İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın en birinci, ihmâl edilemez, başkalarına havale edilemez farz-ayn olan, Hazreti Üstazımızın bizlere emanet ettiği, vazife, tedris dinî-İslâmî ilimlerin tahsili, ta’lim ve te’allümüdür. Diğer bütün hizmetler bu aslî maksad ve gâye için birer vasıtadırlar. 

Hazreti Üstazımız 1924’ten i’tibâren, ebediyyete irtihal ettikleri, 1959 yılına kadar zor ve imkânsız şartlara rağmen, bir an için ders okutmaktan fâriğ olmamıştır. İrtihalinden sonra, 1970’li yılların ortalarına kadar, İmam-ı Rabbânî Evladı’nın her şartta, savsaklanmaz, ertelenmez birinci vazife’leri, tedris idi. 1970’li yılların başında, yurt hizmeti (iaşe ve ibâte), üniversite’lerde okuyan talebe nisbeti, tedrisat sisteminde hizmet verilenlerin ancak, %1,2’si kadardı. 

1980’li yıllardan i’tibâren, Ortaöğretim ve Yükseköğretim için, yurt hizmetlerine ağırlık verilirken, bir taraftan da, Tedrisât Sisteminde, kız’ların sayılarının önemli ölçüde arttığı görülür. Hattâ, İslâm Tarihinde hiç görülmemiş bir şeklide, Kızlarımızın dinî tedrisatı için ehemmiyet verilmiştir. Asr-ı Saâdet’de ve ta’kip eden asırlar içinde, kızların dinî ilimleri tahsil, ta’lim ve te’allümü, umumiyetle mahrem’lerine bırakılmıştı. 

Denilebilinir ki, talep ve arz mes’elesi, bu ülke’nin nüfusunun yarısını kadınlarımız teşkil ettiğine göre, elbette, vâkî talep nisbetinde onlara hizmet arz’etmek boynumuzun borcuydu. Orta ve Yüksek öğretim’de yurt hizmetleri de aynı düşünce ile izah edilebilinir. Ne var ki, bu hizmetler, bizim aslî ve birincil derece’deki Tedris hizmetimizi akâmete uğratmamalıydı, uğratmamalıdır. 

Denilebilinir ki, Orta ve Yüksek öğretim yurt’larında, yalnız iaşe ve ibâte hizmeti verilmiyor; Ortaöğretimde, Zarûrât-ı diniyye başta olmak üzere, buralarda barındırılan talebe’ye, İslâm ahlâkı, İslâm edebi de veriliyor, talep’leri halinde kendilerine Kur’ân-ı Kerim öğretiliyor, hattâ, başlangıç olarak sarf nahiv de öğretiliyor. 

Yükseköğretimde, üniversite’lerden, herhangi birisinin programlarına devam eden talebe, ders Saat’lerinin haricinde kalan vakitlerinde, hafta sonu ve yaz ta’tillerinde, Tedrisata devam edenler var. Hattâ, aralarında tekâmülü bitirenlerin adedi de az değildir. 

Doğrudur, fakat, bu talebe, üniversite, önlisans veya lisans eğitimini tamamladığında bitirdiği programlara uygun bir meslek icra etmeye başlayacaklardır. Tedrisat sistemimizde ve hizmette kalan üniversite me’zunlarının adedi Ekall-ü kalîl’dir. Elbette, bu durum dahî fayda’dan muarrâ değildir; Dinî-İslâmî ilimlerden ba’zılarına vâkıf, avukat, mühendis, hekim ve başka mesleklerden ne güzel! Ama, bizim aslî hizmetimiz, vazgeçilmez vazifemiz bu değildir. 

Tedrisat Sistemindeki kız talebe bakımından da vaziyet pek farklı değildir. Farz edelim, ibtidâî ve tekâmül altı kurs’larından, tekâmüle 300-500, sayılar i’tibarîdir, daha çok, daha az olabilir; me’zûn olduklarında, her birisini, müderrise olarak, herhangi bir kursa gönderme şansına sahip değilsiniz. Bu takdirde, her yıl, 300-500, yine sayılar i’tibâridir, yeni kurs açmanız gerekir. Bu da mümkün olmadığına göre, ba’zılarını mevcud kız kurs’larına göndereceksiniz, ya da evlerine... İhtiyaç fazlası kadro sebebiyle, Anadolu’daki kurs’ların ba’zılarında mevcud talebe sayısı kadar hoca veya 4-5 talebe’ye bir hoca düşecek kadar kadro şişkinliği vardır. 

Kadrosuzluk sebebiyle evlerine gönderilenlere “bizden haber bekleyin, ihtiyaç hasıl olduğunda size haber vereceğiz,” deniliyor. Beklenen haber gelmeyince, hayatın gerçeklerine dönülüyor, evlenme yaşına bâliğ, kızlarımız, nişanlandırılıp-evlendiriliyorlar. Artık, bundan sonra, evlerinin-yuvalarının seyyidesi’dirler. Dinî-İslâmî ilimlerden ba’zılarına vâkıfe bir gelin, bir eş ve bir anne olarak hayatlarına devam edeceklerdir. 

Bütün bunlar elbette yapılması gereken çok faydalı hizmetlerdir; ancak, bizim aslî hizmetimiz, vazifemiz bambaşkadır. 

Ricâl-i Ma’neviyye tarafından hicrî, 13.Asr’ın ortalarından i’tibâren, Tecdîd, ihya, irşâd ve ihdâ vazifeleriyle birlikte, me’mur edildiği “TEDRÎS,” vazife’sini onun sünnetine uygun olarak yerine getirmektir. 

Hazreti Üstazımız ve onun sünnetini-yolunu ta’kib eden müderrisler, makam, mevki, şan-şöhret, madde-maaş beklemeden, geleceğini düşünmeden, ilim tahsili, ta’lîm ve teallüm için gece-gündüz mesâî harcarlardı. 

Müderris ve talebe, aslâ, idare, iaşe ve ibâte ile meşgul olmazlar, idare, resmî Kur’ân Kursu Muallimi, iaşe ve ibâte işleri, vakıf ve dernek mensupları tarafından yürütülürdü. Müderris ve tedrisat talebesi, asgarî’ye razı olurlar, lüks ve israf için, vakıf ve dernek mensuplarından talep’te bulunmazlardı. Tıpkı, Ashab-ı Suffe gibi, yemek için yaşamazlar, yaşamak için az ile iktifa ederlerdi. 

Cum’a günü hâriç, haftanın her günü, namaz vakitleri, sabah, öğle ve akşam yemekleri saatleri hariç, bütün gün ders ve müzâkere ile geçirirlerdi. Ders, Sabah namazından sonra, Sabah kahvaltısından hemen sonra başlar, öğle ezanı okununcaya kadar aralıksız devam ederdi. Öğle namazı, öğle yemeğinden hemen sonra başlayan ders, ikindi ezanına kadar devam ederdi. İkindiden sonra ve yatsıdan önce, topluca veya gruplar halinde, okunan ders’in müzâkeresi yapılırdı. 

Tekâmülaltı kurs’larında, sarf, Nahiv, Fesâhat ve Belâgat, İlm-i Kelâm ve İlm-i mantık ile alakalı metinler, Akâid ile alakalı metinler ve şerh’leri, Usûl-ü Fıkıh’tan en az, Hâfız’ud-dîn’i’n-Nesefî’nin Şerh-i Muhtasar’l-Menâr’ını, tahrir edebilecek-okutabilecek derecede okurlardı. 

Sıkı ve adil bir imtihanla Tekâmüle alınanlar, üç-dört aylık bir müddet zarfında okudukları ders’ler sür’atle tekrarlanır, formasyon verilerek me’zun edilirlerdi. Tekâmül müddetince yurt çapından gelen talepler kayda geçirilir, talepler istikametinde, her birisinin husûsiyetleri de dikkate alınarak, müderris, Kur’ân Kursu Muallimi, İmam-Hatip, müderris muavini olarak ta’yin ve tensip olunurlardı. 

“Ma’rifet İltifata Tâbi’dir,” denilmiştir; Tekâmül’e aldığınız, formasyon verdiğiniz, me’zun ettiğiniz bu talebe’nin her birine uygun kadro’nuz yoksa, ihtiyaç olmadığı halde, ya Tedrisat Sisteminde, ya da yurt hizmetlerinde vazife vereceksiniz veyâhut, “şimdilik evinize dönün, bizden haber bekleyin!” diyeceksiniz. Herhalde, âlimin, za’yi, ilmin za’yi ile karşı karşıyasınız, demektir. 

Azîz Kardeş’lerim. Bunlar birer tespit’dir; Aslâ kimseyi kınama, kimseyi tenkîd için yazmıyorum. Bu bir dertleşme ve sesli düşünmektir. Hizmetin içinde bulunan Kardeşlerimizin de düşündükleri ve fakat seslendiremedikleri fikirleri ve görüşleridir. 

En iyi’ler iyilerin düşmanıdır. Mükemmeller ise, en iyilerin düşmanıdır. Arzumuz odur ki, hizmetlerimiz hep mükemmel olsun, iyiler, en iyiler bizi tatmin etmemelidir. 

Burada, daha iyiye, daha mükemmele ulaşmak temennisiyle yazdıklarımızı birileri fitneye vesiyle kılmamalıdır. 

Hazreti Üstazımızın, “İmam-ı Rabbânî Evlâdı’ndan hiç birisinin kesip attığı kör tırnağını, dünya’lara değişmem,” buyurduğu, İmam-ı Rabbânî Evladı’ndan hiç birisini heba etme, feda etme lüksümüz yoktur. Fakat, hiç bir kimsenin de bu Nezîh Câmia arasına, fitne sokma, tefrika çıkarma hakkı yoktur, haddine de değildir. 

Âhirzamanda, kıyâmet alâmetlerinin en şiddetli fitne’lerinden birisi, şüphesiz, tefrika fitnesidir. 

“Allah’ın kudreti, nusreti ve zaferi cemaat üzerinedir.” “Cemaatte rahmet, tefrika’da azab vardır.” “Ayıran, tefrika yapan, bizden değildir.”

“Başınıza dikilen emîr, burnu halkalı köle bile olsa itaat ediniz,” buyrulmuştur. 

Müslümanlar ile Rumlar arasındaki muharebelerin başlangıcı olan, Mûte harbi için, Resûlullah salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin hazırladığı üç bin kişilik, İslâm Ordusu’na, âzad’lı Kölesi, Zeyd İbn-i Hârise’yi komutan olarak ta’yin etmişti. Seyfullah (Allah’ın Kılıcı), unvanlı, Hâlid İbn-i Velîd gibi, Kibâr-ı Ashab’dan pek çoğu, birer nefer olarak, Zeyd İbn-i Hârise itaat etmişlerdir. 

İslâm Tarihi boyunca görülmüş ve tecrübelerle sabit olmuştur ki, “Sevâd-ı Â’zam’dan,” ayrılanlar, asla muvaffak olamamışlardır, olamazlar. Allah’a kul, Resûlü’ne ümmet, Pîranımıza, Hazreti Üstazımıza lâyık olabilmemiz için, vahdetimizi, birlik ve beraberliğimizi muhafaza edip, hizmetlerimize vazifelerimize devam etmeliyiz!... 

“Himmete Tâlip olan, Hizmete Râğıp olur.”