalar, ama aşk, gerçekten taştan engelleri aşabilecek güçte. Viola’nın Genç Will’e duyduğu aşkın önüne ne yasaklar, ne dadılar, ne krallar, ne kraliçeler geçemiyor. Oyunun dokunduğu tek yer kalbimiz de değil, kanayan yaramız olan her bir olayda önce sanatın ve tiyatronun kapanması, kadınların sanat üzerindeki gücünü keskin bir ifadeyle anlatıyor.

70 kişilik dev bir kadronun oluşumuyla, devasa bir salonda, üstün performans izledim. Her oyuncu kendi karakterinde devleşti. İlk kez Aşık Shakespeare sahneleniyor. Hepimizin hem izlerken hem okurken kalbinden kan damlaları bıraktığı mükemmel bir eser. Anlatmama gerek yoktur, ama bu oyun imkansız diye bir şey olmadığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

16. Yüzyılda hayatın şimdiki kolaylıkları, özgürlüğü olmadan önce cesaretin en önden yürüdüğü, duyguların ağır bastığı ve hissettiklerinin hep peşinden gitmenin verdiği mutluluğu görebilirsiniz. Ne yüzyıllar ne de sınırlar insanın içindeki aşka engel olamaz. Bu sadece kadın erkek ilişkisindeki bir aşk değil, aynı zamanda tiyatro aşkı, kendini iyi hissedebileceğin ne varsa, onu yapabilmenin aşkı…