Çapaklarını aldığım, törpülediklerimden bir insan daha yarattığım, heykeltıraş sabrıyla son ana kadar ne çıkacağını bilmediğim kaba insan suretini altın vuruş son çekiç darbesiyle ortaya salt, taze, katıksız bir insan çıkardığım için bir nevi tanrıyım ben de. Tüm heykeltıraşlar da kendince Tanrı değiller midir ki zaten? “Taşların Tanrısı”.

Balkondayım...
Esrik, yitik bir ses çok uzaklardan kulağıma süzülür. Beni alır, sürükler. Uzaklara, çok uzaklara.
Vivaldi... Dört mevsim. Tınısı, piyanoya her atılan darbe, yüreğimin ritmini düzenler. Bozulan ruhumun ayarları tekrar yapılanır.
Sol anahtarı koyulur başucuma. O anahtarla yüreğimin en derin kapısı aralanır. En sessiz odalar alevlenir anahtar sayesinde yüreğimin tüm odaları havalanır, nefes alır, durulur. Anahtarın ucuna takılan türlü anahtarlıkların çıngırağı kulaklarımı dinlendirir. Alırım elime, bir yanımda Vivaldi bir yanımda bitmeyen konçertolar, halay havasında boşlukta süzülürüz.

Balkondayım...
Yalnızım. Aslında değilim. Vivaldi var. Flütleri eşliğinde raks ediyorum. Kemancının başına çöreklenip, dikiyorum gözlerimi yaylarına, onunla beraber gidip geliyorum. Yüzyıl öncesi değil bahsettiğim, ya da bin yıl öncesi. Anı yaşarken, yaşamayan Vivaldi’nin yaşattıklarının yanında yaşlanıyorum. Böyle yaşlanmak istiyorum. Sol elimde müziğin o en ihtişamlı anahtarıyla bakir yüreklerin kilitlerini açmak istiyorum.
Balkondayım... Önümde biten erguvan, melisa ve zakkum çiçeklerinin arasına sarmalanan ilkbahar konçertosuyla içimin kıpırdayışı artıyor. Çiçekleri gözlerim kapalı içime çekiyorum. Elimi uzatıp dokunmaya, yapraklarını usulca soymaya çalışıyorum. Dört mevsimin ilkbaharını dinlerken. gözlerim kapalı bunu ne kadar becerebileceğimin muhakemesini yapıyorum. Oluyor. Tüm gözeneklerim klasik müzikle dolunca yüreğime söz geçirebildiğimi fark ediyorum. Daha iyi koku alıp, daha iyi görebiliyorum, kapalı da olsa gözlerim.
Bildik tanıdık bir ses beni uzaklardan tutup geri getiriyor balkona. Üşüyorum. İçim titriyor. Kışın yürek donduran soğuğu kapımda beliriveriyor. Balkonum buz. Kar tüm zemini kaplıyor. Lapa lapa yağıyor. Erguvanlar, melisalar, zakkumlar solup, koltuğum donuyor. O soğukta bile yüreğim kıpır, kıpır. Ne de olsa Vivaldi ^nin dört mevsimi yüreğimi kaplıyor. İçimde yanan gürül gürül odunların zevki sefasıyla kemancının kemanı ağlatışını dinliyorum, şömine başında. Çıtır çıtır yanıyor odunlar, kemancıya eşlik ediyor.
Tüm mevsimler onunla daha bir mana buluyor. Önümdeki tepeliğin ardından doğan güneşe gözlerim kamaşmadan bakıyorum. Hiç gözlerimi almıyor. Onun konçertolarındaki mevsimlerin şiddeti azalıyor. Farklı bir tılsımla melodiler kulaklarımı sarmalıyor. Çınlıyor, çınlıyor. Sessizliğin çığlığını bastırıyor. Beni alt ediyor. Güneşte kalmıştık. Tepeliğin ardından yükseldikçe kar usulca eriyor, çiçeklerim tekrar renkleniyor. Kokusu yaz esintisiyle ciğerlerimi kaplıyor. Sıcacık bir yaz ikindisinde elimdeki kahveyi yudumluyorum gözlerim kapalı. Bir kadın beliriyor piyanonun yanında. Oturmuş piyanistin sol yanına, tüm ihtişamı ve heybetiyle operasını söylüyor. Piyanistin tüylerini görebiliyorum. Diken diken. Komik ama öyle. Görüyorum işte. Onca şeyin arasında dikkatimi çeken piyanistin tüyleri oluyor. Ne kadar içinden hissetmiş olacak ki bu denli içten yaşıyor. Gözleri birbirine kitleniyor. Kadın bir yandan tenine dokunuyor, diğer yandan ağlamaklı gözlerini ondan kaçırmaya çalışıyor. Çekim gücünün yoğunluğu karşısında bir şey yapamıyor. Kenetlenmiş gözlerin arasına bir demet erguvan giriyor. Piyanist demeti alıp kadına uzatıyor. Kadın usulca alıp, nazik bir şekilde kokluyor, piyanonun üzerine bırakıp ardına bakmadan yanından uzaklaşıyor.

Balkondayım... Yalnızım.
Aslında değilim. Vivaldi’nin dört mevsimi dört yanımı sarmalarken esrik bir akşamüstünün batmaya yakın güneşine karşı elimde kahvemle sarı sıcağın gri kızıla dönüşünü seyrediyorum. Ve tabi ki dört mevsim dinliyorum alt katta çalan müzik kursundan gelen tınıları birleştirerek.

Sevda Kaçsın Çayınıza