KOSOVA TÜRKLERİ                                                                                                                

Bugün Kosova Cumhuriyetinde diğer halklarla beraber yaşayan Kosova Türklerinin, bu ülkede çok eski bir geçmişi vardır. Yeni Kosova Cumhuriyeti’nin sosyal hayat kalitesinde ve devlet yapısında, bu ülkenin gelişiminde ellerini taşın altına koyan toplumlar içinde Arnavutlarla beraber Türkler, daha ön planda olmak durumundadırlar. Bunun tarihten bu güne gelen sebepleri vardır.

Bilhassa 1912’den sonra Osmanlı’nın eski Kosova vilâyetinden Türkiye’ye doğru yüzbinlerce insan göç etti bu göç dalgaları yakın zamana kadar devam etti. Bu sebeple Kosova Türkleri ile Türkiye arasında kopmaz güçlü bağlar vardır. Bu göçler olmasaydı tahminen Kosova Cumhuriyetinin 2.200.000 civarındaki nüfusunun çok ciddî kısmı Türklerden oluşabilecekti.

Bugün Kosova ile Türkiye arasında hiçbir devlet de olmayan yakın ilişkiler vardır. Kosovalı Türkler ve Kosovalı Arnavutların çok yakın akrabalarının bir kısmı Türkiye’de yaşamaktadır.

Kosova Tarihinde Türkler

Günümüzdeki Kosova topraklarında târih boyunca; Milat öncesinden M.S. 5. Yüzyıla kadar Hunlar,  M.S. 5. Yüzyıldan 8. Yüzyıl ortalarına kadar Avarlar, Avarlardan sonra 1065 yılından itibâren Peçenek ve Uzlar, daha sonra da Kumanlar bölgenin hâkimi  / sâkini oldular. 

Kumanlar: Siyasî tarihleri sona eren Peçeneklerden arda kalanlar dağıldılar. Bir kısmı da Uzlarlarla karıştı. Balkanlar’da kalanlar daha ziyâde Vardar nehri boyuna iskân edilmişlerdi. Bundan sonra Kosova bölgesinde ve civârında Kumanların hâkimiyeti devam etti. Kumanova şehri ile onların adı, günümüzde de yaşıyor. Peç şehri de Peçeneklerden kalmadır.  

Kosova’daki bâzı kayalar üzerinde Göktürk Alfebesi ile yazılmış yazılar bulunmaktadır.  

On birinci asırda başlayan Selçuklu akınları, Osmanlılarla birlikte bölgede Türk hâkimiyetinin temelini attı. 

28 Haziran 1389 tarihindeki 1. Kosova Savaşı, bölgenin fethini sağlamış, Kosova’nın Türklüğünü ve Müslümanlığını da günümüze kadar devam ettirmiştir. Artık, Kosova’daki Türklük, kökleşmiş ve sistematize olmuştur. Bu devir, Kosova Arnavutları için de, bölgeye yoğun nüfuslarla yerleşmelerinin yolunu açan çok önemli bir gelişmedir.

Doğudan batıya doğru ilerleyen Osmanlı orduları, Kosova muhitine geldiklerinde, buralarda önceki devirlerden beri bulunan küçüklü büyüklü çeşitli Türk boylarıyla da karşılaşmışlar ve bölgede kalıcı olmaları açısından bazı avantajlara sâhip olmuşlardır. Bu eski Türk boyları da, Müslüman dinine bağlı, büyük çoğunluğu Oğuz Türk boyundan olan Osmanlı Türkleri ile karışıp Osmanlı kitlesi içindeki yerlerini almışlardır.

Balkan Savaşları’nı hazırlayan son döneme kadar, bugün Kosova’da yaşayan Halkların arasında (Sırpları dışarıda bırakırsak), herhangi bir itilaf mevcut değil idi. Bugün Kosova’da en büyük nüfus oranına sâhip Arnavutlar, ‘sâdık millet’ olarak anılıyorlardı.  

Demek ki Osmanlı Devleti, Arnavutlara çok güveniyordu, onları Osmanlı Devleti’nin öz halklarından sayıyordu. 

Batılı ülkelerin ve Rusya’nın tahrikiyle Balkanlarda çeşitli milletler isyan edip kendi devletlerini kurmak hevesine kapıldılar. Osmanlı da zayıfladığı için birleşik Hıristiyan güçlerine karşı dayanamadı ve Balkanlardan çekilmek mecbûriyetinde kaldı.  

Bugün, Kosova Türklerinin bu ülkenin kökündeki varlıkları ve bu ülke için arz ettikleri önem iyi anlaşılmalıdır. İç içe geçmiş Türk-Arnavut halk kitlesinden herhangi birisinin diğerini itmesi, diğeri hakkında kötü düşüncelere sâhip olması, Kosova Cumhuriyeti’nin geleceğine kurulmuş saatli bombalar gibidir. Nüfus oranları ve mevcut siyasî durum gereği olarak bu konuda Arnavutlar daha önce akla gelmektedirler. Kosova Türkleri içinde bazıları da varlıklarının ne demek olduğunu bir sefer daha hatırlamalıdırlar.

Kosova ile Türkiye’nin birçok alanda ortak çalışması gereklidir. Bu iki ülkeden bahsederken o ülkelerdeki iktidarlar değil iki ülkenin insanları, tüccarları ve sanayicileri düşünülmelidir. 

(Alpay İğci’nin http://akademikperspektif.com sitesindeki yazısından faydalanılmıştır.) 

TÜRKLER VE KOMÜNİZM

Komünizmin teorik ve fiilî olarak insan tabiatına uygun olmadığının tartışılmaz şekilde doğruluğunu ispat eden cümlelerin hepsine hak vermemek mümkün değildir. İdeolojinin Rus ırkçılığına vâsıta edilişi ve ideoloji uğruna milyonlarca insana uygulanan sürgün, katliam, çeşitli zulüm, insanlık târihinde kara bir leke olarak yer almıştır. Dünyânın hemen hemen pek çok yerinde, ne yazık ki komünizm, en çok Türklere zarar vermiştir.

1917’de Sovyetler ittifâkına dâhil coğrafyada 30.000.000 Türk yaşıyordu. 1927’de Türkiye’de 13.500.000 milyon olan Türk, 1990 da 65.000.000’a ulaştı. Bu 5 misli artış, 1917-1990 îtibâriyle kesin olarak kabul edilebilir ki, Sovyet Türkleri için 150.000.000’a tekabül eder. Oysa son 1989 sayımında Sovyet coğrafyasında 50-60 milyondan fazla Türk yoktu. Bu 100.000.000 civârında Türk’ün eksildiğini ifâde eder. Bunlar nereye gitti?

Bir kısmı açlığa mahkûm edilerek öldürüldü. Bir kısmı ‘Türk’üz’ dediği için halk düşmanı ilân edilerek işkencelerle öldürüldü, bir kısmı sürüldü. Bir kısmı harplerde cephe önlerine gönderilerek kırdırıldı. Bir kısmı tehcir sırasında nüfûsunun yarısını kaybetti. Bir kısmı anaokullarından îtibâren Rusça eğitim görerek ana dilini unutmak sûretiyle milliyet değiştirdi. Bir kısmı, Türk’e verilen cezâlardan kurtulmak, Türk olmayanlara verilen mükâfatlardan yararlanmak için isim değiştirdi. Bir kısmı da cebren isim değiştirmeye mecbur edildi. Silâh zoruyla. Bir kısmı da bir yere gelebilmek için komünist olmanın yetmediğini, bir Hıristiyan’la evlenmenin zarûrî olduğunu görerek milliyet değiştirdi. Neticede 100.000.000 Türk 1990’a ulaşamadı.

Türklere başka yollardan da zulüm yapılmıştır: Bütün Türkler soyadlarına Rusça ek takmaya mecbur edildiler veya oldular. Ermeniler, Gürcüler ve diğerleri için böyle bir mecbûriyet yoktu. Türkler özel olarak, kültür ve sanat dallarında eğitime tâbi tutularak, askerî, siyâsî ve iktisâdî idâreden uzak bırakıldılar. Türk vatanı sâdece ham madde kaynağı olarak kullanıldı. Bütün mâdenler, bütün petrol, gaz ve pamuk vs. hep Moskova’ya akıtıldı. Nihâî mâmûle yer verilmedi. Meselâ 5.000.000 ton pamuğun üretildiği Özbekistan’da bir tek iplik veya kumaş fabrikası yoktu. Türk coğrafyasında zirâatte monokültür uygulandı. Özbekistan baştanbaşa tek bir pamuk tarlasıydı. Bu aşırı sulama, gübreleme ve ilâçlamayı birlikte getirdiği için, Türk toprakları çoraklaştı, gölleri kurudu, çöl hâline gelen sahâdaki tuzlanma, rüzgârla etrâfa yayıldı. Ağır ve pis sanâyi Türk coğrafyasına yerleştirildi. Havanın ve suyun kirlenmesine yol açıldı. Atom denemeleri Türklerin olduğu bölgelerde yapıldı. (Çin’de ve Doğu Türkistan’da yapılan bu denemeler Türk kadınlarını, 50 yıl süreyle ve % 50 ihtimalle, sakat çocuk doğuracağını bilerek yaşamaya mahkûm ettiler.) Türklere uygulanan istihdam şartlarıyla diğerlerine uygulananlar çok farklıydı. Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalıştırılan Türk kadınları, tâbi oldukları çalışma şartlarının ağırlığından dolayı, dünyâda en çok ölü çocuk doğuran kadınlar arasında yer aldılar. Türkler arasında asgarî ücretle çalışanlar toplam işgücü içinde % 75 civârında olduğu halde, meselâ Beyaz Rusya’da aynı nisbet % 5 idi.

Ruslar, diğer batı devletleri gibi hep Türklerin geleceğinden korktular. Gelecekleri ona göre hazırlandı. Sovyetler dağılırsa iki yakaları bir araya gelmesin diye özel tedbirler alındı. Bir araya gelmemeleri için her birine farklı alfabe verildi. Kırgızistan’da bir sese tekabül eden harf, Kazakistan’da başka bir sese tekabül ettirildi. Böylece Türkler birbirlerini okuyamaz oldular. Yalnız birbirlerine değil bir şehirden diğer şehre geçiş de vizeye tâbi tutuldu. Aralarında temas kesildi. Ayrı ayrı milliyetler teşekküllüne özel önem verildi. Târihler silindi ve boy târihi olarak okutuldu ve yeni milliyetler türetildi. Kendi aralarındaki hudutlar öyle çizildi ki ilerde birbirleriyle çatışmamaları mümkün değildi.

Türkiye ile irtibatlarının kesilmesi için de özel uygulamalar yapıldı:

Azerbaycan’ın Zengezur bölgesi Ermenilere peşkeş çekilerek Türkiye ile Azerbaycan arasında kara bağlantısı kesildi. Türkiye’nin etrâfında Sovyet coğrafyasına dâhil topraklarda ne kadar Türk varsa hepsi vatanlarından bir tek bebek kalmamacasına sürüldü, çil yavrusu gibi uzaklara serpiştirildi. Kazakistan’la Kuzey Türklerinin, Saka Türkleriyle Altay Türklerinin irtibatlarının kesilmesi için özel bölgeler kurularak doğrudan Moskova’ya bağlandı.

Hal böyle iken, Türkiye’de kendi soylarından habersiz, ama Vietnam için haklı olarak yüreği yanan nesiller yetiştirildi ve gençler birbirlerine düşürüldü. Bunda batı ülkeleriyle Soyvetler Birliği arasında herhangi bir uyuşmazlıktan söz etmek mümkün değildir. Birlikte hareket ettiler ve Türkiye’nin aleyhinde çalıştılar. 

Dünkü durumdan Türklük ne kadar zarar gördüyse bugünkü durumda da aynı zararı görmekteyiz. Hâdiseler gene bizim etrâfımızda dönüyor. Afganistan işgal edildi, Türkistan’ın kritik kaynaklarını kontrol için… Irak işgal edildi, Misâk-ı Millî hudutlarımız içindeki ve çevremizdeki kritik kaynakların kontrolü için… Azerbaycan toprakları işgal edildi, Türkiye ile Azerbaycan bağlantısının güçleştirilmesi için... Bütün kaynakları gene Moskova’ya akmaya devam ediyor. Doğu Türkistan işgal edildi, Kıbrıs’ta halkımızın kendini yönetme hakkı kendisine verilmek istenmiyor... Birçok yerde halkları birbirinden ayırdılar, Kıbrıs’ta birleştirmek istiyorlar...

Psikolojik savaş olarak ise komünizm yerine globalizm, küreselleşme pompalanıyor. Beyinler başka bir şartlanmaya kilitlenmiş... Kendisini bunlara en fazla kaptırmış aydın maalesef gene Türk aydını... O kadar ki okullarından dilinin, dîninin, müziğinin kovulmasına destek oluyor, kendi vatanını kendi milletine bırakılamayacak kadar büyük ve kendisini bu kadar küçük görüyor...

Hastalığımız Göktürklerden beri aynı... Çin, sonra Fars, sonra Arap, sonra Fransız, İngiliz, Alman, Rus ve Amerikan kültürüne boyun eğen illetli aydın yetiştirme kabiliyetimiz veya kabiliyetsizliğimiz...

Prof. Dr. Turan Yazgan: Türk-Rus Münâsebetleri ve Muharebeleri. Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2004, s: 14-18

KRİÇİM KÖYÜ

 Bulgaristan Halk Meclisi Başkanı Sava Ganovski’nin dâvetlisi olarak gittiğimiz Bulgaristan’da yolumuz Kriçim Köyü’ne düştü. Bulgar Halk Meclisi Başkan Vekili Yanko Markof ev sâhipliği yapıyordu. Bizi köye götürecek vâsıtalara binmeden önce heyetimdeki arkadaşlarla konuştum:

-Arkadaşlar biraz sonra bir Türk köyüne hareket edeceğiz. Sizden ricam, kendinize hâkim olmanızdır. Hissî hareket ve sözlerden sakınmanız gerekiyor. Soydaşlarımızın hiçbirisini alıp memleketimize götüremeyiz. Onlara zarar verebilecek davranışlardan uzak kalabilmeliyiz, dedim.

Arkadaşlarım işin nezâketini takdir ederek sözlerimi anlayışla karşıladılar.

Kriçim köyüne vardık. Bütün köy halkı Türk. Yalnız muhtar Bulgar. Muhtar efendi bizi köy odasında karşıladı. ‘Hoş geldiniz.’ dedi. Köy hakkında izahat verdi.

-Bir köy evini ziâaret edelim. Orada Türk kahvesi içeriz, dedi.

Hep birlikte salondan çıktık. Beş-on adım ötede bir evin kapısını çaldık. Ev, her şeyiyle bir Türk evi idi. Bursa'dakilerden, Kütahya'dakilerden biri. Yüksek bahçe duvarları ve duvarların üstünde sıralanmış kiremitler. Bahçeden bir merdivenle yukarı çıkılıyor. Girdiğimiz odanın bir yanında kerevet var. Yerde kilimler serili. Antep kilimi, Sivas kilimi örneği. Pencerede patiskadan perdeler ve perdelerin eteklerinde işlemeler. Duvarda bir Türk dergisinden kesilmiş ve çerçevelenmiş soluk bir Atatürk resmi. Ev sâhibi hanım beyaz baş örtüler içinde. Duvarlara gömülü camlı, küçük dolaplar ve içinde işlemeli, oyalı mendiller.

-Selâmünaleyküm.

-Ve aleykümselâm.

Her birimiz bir mindere oturduk. Bazı arkadaşlar da kerevete sıralandılar. Hatır sorma ve hoşbeşten sonra kahvelerimiz geldi. Ev sahibinin okul çağındaki kızı eline mandolini aldı. O sırada, Yanko Markof:

-Bakalım önce, bir Türk havası mı, yoksa bir Bulgar havası mı çalacak? dedi.

Çocuk işi kolayca savuşturdu ve La Paloma şarkısını çalmaya başladı. Arkasından bir delikanlı türkü söyledi. ‘Bir gelin var komşuda. Sesi çok güzel.’ dediler ve gelini çağırdılar.

Gelin öyle bir türkü söyledi ki, hepimizin yüreğine işledi. Yanık mı, yanık; içli mi, içli... Türkünün içinde neler yok ki... Aşk var, sevda var, gurbet var, sıla var... ‘Bizim hâlimizi görmüyor musunuz?’ dedi, dedi ve söyledi.

Bu dağların karı bir gün erir mi?

Ah! ölmeden can sılayı görür mü?’

Heyecandan boğazım tıkandı. Ciğerlerim göğsüme sığmıyordu. Hissettirmeden etrafıma baktım. Bizimkilerin hâli perişandı. Herkes gözünü birbirinden kaçırmaya çalışıyordu.

Ev sahibine vedâ ederken birşeyler söylemem, teşekkür etmem gerekiyordu. Kendimi toparlamaya çalıştım:

-Bir daha böyle yanık türküler söyleme emi… diyebildim.

Bolu senatörü Rahmi Arıkan, ciğerlerini yırtan heyecanını avuçlarıyla yakalamak istiyormuş gibi, ellerini ağzına götürdü. Fakat hıçkırıklarını zaptedemedi. Gümüşhane Milletvekili Ali İhsan Çelikkan merdivenlere doğru koştu. Ve herkes coştu. Ev sahibi ve konuk olarak gözyaşlarımız birbirine karıştı.

Bir daha böyle yanık türküler söyleme emi, Kriçim köyünün günahsız gelini!

Ferruh Bozbeyli: Alaca Siyaset. Babıali Kültür Yayıncılığı. İstanbul 2000, s:152-153

GELDİĞİM YER BELLİDİR

Sevdâlarımı güneşin, 

Yığdığı yerden gelirim. 

Taşın içine ateşin

Sığdığı yerden gelirim.

Ufuk bildim hudutları, 

Diri tuttum umutları.  

Mor dağların bulutları

Sağdığı yerden gelirim.

Dönüp de bir bak özüne,

Kir düşmezdi ak yüzüne.

Yaylaların gökyüzüne

Değdiği yerden gelirim.

Kurt balalı beşiklerin,

Milletine âşıkların,

Gökten kutlu ışıkların  

Yağdığı yerden gelirim.

 Bağlanmadım bağ üstüne, 

Dağlar aştım dağ üstüne.

Tuğumun otağ üstüne

Doğduğu yerden gelirim.

Şol gölgeli koca kayın,

Göğsüyle oynardı ayın.

Göklere astığım yayın    

Ağdığı yerden gelirim.

Kopunca kızılca savaş,

Taş üstünde kalmazdı taş

Hanlarıma başlının baş

Eğdiği yerden gelirim.

MEHMET ALİ KALKAN

TÜRKLERDE HOŞGÖRÜ

OĞUZ ÇETİNOĞLU

Fâtih Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1953’te İstanbul’u fethettikten sonra Almanya, İspanya ve Batı Avrupa’nın muhtelif bölgelerinde zulme uğrayan Yahudilere sâhip çıkmış ve onların Osmanlı topraklarına göç etmesini teşvik etmiştir. Edirne Başhahamı İsac Tzatafi de, Güney Almanya’da Yahudilere yapılan zulümlerden kaçarak Osmanlı Devleti’ne sığınmış bir kişidir. Bu Yahudi din adamı, çeşitli ülkelerin yönetiminde baskı altında yaşayan Yahudilerin, Osmanlı Devleti’nin idâresi altında bulunan bölgelere göç etmelerini tavsiye eden bir mektupta, aşağıdaki satırlara yer vermektedir: 

Ağıtlarınız, iç çekişleriniz bize ulaştı. Katlanmak mecburiyetinde kaldığınız acılar ve baskılardan haberdarım. Din kardeşlerimin feryatlarını işitiyorum. Ben de oralarda doğdum, büyüdüm.  Fakat kendi öz ülkemden çıkarıldım. Tanrı’nın kutsadığı, bütün güzelliklerle dolu olan Türkiye topraklarına geldim. Burada huzur ve mutluluk buldum. Türkiye sizin için de bir barış ülkesidir. Bulunduğunuz yerden göçmeli ve buraya gelmelisiniz. Burada, Türklerin topraklarında şikâyetçi olacağınız hiçbir şey yok. Büyük nimetler elde etmekteyiz. Çokça altın ve gümüş ellerimizde. Ağır vergi yükümüz yok. Ticaretimiz serbest ve engellenmiyor. Her şey ucuz ve bol. Herkes barış ve hürriyet içerisinde. Türkler, hoşgörülü insanlar. Uyanın kardeşlerim, işe koyulun. Güçlerinizi toplayın ve bize katılın. 

Bu ifâdeler Osmanlı Devleti’nin ne kadar âdil, Türk Milleti’nin ne kadar hoşgörülü olduğunu, birlikte yaşama kültürünün derinliğini ve enginliğini gösteriyor. Türkler, bu sâyede farklı etnik gruplara  ve dinlere mensup, farklı dilleri konuşan toplulukları uzun yıllar huzur içerisinde yaşatabilmiştir.