KURBAN GELENEĞİ

İnsanoğlu bir felâkete mâruz kaldığında, bu felâketin, kendisinden daha büyük bir kuvvet tarafından gönderildiğini düşünmüş, sonra da bu felâketten korunmanın yollarını araştırmış olmalı… Bulduğu çârenin dua etmek ve kurban kesmek olduğu söylenebilir. Gerçekleşmesini istediği bir iş için de aynı yöntem geçerlidir. 

Türklerde inançla alâkalı düşüncelerin Şamanizm ekseninde geliştiği ve belli esaslara bağlandığı bilinmektedir. Şaman inancına göre insanların hayatlarını devam ettirebilmesi ruhların elindedir. Ruhlar ise iki türlüdür. Birincisi gökyüzünde bulunan ve ‘ülgen’ ismi verilen, iyilik gönderen ruh… Ki bu ruh daha sonraları ‘Gök Tengri’ olarak anılacaktır. İkincisi ise yer altında bulunan, kötülüklerin kaynağı ‘erlik’tir. 

İnsanoğlu, bilmediklerini kendilerine göre değerlendirme temâyülündedir. Kendisine güzel sözler söyleyenlere, hediyeler verene iyilik yapmaya gayret eder, bu şekilde hareket edenlere kötülük etmek gibi bir düşünceye aklında yer vermez. Kendinden güçlü varlıkların da böyle olduğunu düşünür. 

Güzel söz’ kavramının, zaman içerisinde ‘dua’ya, ‘hediye’ kelimesinin de ‘kurban’ anlayışına dönüşmüş olması, mantığa uygun bir gelişmedir. Şaman inancının uygulayıcıları olan ve ‘kam’ veya ‘baksı’ adı verilen kişilerin yaptığı da budur. Kam, dualarında tanrıdan kendisini duymasını ve ev sâhibine yardım etmesini, ailede kimsenin hasta olmamasını, hayvanlarının ölmemesini, mal ve mülküne zarar gelmemesini, sofralarında ekmeğin eksilmemesini isterdi. Bazı bölgelerde, baksılar bu istekleri müzik eşliğinde seslendirirlerdi. 

Bütün inanç kültürlerinde ‘kurban’ uygulaması vardı. Tapınılan veya korkulan tabiatüstü güçlere şükran duygularını ifâde etmek, iyiliklerin devamını istemek veya kötülüklerinden korunmak maksadıyla onlara armağanlar varlıklar sunulurdu. Armağan olarak kurban sunan kişi bu şekilde tabiat üstü güçle irtibata geçeceğine, onun iyiliğine mazhar olacağına ve ondan gelecek kötülüklerden korunacağına inanırdı.  İlkel toplumlarda, iyiliklere kavuşmak, kötülüklerden korunmak maksadıyla insan dâhil, her şey kurban edilirdi. Hemen belirtilmeli ki, hiçbir kaynakta, Türklerin insan kurban ettiklerine ait bilgiye rastlanılmamıştır. 

Türklerde kurbanlar, kanlı ve kansız olarak iki çeşittir. Kanlı kurbanlar; at, geyik, sığır, koç-koyun ve benzeri hayvanlardır. Gök ve gök gibi mukaddes kabul edilen ruhlar için kesilen kurbanların kanının yere akıtılmamasına çok dikkat edilirdi. Kurbanın eti yenilmez, ateşte yakılırdı. Çünkü ateşin de beslenme ihtiyacı vardı. Kurban verilmesi suretiyle ateşten gelebilecek kötülüklerden korunulacağı düşünülmekteydi. 

Kansız kurbanlar için ‘saçı’ ve ‘ıduk’ vardı. Saçı: Hayvanlardan elde edilen süt, kımız ve yağ gibi yiyecek maddelerinin törene katılanlara ikram edilmesi şeklinde uygulanırdı. Süt, en çok kullanılan malzemeydi. Gökyüzünün üst özelliklerini, beyazlığı, bolluğu, doğruluğu, temizliği ve saflığı temsil ederdi. 

Saçı törenleri; doğumda, evlenmede, yeni bir ev yapılmasında, misâfir geldiğinde, ölümlerde, ordunun zaferlerinde ve çeşitli vesilelerle tekrarlanırdı. 

Iduk, ruhlara bağışlanarak başıboş salıverilen hayvanlardır. Bu hayvana vurulmaz, sütü sağılmaz, yünü kırkılmaz, şâyet ıduk, at ise üzerine binilmez, arabaya koşulmazdı. Iduk hayvanları Doğumundan itibâren salıverileceği zamana kadar itina ile beslenirdi.    

Bilindiği gibi Mûsevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık; ‘İbrâhimî dinler’ olarak anılır. Bunların ilk ikisi, tahrifata uğramamış Müslümanlık’tır.  Hazret-i İbrâhim döneminde Kurban uygulaması disiplin altına alınmış, insan kurban edilmesi men edilmiştir. 

Musevîlikte kurban uygulaması, Mûsa şeriatında uygun görülen hayvanları boğazlamak suretiyle gerçekleştiriliyordu. Buna ‘kanlı kurban’ deniliyordu. Günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak uygulanıyordu. Her birinde, kuzu, dana sığır gibi farklı hayvanlar kurban ediliyordu. Türklerde olduğu gibi Musevîlikte de kansız kurban geleneği vardır.  

Diğer dinlerden farklı olarak Musevîlikte, tarladan ilk çıkan mahsul de kurban edilir. 

İncil’de İsa aleyhisselâmın katıldığı kurban merasimleri anlatılır. Hıristiyanlığın sonradan aldığı şekil olarak, kurban ibâdeti İsa aleyhisselâmın şahsında sembolize edilerek kaldırılmıştır. Hıristiyanlar kurban kesmezler. Matta İncilindeki; ‘İsa’nın kanı, birçoklarının bağışlanması için döküldü.’ Şeklindeki ifâde sebebiyle Hz. İsa, insanlığı günahtan kurtaran bir kurban olarak kabul edilir. İsa’nın hac üzerindeki ölümü yeterli ve diğer kurban sunma fiilleri lüzumsuz görülür. 

***

Kurban, Arapça yakınlık demektir. İslâm dünyasındaki kurban ibâdetinin menşei İbrahim aleyhisselâma kadar uzanıyor. Mukaddes kitaplarda geçen mâlûm hikâyedir: Çocuğu olmayan yaşlı İbrahim aleyhisselâm, bir oğlu olursa, en sevdiği varlığı Allah yolunda kurban edeceğine dâir söz veriyor.  Allah da ona bir oğul veriyor. Yıllar sonra Hz. İbrâhim vaadini hazırlıyor. Yerine getirmek için düşünüyor. En sevdiği varlığı, oğlu İsmail Aleyhisselam’dır.  Onu kurban etmesi gerekmektedir. Meseleyi oğluna açtığında; ‘Vaadini yerine getirmesini, kendisinin inşallah sabredenlerden olacağını’ söylüyor.  Cenâb-ı Allah, vaadini yerine getirmekte kararlı olduğu için Hz. İbrahim’i, sabredenlerden olduğu için de Hz. İsmail’i mükâfatlandırıyor: Güzel bir koç gönderiyor. Kurban olarak o kesiliyor. 

***

İslâmiyet’te ‘kurban’ denilince, aksine bir kayıt bulunmadığı sürece, kurban bayramında kesilen kurban ve bunun hükmü anlaşılır. Kurban kesmenin fıkhî açıdan değerlendirilmesi hususunda fakihler arasında görüş farklılıkları vardır. Dinen aranan şartları taşıyan kimselerin kurban kesmeleri Hanefî mezhebinde ağırlıklı görüşe ve bazı müctehid imamlara göre vâcip*, fakihlerin çoğunluğuna göre müekked sünnettir.*

Sünnet olduğunu ileri sürenler, Kur'an'da bu konuda açık bir emrin bulunmayışından, Hz. Peygamber'in devamlı yapmış olmasının kurbanın sünnet olmasıyla da açıklanabileceği noktasından hareket ederler. Kurban bayramında kesilen kurbandan ayrı olarak yine ibâdet niyetiyle kesilen başka kurban çeşitleri de vardır.

vâcip: Mükelleften yapılması kesin ve bağlayıcı tarzda istenilen fiildir. Vâcibin farzdan farkı: Farzı terk edenler, günaha girmiş olurlar. Vâcibi terk edenler, sevabından mahrum kalırlar. 

Müekked sünnet:Kuvvetli sünnet veya Sünnet-i müekkede’ olarak da anılır. Hz. Muhammed’in sıklıkla yaptığı, mutlak bağlayıcılığı olmadığını belirtmek için nâdiren terkettiği; farz ve vâcip olmayan amelleridir. Gayri müekked sünnet ise, bazen yapıp sıklıkla terk ettiği fillerdir.  ‘Sünnet-i Gayr-i Müekkede’ olarak da anılır.  

30 AĞOSTAS ZAFER BAYRAMI

Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun işgalci güçlere son ve kesin darbeyi vurmasını sağlamak ve Anadolu'dan atmak için düşünülüp planlanan gizli bir harekât idi. Büyük Millet Meclisi'nin 20 Temmuz 1922'deki oturumunda kendisine dördüncü defa olmak üzere Başkomutanlık yetkisi verilen Mustafa Kemal Paşa taarruz kararını Haziran ayında almış ve hazırlıkları gizli olarak yürütmüştü. Büyük Taarruz Ağustos'un 26'sını 27'sine bağlayan gece Afyon'da başlamış, Aslıhan civarında kuşatılan düşman birliklerinin Mustafa Kemal Paşa'nın bizzat idare ettiği Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde imha edilmesi ve Türk ordusunun zaferiyle neticelenmişti.

Mustafa Kemal Paşa’nın başkomutanlığında yapıldığı için ‘Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ adıyla da bilinen Büyük Taarruz'un başarıya ulşmasından  sonra Yunan Orduları İzmir'e kadar tâkip edilmiş; 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk defa 1924 yılında Afyon'da Başkumandan Zaferi adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye'de 1926'dan itibaren Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa’nın İfâdeleriyle 30 Ağustos Zafer Bayramı

Bilmeyen kalmamıştır ki: milletimiz, hâkimiyetini eline aldığı gün, en derin uçurumun kıyısında idi. Bütün güçleri yıpranmış, bütün savunma araçları elinden alınmış, mukaddes varlıkları hücuma uğramış, pek acıklı bir durumda idi. Bütün bunları hiçe sayarak varlığını ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararını başarıya ulaştırabilmek için kendine bir toplu davranış, bir belirli gaye seçmesi gerekiyordu. Milletin bütün varlığı ile, bütün inancıyla, canını dişine takarak o yolda birlikte yürümesi ve er geç başarıya ulaşması gerekti. İşte baylar o hedef bu yerdi, burasıydı. Umulan ve istenen başarı, işte burada kazanılan zaferdi.

30 Ağustos Zaferi, Türk Târihi'nin en önemli dönüm noktasıdır. Yeni Türk Devleti'nin, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır.

Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgiyle insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce hürriyetinin en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O'nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.

Zafer, ‘Zafer benimdir’ diyebilenindir. Başarı ise, ‘Başaracağım’ diye başlayarak sonunda ‘Başardım’ diyebilenindir.

Memleketimizi esir etmek isteyen düşmanları behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır.

Biz Türkler târih boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz.

Milletimiz, davranışlarında ve gayretlerinde sarsılmaz bir bütünlük gösterdiği için başarılı olmuştur.

ENVER PAŞA, 04 AĞUSTOS 1922 TÂRİHİNDE ŞEHİT OLDU.

Türkistan Cumhuriyetleri’nde ve sürgün yıllarında büyük bir bölümü Özbekistan’da yaşadıkları için Kırım Türkleri arasında, Enver adı çok yaygındır. Bu durumun sebebi, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde adından sıkça söz edilen Enver Paşa’nın Türkistan Sevdâsı’dır. Enver Paşa, bu sevdâ ile, başta Azerbaycan olmak üzere, Türk Cumhuriyetleri’ndeki soydaşlarımızın sevgilisi olacak şekilde çalışmıştır. 

Enver Bey, Osmanlı Sarayı’nın dâmâdı ve geleceği parlak bir askerdi.  Politik hatâları ve frenleyemediği ihtirasları bir kenara bırakılabilecek olursa, şuurlu her Türk subayı gibi, katıksız bir vatanperverdi.

1881 yılında İstanbul’da doğdu. 1894’te Manastır Askerî Rüştiyesi’ni, 1899’da Mekteb-i Harbiye’yi, 1902’de Kurmay Okulu’nu bitirdi. Kurmay Yüzbaşı olarak merkezi Selânik’te bulunan 3. Ordu’ya tâyin edildi. Makedonya’da Balkan komitacıları ve eşkıyalarının zararlı çalışmalarının önlenmesi için görevlendirildi. Bu görevinde başarılı oldu. O târihlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti, Selânik’te gizli olarak faaliyet gösteriyordu. Enver Bey, bulunduğu noktada kalmayı düşünmeyen hareketli bir insandı. Asker olmasına rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Beraberindeki pek çok subayın da üye olmasına öncülük etti. Zaman içerisinde de cemiyetin önde gelen liderlerinden biri durumuna geldi. Sultan İkinci Abdülhâmid  Han’ın tahttan indirilmesi maksadıyla çıkartılan karışıklıklarda aktif rol oynadı. 

O târihte, İngiltere Kralı ile Rus Çarı, bir araya geldikleri toplantıda, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını  sağlayacak çalışmalar içerisinde bulunma konusunda görüş birliğine varmışlardı. Saray, bu  bilgileri ciddiye almadı. İttihatçılar, Saray’dan tepki gelmemesi üzerine Makedonya’da bir miting düzenlediler, alındığı söylenen kararı protesto ettiler. Bu hareketin öncüsü Enver Bey idi.  O ve arkadaşları, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önlemek için tek çârenin, yeniden ilân edilecek Meşrutiyet Yönetimi tarafından bulunabileceğine inanıyorlardı. Bu görüşle, 23 Temmuz 1908’de Makedonya’da Meşrutiyet’i ilân ettiler.  Aynı gün, İstanbul’da Sultan İkinci Abdülhâmid Han da Meşrutiyet’i ilân etti.  Bunun üzerine Enver Bey, İstanbul’a geldi. Kahraman gibi karşılandı. Saray, kendisini Makedonya Müfettişliği’ne tâyin etti. Daha sonra da 1909 yılında Berlin’e askerî ateşe olarak gönderildi. Burada, koyu bir Alman dostu oldu. 31 Mart olayı sebebiyle tekrar İstanbul’a geldi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuvvetlenmesi için çalıştı.

1911’de, İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması üzerine,   gönüllü olarak Trablusgarb Savaşı’na katıldı. İttihatçı Mahmut  Şevket Paşa başkanlığında hükümet kurulduğunda, Enver Bey, albaylığa terfi ettirildi. İstanbul’a gelmişti. Şehzâde Süleyman Efendi’nin kızı, Pâdişah Sultan Mehmet Reşat Han’ın yeğeni Naciye Sultan ile evlenerek saraya dâmât oldu. Enver Bey, İttihatçılar tarafından, Pâdişahın bilgisi dışında paşalığa terfi ettirildi. Aynı oldu bitti ile Harbiye Nâzırlığı’na getirildi. Enver Paşa’nın yükselme hırsı devam ediyordu. Ordudan üst rütbeli 1200 subayı, emekliye sevk edip, orduyu gençleştirdi. Kendisini devlet idaresinde daha etkili ve yetkili yapacak adamlardan oluşan bir kadro oluşturdu.  İşte bu kadro ve Paşa’nın Alman hayranlığı, Osmanlı Devleti’ni sebepsiz yere, Birinci Dünya Savaşı’na soktu.  Ayrıca, komuta görevini üstlenerek Sarıkamış’ta bir askerî harekât düzenledi.  Harekât, bozgunla sonuçlandı ve 70.000’e yakın vatan evlâdı şehit oldu. 

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanınca, diğer ittihatçılar gibi Enver Paşa da ülkeyi terk etti. Önce Odesa’ya, sonra Berlin’e ve oradan Moskova’ya geçti. 

Türkistan Seferi Ve Turancı Enver Paşa            

Enver Paşa, Moskova’dan aldığı izinle, Batum’da, İkinci İslâm Konferansı’nı topladı. 1921 sonbaharında Türkistan’a geçti. Buhara’da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği  (SSCB)’nin komünist rejimine karşı ayaklanan ve Basmacılar  denilen hürriyet ve bağımsızlık taraftarı vatansever grupları teşkilâtlandırarak komutanlığını üstlendi.  Buhara ve Fergana bölgesinde SSCB kuvvetleri ile savaştı. Karşılaştığı her askerî birliği yenerek bölgede denetimi eline aldı. 1922 yılı başlarında Moskova’ya bir nota göndererek kurduğu hükümetin tanınmasını istedi. Moskova, cevap olarak Enver Paşa’ya Kızıl Ordu’yu gönderdi. Kızıl Ordu çok güçlüydü. Girdiği her yeri kontrolü altına aldı. 

Paşa, Kızıl Ordu ile çarpışırken, günümüzde Tacikistan sınırları içerisinde bulunan Belh-i Cevan şehrinde, 41 yaşında iken  şehid oldu. Cenaze namazına yüz binlerce Türk katıldı. Musalla taşındaki tabutunun ayak kısmını öpebilenler, kesilen sakalından bir küçücük tel alabilenler... kendilerini dünyanın en mutlu ve en zengin insanı sayıyorlardı.

Türkistan Türklerinin efsâne kahramanı  Enver Paşa’nın ölümü ile hürriyet mücâdelesi  yavaşladı fakat sona ermedi.  Basmacılar, Paşa’ları gelmeden önceki gerillâ savaşlarını devam ettirdiler. Yâveri İbrahim Bey,  Paşa’sının intikamını almak için en şiddetli çete savaşlarını yönetiyordu. Kızıl Ordu’ya büyük kayıplar verdirdi.  Tam on iki yıl,  Paşa’sının ulaşamadığı zaferi aradı.  Sonunda esir düştü, işkence ile  şehit edildi.  

Türk Cumhuriyetleri’nde yaşayan Türklerin gönlündeki vatan sevgisini pekiştiren âmillerden biri  Enver Paşa ,  diğeri İbrahim Bey’dir. 

Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet’in Anlatımıyla Enver Paşa

1915'in ilk günleri idi. Sarıkamış'tan dönen başkumandan vekilimiz Enver Paşa'yı Haydarpaşa garında karşılayan kurmay subaylar arasında ben de vardım. Hepimizin başı önümüze eğik, Üçüncü Ordu'nun felâketi karşısında gözlerimiz yaşlı idi. Gardaki Alman subaylarının bile çehrelerinde hüzün okunuyordu. Başkumandanımızın ne kadar üzgün olacağını düşününce teessürümüz artıyordu. Özel tren durdu. Yaverler indi. Enver Paşa basamaklardan atladı. Hepimiz selâm durduk. Selâmımızı aldı. 34 yaşında idi. Bıyıkları dimdikti. Yüzünde en küçük bir hüzün çizgisi yoktu. Adetâ şendi. Gülümseyerek ellerimizi de sıktı. Zafer kazanmış bir başkumandan ancak bu derecede rahat olabilirdi. Bütün arkadaşlarım şaşkındı. Özel vapurla karşıya geçtik. Otomobillere binip Beyazıt'ta Harbiye Nezâreti'ne geldik...