Ekim 2016’da 23. Dünya Enerji Kongresi’nden yaklaşık 9 ay sonra 22. Dünya Petrol Kongresi de İstanbulu’da toplandı. Bu toplantılarda yüzlerce tebliğ, araştırma sonuçları tartışıldı. 9-13 Temmuz arasında gerçekleşen Petrol Kongresi’nde akademik tebliğlerden çok siyasi katılım ve öngörüler gündem oluşturdu.

Bu toplantının önemli tarafı 7-8 Temmuz’da Hamburg’da toplanan G-20 Zirvesi’nin ertesinde gerçekleşmesiydi. Hamburg Zirvesi’nde benzer konular gündeme gelmiş ve ABD başkanının agresif tavırları belirleyici olmuştur. 2015 Paris Çevre Anlaşması’nda uzlaşılan karbon sınırlamasına en büyük kirleticilerden ABD’nin karşı çıkması hayal kırıklığına yol açtı. Trump’ın seçim propagandasında belirtildiği gibi, çevre sözleşmelerinin ABD ekonomisine zarar verdiği iddiasıyla bu taahhütlerden vaz geçilerek kömür ve çelik sanayii teşvik edilecektir. ABD sermayesinin girdi maliyetlerinin düşük olduğu Çin, Meksika, hatta Kanada’ya yöneldiği, bu yüzden işsizliğin arttığı dikkate alındığında bu tür popülist söylemler kamuoyunda karşılık bulmaktadır. Ancak ABD’de son derece güçlü çevreci lobilerle hassasiyeti her geçen gün artan bir kamuoyu da vardır.

Belirtmek gerekir ki enerjiye olan talep her geçen gün artmaktadır. Gelişmiş ülke sanayilerini çeken yükselen güçlerin en büyük özelliği, güçlü sivil toplum kuruluşları ve sosyal devletin yetersizliği, çevreyi kirletme pahasına ucuz enerji, çalışanların sosyal haklarının zayıflığından dolayı işgücü maliyetlerinin düşük, böylece yatırımların cazip olmasıdır. Bu avantajlarıyla örneğin Çin hızla büyürken, toplam üretim alanında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak ABD’ye yaklaşmıştır. Her ne kadar rakamlar bazında ABD’nin gerisinde ise de Çin’den giden her gemi ABD’de bir şirketin iflası, çalışanların işini kaybetmesi anlamına gelmektedir. Trump bu anlamda halkının sosyal güvenlik sorunlarını pek umursamasa da bir şekilde kamuoyu desteğini arkasına almaktadır.

G20’deki bütün girişimlere karşı Turmp’ın restini çekerek atmosferi kirletmeyi sürdüreceğini ilan etmesi sadece dünya kamuoyunda değil kendi halkı tarafından da hoş karşılanmayan kabadayılık olarak görülmüştür. Türkiye açısından bakarsak, enerji tüketimi, sanayileşme düzeyi ve diğer refah kalemleri açısından ABD’nin gerisinde olsa da bir adım sonrasının hesaplanmadığı, kapıya dayanan felaketlerin yok sayıldığı bu politikaya hiçbir şekilde gıpta edilemez.

Sanayileşmenin başlangıcındaki enerji, kömürden üretilen elektriğe dayanmaktaydı. Halen birçok Avrupa ülkesi ile Çin’in enerji kaynaklarının önemli yüzdesini bu kalem oluşturmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de kömüre bağlı elektrik enerjisi, Avrupa ve dünya ortalamasının altındadır. Bununla beraber başta Avrupa olmak üzere dünyadaki yeni yatırımlar hızla temiz enerji dediğimiz rüzgâr, güneş, dalga, çöp gibi alanlara yönelmektedir. Bu bağlamda Karadeniz’in çılgın dalga enerjisini, henüz el değmemiş hidrosülfür hazinelerini yeniden hatırlayalım. İsveç’in enerji için kendisininki yanında başka ülkelerden çöp ihraç etmesi, böylece dünya çöpünü yok ederek elektirk üretmesini takdirle karşılanırken “biz niye yapmıyoruz?”u sormalıyız. Bu alanda yeni buluşlar ve seri üretimle temiz enerji yatırımları gittikçe ucuzlamakta ve güvenli hale gelmektedir. Türkiye’nin halen atıl rezervleri bulunduğu halde kömür ithal ederek elektrik üretmesi her yönüyle yanlıştır. Dışarıdan ucuza kömür ithal edilmesi demek, bu enerjinin daha ucuz olması anlamına gelmemelidir. Öte yandan zengin rezervlerin bulunduğu bölgelere milyarları yatırarak yeni termik santrallerin inşâsının asıl maliyeti, on yıllar boyunca kaybedilen insan sağlığı olacaktır. 

Mevcut termik santrallerin gelişmiş filtreleme ile çalışması zorunludur. Ancak lazım olan kömürün gerekirse birkaç katı maliyetle ülkemiz kaynaklarından karşılanması gerekmektedir. Unutmayalım ki dışarıya ödenen her bir doların ülkeye gerçek maliyeti en az iki, hatta üç katıdır. Öte yandan yer altındaki kömür servetini enerjiye çevirirken ucuzluk hesaplarında büyük hatalar sözkonusudur. Sadece santralin kuruluş maliyeti ile kömür hesabı son derece eksiktir. Türkiye’nin uzaya saldığı karbondioksit ise dünyanın saldığının yüzde biri kadardır (8/1000). O halde “ABD dahi bundan çekinmediği halde bizim halkımız neden bu ucuz enerjiden mahrum kalsın?” mantığı kesinlikle yanlıştır.

Belirtmek gerekir ki uzaya salınan her gram karbon türevi, sadece ülkemizi değil bütün dünyayı tehdit etmektedir. Ancak üretim tesislerinden salınım aşamasına gelmeden önce gerçekleşen kirlilik öncelikle kendi insanımızı, tarımsal üretimimizi, çevremizi, bir bütün olarak sosyal güvenlik sistemi ve bütçemizi tehdit etmektedir. Atmosferdeki birikim ile küresel ısınma sonraki aşamalardır. Gerek termik santralleri civarındaki yüzlerce kilometre çapındaki tarım alanları gerekse bu sektörde çalışanların sağlık sorunları hesaba katılmamaktadır. On yıllarca sürecek tahribatın maliyeti, kesinlikle bu ucuz zannedilen enerjiyi çok daha pahalı hale getirmektedir. Bu yüzden yükselen güç olarak Çin, insanının sosyal güvenliğine pek önem vermese de Paris Çevre Sözleşmesi’ne dört elle sarılmakta, büyüme sürecinin yavaşlaması riskini göze almaktadır.

Türkiye’nin nükleer santral yatırımları, bazı çekincelerle birlikte memnuniyetle karşılanmalıdır. Bu alanda teknoloji ve ekipmanı yetiştirecek düzeye gelmemiz gerekmektedir. Öte yandan belirtilen temiz enerji yatırımları çok daha yoğun teşvik ve desteklerle sürdürülmelidir. Nükleer santrallerle birlikte temiz enerji yatırımlarındaki artış uzun vadede ülkemizin artan enerji ihtiyacını karşılamaya yetecek belki de bir süre sonra artacaktır. Çünkü temiz enerji yatırımlarında sınır yoktur. Sonuç olarak tekrar belirtelim ki yeni termik santral inşasına ayrılacak milyarlarca dolar, kesinlikle çok daha temiz, garantili ve sağlıklı enerji yatırımlarına yönelmelidir. Trump’ın baştan sona yanlışlıklarına gıpta edilmemelidir. Büyük ihaleleri heyecanla bekleyenler ise mesela Karadeniz dalgalarını enerjiye çevirecek tribün üretimine kafa yormalıdır.