02 KASIM 1943: KARAÇAY – MALKAR TÜRKLERİNİN SÜRGÜNÜ

Karaçay ve ‘Balkarlar’ olarak da anılan Malkarlar,  Kuzey Kafkasya’da yaşamış bir Türk kabilesidir. Yaşadıkları bölgeye nereden geldikleri hakkında muhtelif görüşler vardır. Genel kabul görmüş görüşe göre onlar; bir kısmının Musevî olduğu iddia edilen Hazar Türklerinden Sünni Müslüman olanların bakiyesidir. Rusya’daki Komünist rejimle mücâdele içerisinde olmuşlardır. 

Lenin’in ‘milletlere hürriyet, devletlere bağımsızlık’ vaadine kanarak Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti içerisinde yer aldılar. Komünist rejim yerleştikten sonra Karaçay Eyâleti kuruldu ve Moskova’nın idâresine bağlandı. Karaçay Malkar Türkleri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ni meydana getiren diğer milletler gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Moskova yönetiminin askerlik emri gereğince ve mecbûren nüfusları oranında asker gönderdiler. Buna rağmen Karaçay Malkarların, Almanlarla işbirliği yaptığı iftirasına mâruz kaldılar. Türk geleneklerine bağlı, iyi binici ve savaşçı olan Karaçaylar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ata yurtlarından çıkarılarak Sibirya’ya sürgüne gönderilen ilk topluluk oldu. Sürgünler, Kırım Türkleri, Kalmuklar, Ahıskalı Türklerle, Çeçen, İnguş, Müslüman Osetler ve Dağıstan’daki Avar Türkleriyle devam etti. Osetya’da, Müslümanlarla bir arada yaşayan Hıristiyan Osetlere ilişilmedi.  

Karaçaylar sürgüne gönderilince boşalan ev ve arazilere Ruslar yerleştirildi, Karaçayların özerk yönetimi lağvedildi. Karaçay-Malkar toprakları ikiye bölündü ve bir kısmı Stalin’in anavatanı olan Gürcistan’a, diğer kısmı Rusya Federasyonu’nun Stavropol Eyâleti’ne dâhil edildi. Hemen ardından, Karaçay’ın verimli topraklarına Gürcüler yerleştirildi. 

Komünistler, sürgün kararını o kadar mükemmel tatbik ettiler ki, Türklerden veya Türklerle aynı kültürü yaşayan insanlardan bir kişi bile sürgünden kurtulamamıştır. Sürgün sırasında cephede bulunan ve savaşanlar bile çağrılarak sürgün trenlerine çuval istif eder gibi doldurularak gönderilmiştir.  

Stalin’in ölümünden sonra, soykırım gibi tatbik edilen sürgün cezâsına mesnet teşkil eden ‘ihânet’ ithamının kaldırılmasına rağmen, sürgüne gönderilen Karaçay-Malkar Türklerinin geri dönüşüne, yıllarca izin verilmedi. 

1939 yılında 119.000 kişi olan Karaçaylardan, 10.000 kişi, altı aylık işgal sırasında ebediyete intikal etmiştir. 

Karaçaylar, 1957 yılında Nikita Krusçev iktidarının çıkardığı af kanunundan faydalanarak eski topraklarına geri döndüler. Günümüzde, eski cumhuriyet ortakları Çerkezlerle, Çerkez-Karaçay Muhtar Cumhuriyeti’nde bir arada yaşıyorlar. Fakat o günden beri Ruslaştırma politikasının ağır baskısı altında çile çekiyorlar. Nüfus çoğunluğu, yerleştirme politikaları ile Ruslar lehine çevrilmiş, Karaçay Malkar Türkleri, azınlık konumuna düşürülmüştür. Günümüzde, Çeçenistan ve Kalmukistan hâriç, Rusya Federasyonu’na bağlı muhtar cumhuriyetlerin tamamında, Rus nüfusu, bölgenin eski sâhipleri olan yerli halktan daha fazladır. Karaçaylılar -daha doğru bir ifâde ile- Karaçay-Malkar halkı, günümüzde ata yurtları Kafkasya’da ve bunun dışında savaşlar ve sürgünler sebebiyle dağıldıkları pek çok ülkede, Türkiye’de, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Suriye ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamaktadır. 

14 KASIM 1944: AHISKALI TÜRKLERİN SÜRGÜNÜ

Stalin liderliğindeki Sovyetler Birliği, 14 Kasım 1944'te Gürcistan’ın Ahıska bölgesinde yaşayan onbinlerce Ahıskalı Türk’ü ‘sınır güvenliğini tehdit ettikleri’ gerekçesiyle sürgün etti. Trenlere bindirilen ve günlerce yolculuk eden Ahıskalı Türkler Sovyet topraklarında dört bir tarafa dağıtıldı.

ABD, Türkiye, Rusya, Kırgızistan, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Ukrayna, Kıbrıs ve Gürcistan’da yaşayan Ahıskalı Türklerin problemleri 70 yılda çözülemedi.

Sürgün mağduru Ahıskalı Türklerden Aslı İskanderova anlatıyor:

Beylikdüzü’nde oturan 85 yaşındaki İskanderova’nın hayatı Ahıska Türklerinin yaşadıklarının bir özeti.  Bir kızı, iki oğlu İstanbul’da, bir kızı, bir oğlu ABD'de, bir oğlu Rusya’da, bir kızı ise Kuzey Kafkasya’da yaşıyor. 26 torunu, torunlarının da toplam 31 çocuğu var. 

İskanderova, Ahıska'nın Sağan Köyü’nde doğdu. Annesi hamileyken, babası vefa etti. Annesi başka biriyle evlendi. Üç kardeşi İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'ya karşı savaşmak üzere cepheye gitti. 1944’te binlerce Ahıska Türkü için zor bir dönem başladı.

İskanderova o sırada 15 yaşında, 7. sınıf öğrencisiydi. Üvey babası, annesi, gelinleri, iki küçük kızkardeşiyle yaşıyorlardı. Ekim ayında köylerine Kızıl Ordu'nun bir birliği geldi. Birlikten bazıları iki katlı evlerinin üst katına yerleşti.

Bir gün üst katlarında kalan bir askerin ağladığını gördü. Sebebini sorduğunda; Kızımın gönderdiği mektubu okudum da…’ dediğini anlatıyor ve bir sır veriyor: ‘anne ve babana söyle, hazırlık yapsınlar, sizi buradan sürecekler’ 

İskanderova şöyle devam etti:

Gidip anneme söyledim. 'Savaştır, olabilir’ diyerek, kalktı ekmek pişirdi, hazırlık yaptı. Babam geldi, ona da söyledik. Pek inanmadı. ‘Bu kadar insanı nereye sürecekler’ dedi.

Babasının inanmadığı sürgün 14 Kasım günü gerçekleşti. Askerler Türklerden köyü boşaltmalarını istedi. 

‘Yağmur vardı. Akşamüstü örtük arabalar geldi. Evi boşaltmamız için bize beş dakika zaman tanıdılar. Daha sürgün edilmeden Gürcüler de köye geldi. Evlerimizi talan ettiler, eşyalarımızı aldılar. Babamız ‘Peynirsiz yapamam, biraz peynir alın’ dedi. Gittim, ambardan bir teneke peynir getirdim. Bir asker aldı, bayır aşağı yuvarladı. Yanımıza bir iki yorgan alabildik sadece. Ambarımızda, dolu dolu peynir tenekelerimiz, atımız, arabamız, mallarımız vardı. Her şeyimizi bırakıp çıktık. Bir arabanın içine üç aileyi doldurdular. Kapıları üstümüze kapattılar. Hepimiz ağlıyoruz. Belediye başkanı aracımızı durdurdu. ‘Niye ağlıyorsunuz’ dedi. Babam ‘iki çocuğumuz askerde, niye bizi sürüyorsunuz’ dedi. Babayı aldılar, anam ağlamaya başladı. Kaybedeceklerini sandı. Meğer bir koç vermişler, baba da kesmiş orada, aç kalmamamız için…

Ahıskalı Türkler, önce askerî araçlarla Batum’a bağlı Borcum Köyü’ne götürüldü. Günlerce sürecek yolculuklarının başlayacağı istasyon bu köydeydi.  

Tren soğuk ve kirliydi, üstü açıktı. Yüzlerce insan vardı. Açlıktan ölmememiz için istasyonlarda sadece bir kova çorba veriyorlardı. Herkes kapabildiği kâseyle biraz içebiliyordu. Ural Dağları çok soğuktu. Ölenler oldu. Soğuktan yaralananlar oldu. Ölenleri trenin içinden fırlatıp atıyorlardı. Halamın kaynanası ve bir komşumuz öldü.

İskanderova, 15 gün süren tren yolculuğunda başından geçen bir olayı hiç unutamamış. Babası, köylerinin çıkışında kestiği koçu bir istasyonda temizlemiş ama etin bozulmaması için tuzlanması gerekiyormuş. Tuz bulmak ise hiç de kolay olmamış. Bir istasyonda tuz torbalarını gören İskanderova, iki kuzeniyle birlikte trenden inip tuz almaya gittiğini belirterek, "Tuzu eteğime doldurdum. Tren hareket etti. Ağlayıp koşmaya başladık. Tren durmadı. Bir diğer istasyonda trene yetiştik, bindik. Tuzu babama verdim” diyor. 

Sürgün yolculuğu, Özbekistan’ın Semerkant kentinde son buldu. Sürgün edilenler yolculuk boyunca banyo yapamamış, kir içinde kalmıştı:

‘Hepimizi çırılçıplak soydular. Banyoya soktular. Elbiselerimizi almışlar. Çıkamıyoruz. Elbiselerimiz bitlenmişti, ilaçladıktan sonra verdiler.’ 

Temizlenen Ahıska Türklerini yeni bir yolculuk bekliyordu. Bu defa, arabalarla… Her bir arabayı bir köye dağıttılar. İskanderova'nın ailesi ise, Ağdarya Köyü’ne götürüldü:

‘Eski bir Özbek okuluna koydular. Yıkık döküktü, toprak binaydı. Yağmur yağınca, üstümüze akardı. Ne yapacağımızı bilemezdik. Bizi tarlaya götürdüler. Bir gün çalışıyorduk, bize yarım kilo un veriyorlardı. Komşu Özbeklerden kap kacak alıp çorba yapardık. Hiçbir şeyimiz yoktu. Çok zorluk çektik. Sonra Yankorğan Köyü’ne taşındık.’

Babalarının vefat etmesinden sonra aile Savhoz Köyü’ne taşındı. İskanderova için yeni bir hayat başladı. Evlendi, dört oğlu, üç kızı oldu. Tarla, ev sahibi oldu. Çocuklar büyümüş, aile rahat bir nefes almıştı. Ama bu da çok uzun sürmeyecekti. İskanderova'nın, ‘Türk olduğumuz için Özbekler bize hep farklı bakıyordu. Bizi sevmiyorlardı’ sözleriyle anlattığı o günlerde, Özbekler ile Ahıska Türkleri arasında çatışmalar yaşanıyordu. 

Ahıskalı 85 yaşındaki Aslı İskanderova İstanbul'daki çocuklarıyla yaşıyor. Ailesiilesi köyde kaldı ama bu çatışmalarda onbinlerce Ahıska Türkü Özbekistan’ı terk etmek mecbûriyetinde kalmıştı. Çocuklardan üçü İstanbul'a, ikisi ABD'ye, biri Kuzey Kafkasya’ya, biri ise Moskova’ya gitti. Baba İskanderova ölünce Aslı İskanderova da yaşamak için Türkiye'ye çocuklarının yanına göç etti.

Ahıskalıların problemleri:

Dünya ahıska Türkleri Birliği (DATÜB) Başkan Yardımcısı Burhan Özkoşar'ın verdiği bilgiye göre, Özbekistan'daki Ahıskalı Türkler baskı altında. Amerika’dakilerin problemleri yok. Ukrayna’dakiler son aylardaki Rus yanlıları ile Ukrayna askerlerinin çatışmalarından dolayı ülkeyi terk etmek mecbûriyetinde kaldı. Azerbaycan’dakiler genelde köylerde yaşamaktadır. Tek arzuları vatanlarına dönmek… Özkoşar, Ahıska’ya dönmek için en çok müracaatın Azerbaycan’dan geldiğini belirtiyor. Özkoşar sürgündeki Ahıskalıların ortak ve en büyük probleminin; ‘vatan Ahıska’ya dönemeyişleridir’ diyor. 

22 KASIM 2012: TÜRK DÜNYASI’NIN ‘TURAN ATA’SI   Prof. Dr. TURAN YAZGAN EBEDÎ ÂLEME İNTİKAL ETTİ.

1938 yılında Isparta’nın Eğirdir ilçesinde doğdu. 1948’de Eğirdir Zafer İlkokulu’nu, 1951’de İstanbul Vefa Lisesi orta kısmını, 1955’de parasız yatılı olarak Kastamonu Lisesi Fen Bölümü’nü pekiyi dereceyle bitirdi. 1959’da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdikten sonra askerlik görevini yaptı. İmar ve İskân Bakanlığı Bölge Planlama Daire Başkanlığı’nda “İktisadi Araştırmacı” ve “Bölge Plancısı” unvanlarıyla beş yıl görev yaptı. 1963 yılında İtalya’ya, Güney İtalya Bölge Planlaması konusunda staj yapmak üzere gitti. 

1966 yılında İktisat Fakültesi’ne asistan olarak girdi. 1967’de “Şehirleşme Açısından Türkiye’de İşgücünün Demografik ve Sosyo-Ekonomik Bünyesi” adlı tezle ve pekiyi derece ile doktorasını yaptı. 1971’de “Gelir Dağılımı Açısından Sosyal Güvenlik” konulu tezi vererek doçent oldu. 1977 ve 1978’de Güneydoğu Anadolu Bölgesi Planının Genel Koordinatörlüğü görevini üstlendi. Bölgede yapılan araştırmaları müteakip ortaya çıkan yedi ciltlik Güneydoğu Anadolu Gelişme Planını, Başbakanlık Tarım ve Toprak Reformu Müsteşarlığına sundu. 1979’da İktisat Fakültesi profesörlüğüne yükseltildi. Üniversite Senato üyeliği, Üniversite Yönetim Kurulu üyeliği ve Anabilim Dalı Başkanlığı vazifelerinde bulundu. 2000 yılında üniversiteden emekliye ayrıldı. 1980 yılında kurduğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın genel başkanlığını yürüttü. Türkiye’de ve Türk Dünyasındaki hizmetleri sebebiyle 200’den fazla plaketle ödüllendirildi. Ayrıca yurtiçi ve yurtdışındaki pek çok üniversiteden verilmiş fahri doktora unvanları bulunmaktadır. Evli ve 3 oğul, 2 torun sahibidir. 

22 Kasım 2012 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Eski Kozlu Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Prof. Dr. Turan Yazgan’ın Bir Sohbeti:

ERMENİ MESELESİ

Türkler, 1895 e kadar kardeş olarak yaşadıkları insanları niçin hangi sebeble kesebilirler.?

Ermenilerin “maşa” olarak kullanılmasına karar veren Ruslar ve batılılar onları silahlandırıp, kışkırtıp, açtığı ajan okulları ile yetiştirip erkekleri askerde olan Türk köylerinde katliam yapmasalardı, hiçbir Ermeni’nin burnu bile kanamazdı. 

Târihimizin hiçbir döneminde hiçbir Ermeni’nin burnu kanamadığına göre, katlettikleri köylülerin imdadına yetişen Türk ordusunun vazifesini yaparken teslim olmayıp silahla karşı koyanların öldürülmeleri meşru değil midir? Buna ‘katliamı önlemek’ yerine ‘katliam yapıldı’ demek; câhil, ahmak, uşak ve maşa olanlara yakışan bir tutumdur.

Burada ‘Batının Yeniçeri Ordusu’na dâhil olmamış bir Türk münevverinin, gerçek bir Türk yazarının, Cemil Meriç’in şu sözlerini okuyucularımız bir kere daha okusunlar. “Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamlarında ihtiyar dev, mâzideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, yerini unutkanlığa bıraktı yerini ‘ben Avrupalıyım’ demeğe başladı. (Asya bir cüzzamlılar diyarıdır). Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına ‘Hayır delikanlı, diye fısıldadılar, sen biraz gelişmişsin’ Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir (nişan-ı zişan) gibi gururla benimsedi aydınlarımız.’ İşte yapmadığımız suçları bile bize yükleyen aydınlar bunlardır. Ve bir şairimiz ne güzel söylemiş:

Fısk ile olmaz cihan harap / Eyler anı müdahene-i aliman harap!

1915 yılında; imdada yetişen Türk ordusu, katilleri silahları ile birlikte yakalayıp tesirsiz hâle getirmekten başka bir şey de yapmamıştır. 1915’te bu tür hâdiseler iyice artınca harp içinde bulunan bir milletin ordusunun kendi halkını korumak mecburiyeti ile hareket etmesi ve bunun için tedbir olarak katliamcı Ermenileri, sonradan dönmek üzere, güvenli bölgelere nakledip yerleştirmesi çok normal bir davranıştır.

Nakil sırasında katliama uğramış köylerin halkının çılgına dönmüş insanlarının bir miktar Ermeniyi öldürdüğü bir gerçektir. Sayısı 3-5 bini geçmez. Ama katliamcı Ermenilerin katlettiği Türk sayısı 500.000’in üzerindedir. Üstelik Ermenilerin yaptığı katliam târihin görmediği silahsız ve müdafaasız kadın, çocuk ve ihtiyarlar üzerinde gerçekleştirilmiş, son derece aşağılık ve hudutsuz gaddarlıkla ifâde edilmesi gereken bir katliam değil midir?

Bu katliamı gören Yalpurluzade Melek Hanım’ın, yazdığı ağıt, onun parça parça edilmiş cesedinin yanındaki bohçasından, Türk askeri tarafından çıkarılarak tarihe geçirilmiştir.

Meydan kazanı kurdular

Bebekleri kaynattılar

Gün görmedik hanımları

Süngü ile oynattılar.

Kapı kapı geziyorlar

İfâdeyi yazıyorlar

Düşman başına vermesin

Oğlak gibi yüzüyorlar

Kele, Dudu kele Dudu

Kanlı gömlek yu diyorlar

Bebekleri kaynatmışlar

Kuzu eti ye diyorlar

Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi sırasında, Balkanlarda ve Anadolu’da çok fazla askerimiz şehit oldu.. Fakat asırlarca dillerine dinlerine örf ve âdetlerine karışmadan beyler gibi yaşattığımız, fakat Rusların ve Batının teşkilatlandırarak mâsum insanlarımızın üzerine saldırttığı aşağılık katiller vasıtasıyla en az 5 milyon Türk katledildi. Bunun hesabını vermeliler.

Türklere yapılan katliam, bunlardan da ibâret değildir: Sovyetler birliğinde 70 yılda kaybettiğimiz Türk sayısı 100 milyondan fazladır. Arapların Arabistan’da katlettiklerini biz unuttuk. Çin’in Doğu Türkistan’ da yaptıklarının hesabı sorulmadı. Ya tap tâze olan, Hocalı’da, dünyanın gözü önünde, hayvanları bile utandıracak vahşetle, Ermenilerin gerçekleştirdiği son katliamı nasıl unutacağız? Peki, suçsuz dış işleri mensuplarımızı katletmelerini ve bunları alkışlayanları târih nereye yazacak? Ancak, Türk daima zulüm gördüğü, katledildiği halde, kendi içindeki hainlerinin de işbirliğiyle ve kafasına yerleştirilmiş batı hayranlığı ve aşağılık duygusu ile hep barbar ve zâlim gösterilmiştir.