BABA-OĞUL, BÜYÜK İKİ SULTAN

Osmanlı Cihan Devleti’ni yöneten pâdişahların hepsi büyük kahraman, büyük devlet adamı idi. Türk’ün şanını yücelttiler, İslam’ın bayraktarlığını yaptılar. Fâtih Sultan Mehmed Han (1432-1481), Yavuz Sultan Selim Han (1470-1520) ve Kanunî Sultan Süleyman Han (1494-1558), ‘en büyük üç sultan’ olarak anılır.

Yavuz Sultan Selim Han 20 Eylül 1520, Kanunî Sultan Süleyman Han 7 Eylül 1566 târihlerinde ebedî âleme intikal ettiler.

Her ikisi de ciltler dolusu kitaplara sığmaz. Ebedî âleme intikallerinin Eylül ayında gerçekleşmesi sebebiyle bu ayın Esintiler sayfasında hayatlarından mühim kesitler nakletmek suretiyle aziz ruhlarına Fatihalar gönderilmesine vesile olmak murad edilmiştir. 

Sultan İkinci Beyazıd Han’ın, Aişe Hâtun adlı eşinden dünyaya geldi. Yeniçerilerin, babasını tahttan feragate ikna etmeleri ile 24 Nisan 1512’de pâdişah oldu. Saltanatı 8 yıl, 4 ay, 28 gün sürdü. O, târihin ikindi güneşi idi. Cihanın çok geniş bir kesimini aydınlattı fakat saltanatı kısa sürdü. İstanbul’dan çıkıp Edirne’ye giderken Çorlu’da konaklandığında, nereye sefer yapılacağını kimse bilmiyordu. Sorduklarında: Bizim, bundan böyle âhiretten başka bir yere seferimiz olamaz!  Dedi. 

O, büyük bir şairdi. Biri Türkçe, diğeri Farsça iki Divânı vardır. Yönetimde hatâ yapan vezirlerinin boynunu hiç tereddütsüz vurdurabilen bu cengâver, âşık olunca: Canımı ateş-i aşk istila etti bu sûzişte, Gözyaşımdan başka serpilecek su yoktur. Diye ağlayabilecek kadar hassas bir ruha sahipti. 

Anadolu’nun dirliğini bozmak için çalışan Şah İsmail üzerine düzenlediği sefer sırasında vezirinin dirâyetsizliği sebebiyle askerler zor duruma düşünce isyana teşebbüs ettiler. Yavuz Sultan atına binerek askerlerinin karşısına geçti ve onlara hitap etti:  ‘Ey asker kıyafetli korkaklar; çoluğunu, çocuğunu, karısının kucağını muharebeye tercih edenleriniz varsa geri dönsünler!... Ben buraya geri dönmek için gelmedim. Siz harbe girmezseniz, ben yalnız başıma girerim!’ 

Neticede Çaldıran Zaferi kazanıldı. Bir yıl sonra Mısır üzerine giderken Tih Çölü’nde yine ordusunda isyan belirtileri başlamıştı. Atından inerek kızgın çölde ayakları kum çölünde dizlerine kadar bata-çıka yürümeye başladı. Sebebi sorulduğunda; ‘Hazret-i Muhammed (sav) Efendimiz önümde yayan giderken ben nasıl ata binerim’ dedi. Mola verilmesini isteyen ordu derhal yürüyüşe geçti. Mercidâbık ve Ridaniye zaferleri kazanıldı. Halifelik, Osmanlı pâdişahlarına geçti. 

Alçak gönüllü bir davranışla zafer sonrasında İstanbul’a sabaha karşı ve kimseye haber vermeden girdi. 

Bir gün, sırtındaki çıbanın verdiği ıstırap ile yatağında halsiz yatıyordu. Yardımcısı ve dostuna sordu:

- Hasan Can, bu ne hâldir ?

- Sultânım, Cenab-ı Allah’a yönelme zamanıdır. 

-Bizi bunca zamandır kiminle bilirden Ya Hasan Can ? Cenab-ı Hakk’a yönelişimizde bir kusur mu gördün ki böyle dersin ?

- Haşâ Sultanım. Allah (cc)  adını zikirden geri durduğunuzu hiç görmedim. Şimdiki zaman, başka zamanlara benzemez Devletlûm. 

Günlerden 22 Eylül idi. Hasan Can’a Yâsin okumasını söyledi. Hasan Can okurken o da katılıyordu. Selâm Âyeti’ne gelindiğinde, son selâmını verdi ve fâni dünyadan ayrıldı. 50 yaşındaydı. Sekiz yıllık, zaferlerle dolu olan hayatı sona erdiğinde, dünya târihi, en büyük hükümdarlarından birini kaybetmişti. 

Yavuz Sultan Selim Han’ın oğlu, sonradan ‘Kanunî’ unvanıyla anılacak olan Sultan Süleyman Han’ı batılılar ‘Muhteşem’ lakabını uygun gördüler. 

Babasının vefatından sonra 30 Eylül 1520’de tahta çıktı.  45 yıl, 11 ay 7 gün pâdişahlık yaptı. Tahta oturduğunda 26 yaşında idi. At üstünde savaştan savaşa, zaferden zafere koştu. Savaşta da şiirde de muhteşemdi. Yönetimindeki Osmanlı Devleti daha da muhteşemdi. Eşi Hürrem Sultan, kızı Mihrimah Sultan ve O’nun eşi Rüstem Paşa’ya rağmen ülkesini Cihan Devleti hâline getirdi. İçerideki ve Mısır’daki isyanları bastırırken diğer taraftan Macaristan’ı fethediyor, Viyana kapılarına uzanıyordu. Sonra İran’a yöneliyor, Tebriz Osmanlıların oluyordu. Sonra Bağdat... derken  tekrar Avrupa... Osmanlı, o dönemde denizlerin de hâkimi idi. Barbaros Hayrettin Paşa o yılların şanlı Kaptan-ı Deryâsı’dır. 

Yüksek bir ahlâk duygusu vardı. nâzik idi, alçak gönüllü ve sâkin davranışlı idi. Tam bir inanmış insan,  dîni bütün bir mümin idi. Tarikatlara saygısı büyüktü. Zaman zaman kılık değiştirip halkın içine karışırdı. Birçok hayır eseri yapmış ve vakfetmiştir. Süleymaniye Camii ve Külliyesi en önemli eserlerindendir. 

Hayatı acılar içerisinde geçmiş bir pâdişahtır. Çok sevdiği oğlu Cihangir’i 23 yaşında iken kaybetti. Adına Cihangir Camiini yaptırdı. Yine çok sevdiği oğlu Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesine; eşi, kızı ve dâmâdının kışkırtmaları sonucu  karar verip uygulattı.  İki oğlunu daha kaybetmesi, O’na yaşanabilecek en ıstıraplı acıları yaşatmıştı. Ölümü de, O’nu Bağdat’tan Viyana’ya kadar dört bucakta zaferden zafere koşturan ordusuna büyük acılar yaşattı. Türk’ün en büyük iki şâiri: Bâki ve Fuzûlî, Kanûnî’nin himâyesinde yaşayıp en güzel şiirlerini yazdılar. Kendisi de babası ve dedeleri gibi kudretli bir şâirdi. Muhibbî  mahlâsı ile edebî değeri yüksek şiirler yazdı. Şu beyitleri bile O’nun ne muhteşem bir şâir olduğunu ispat etmeye yeter: 

Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi.                                                                                                                                    Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

*   *   *   

Şîrler pençe-i kahrından olurken lerzân                                                                                                                                                          Beni bir gözleri âhûya zebun etti felek

OSMANLI DÜŞMANLIĞI

OĞUZ ÇETİNOĞLU

Bâzı aydınlarımızda ‘Osmanlı düşmanlığı’ var. Bu düşmanlığı, cumhuriyet ilk döneminde mâzur görmek mümkündü. Türkiye’de bir rejim değişikliği yapanların, getirdikleri rejimin tutunması için eski sistemi kötülemeleri tabîidir. Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtikten, Cumhuriyet rejimi ve demokrasi sistemi tam anlamıyla yerleştikten sonra düşmanlığı devam ettirmenin hoş görülecek bir tarafı olamaz.

 Bu düşmanlığı inkılâp softaları başlattılar, Türkiye’de komünist sistemin hayranları desteklediler. Komünizm, doğduğu topraklarda yerle yeksan oldu, inkılaplar geri dönülemeyecek şekilde benimsendi. Artık Osmanlı düşmanlığı için hiçbir sebep kalmadı. Bu gaflet uykusundan uyanmak gerekir.   Türk târihini, 1923 ile başlatanlar bile hatâlarını anlayıp seslerini kestiler.  ‘Onlar Osmanlı idi, biz Türk’üz!’ gibi mugalâtaları kimse aklına bile getirmiyor.  Artık herkes biliyor: Osmanlı, Türk’tü. Osmanlı’ya düşmanlık Türk’e düşmanlıktır. Bu gerçeği idrak edemeyenler, türlü iftiralarla Osmanlı düşmanlığı düşüncesini yaşatmaya çalışıyorlar. Bu hareketlerinin sebebi, pâdişahlık düzenini getirmeye çalışanlara gözdağı vermek ise, milletimiz Cumhuriyetin ve demokrasinin faziletini idrak etmiştir. Geçmişe dönülmesine izin vermez.  

Türk milleti, Türk’e ait maddî ve manevî bütün varlıklara olduğu gibi, ırkına hizmet eden şahıslara hürmette de kusur etmez. Üstelik kültürümüz bize, ölülerimizi hayırla yâd etmemizi emrediyor. Bu gerçekler, Mustafa Kemal Atatürk için de geçerlidir. 

Türk’ü târih sahnesinden silmek isteyenler; Osmanlıyı ve pâdişahları sevmezler hattâ nefret ederler. Onlarla aynı duyguları paylaşanlara bizler nefretle bakmayız. Çünkü kin, intikam, nefret, garaz… temiz kalplerde barındırılmaması gereken kirli duygulardır. 

TÜRK DÜNYASI 

Koca şarkın evladıyım 

Azerbaycan obam benim 

Nenem Tumris olub benim 

Dede Korkut babam benim 

Türkiye’dir kan kardeşim 

Türkmenistan arkadaşım 

Uygura bağlıdır başım 

Oğuz olub atam benim 

Özbek ile birdir sözüm 

Kazağıstan iki gözüm 

Kırğız, Kıpçak düzüm-düzüm 

Şanlı yurdum-yuvam benim 

Halaç, Kaşkay, Yakut, Tatar 

Kırım, Çeçen, Kıbrıs, Avar 

Başkurtlarla Gagauzlar 

Var gör hardan haram benim 

Türk illeri benim ilim 

Türkün dili benim dilim 

Türklere bağlıdır belim 

Yok bir özge arkam benim.

 

BAHRAM ASEDİ

1965 yılında Azerbaycan’da doğdu. Nesir ve nazım olarak 30’dan fazla kitabı yayınlandı. 

KAZAKİSTANLI TÜRKLERE AİT BİR TÜRKÜNÜN HİKÂYESİ

Kazakistan’da fakir bir ailenin küçük oğlu okula gidiyor. Çocuğun ayakkabıları delik deşik olmuş. Ama ailenin okula giden çocuğuna ayakkabı alacak gücü yok, maddî imkânsızlık içindeler ve çok zor geçiniyorlar. Anne bin bir güçlükle bir ayakkabı parası temin ediyor. Bu ayakkabı parası için o kadıncağız ne çetin mücâdele veriyor. Çünkü aile, günlük ekmek ihtiyaçlarını zor temin ediyor. Ülkenin tamamında had safhada geçim sıkıntısı var. Savaştan yeni çıkmış perişan bir ülke. Güçlükle temin edilen bu para, kuruş kuruş biriktirilen bu para, ayakkabı alması için babaya teslim ediliyor.

Baba kasabaya ayakkabı almaya gidiyor. Adamın alkole zaafı var. Fakat uzun süredir parası olmadığı için hiç alkol alamamıştır. Kasabada bir arkadaşına rastlar. O da alkoliktir. İstemediği halde, zorla, ısrarla babayı bir meyhaneye sokar. ‘Birer kadeh atarız sonra nereye gideceksen gidersin. Acele bir işin var mı? Yok. İki de laflarız…’ diyen arkadaşına direnemez.

Önce elli gramlık birer kadeh votka gelir. Geçmiş günlerden bahsederken laf, lafı açar. Birer elli gram daha içerler. Üçüncü elli gramdan sonra şişeler gelmeye başlar. Arkadaşının parası hesabı ödemeye yetmez. Bizimki tamamlar. Kalan para da bir işe yarayacak durumda değil. Bir iki kadeh daha atarlar.

Baba sızar kalır. Kendine geldiği zaman arkadaşı çoktan gitmiştir. Biraz kendini zorlayarak ayağa kalkar. Meyhaneden dışarı çıkınca serin havadan biraz etkilenir, kendine gelir. Başından geçenleri hatırlamaya çalışır. Ceplerini karıştırır, işe yaramaz birkaç kuruştan başka parası yoktur. Önce hayal meyal hatırladığı olaylar yavaş yavaş canlanmaya başlar. Meyhanede çok uzun süre kaldığını fark eder.

Olayları hatırladıkça içi ezilir. Ben ne yaptım diye büyük bir yeise düşer. Ertesi gün okula giderken giyeceği ayakkabıyı evin önünde bekleyen oğlu gözünün önüne gelir. Gerçekten de oğlu evin önünde, gözü yolda saatlerce babasını beklemiştir. Sabahleyin evden çıkan baba öğleden sonra dönerim diye söylemiş ama akşam olmasına rağmen henüz dönmemiştir.

Vakit ikindiyi geçince, hava soğumuş annesinin ısrarı ile içeriye giren küçük çocuk saatler geçmesine rağmen yine de bir ümitle pencereden babasının döneceği yolu gözlerken uyuyakalmış, gözü yaşlı anne kucağında taşıyarak onu yatağına yatırmıştır.

***

Kadıncağız ümitsizce arada bir yola bakmaktan kendini alamaz. Saatlerce, ‘Belki!’ diye, kocasını ümitsizce bekler. Alkole düşkün olduğunu biliyordu ama bir süredir içmediğini de göz önünde tutuyordu. Gerçi içmiyor değil de içemiyordu. Çünkü hiç parası yoktu. Nasıl alıp da içecekti. Yatakta uzun süre düşüncelere daldı. Sabaha yakın ancak uyuyabilmişti. Rüyasında kocasını gördü. Sisler içinde bir o tarafa bir bu tarafa kaçıyordu. Zaman zaman oğlu garip bir şekilde gülerek karşısına çıkıyor, bazan da oğlunu ağlar vaziyette görüyordu.

Baba o gece kasabada saatlerce dolaştı. Bir parkta kuytu bir yer bulup orada sabahladı. Artık eve dönemezdi. Aslında onurlu bir insandı. Ne karısının ne de oğlunun yüzüne bakacak hali vardı. Utancından bir daha da eve dönmedi.

Çocuk ertesi gün yine her zamanki gibi yırtık, kar sularının girdiği ayakkabı ile okula gitti. Havalar her zamankinden daha soğuktu. Soğuk günden güne artarak devam etti. Çok soğuk bir günde okulda hastalanan çocuğu öğretmenleri hastaneye kaldırdılar. Çocuğun ayakları donmuştu. Ayaklarının kesilmesi gerekiyordu. Öyle de oldu, çocuğun iki ayağı kesildi.

***

Dombra eşliğinde söylenen türkü, ocuğun içindeki fırtınaları anlatıyordu:

Baba seni çok özledim. Lütfen eve dön. İlk günkü gibi her gün seni gelecek diye yola bakıyorum. Lütfen eve dön. Bir araba sesi duyulsa annem de hemen yola bakıyor. O da eve dönmeni çok istiyor. Onu kaç defa gizli gizli ağlarken gördüm. Ağladığını benden saklıyor ama ben onun neden ağladığını biliyorum.

Baba lütfen eve dön.

Ben de komşu çocukların babalarına sarıldığı gibi sana sarılmak istiyorum.

Lütfen baba eve dön.

Biz her şeyi unuttuk. Lütfen eve dön.

Sen benim babamsın, senden asla vazgeçemem.

Lütfen eve dön. Lütfen eve dön. Annemi de beni de daha fazla yola baktırma. Lütfen eve dön.

(Özer Ravanoğlu: Doğudan Batıdan Hikâyeler, Ötüken Neşriyat, İstanbul Temmuz 2016, s: 12-15)

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, TÂRİHİMİZ VE MİLLETİMİZ HAKKINDA DİYOR Kİ:

Türk Milleti Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktü. Bugünkü Türk Milleti, varlığı için bugünkü yurdundan memnundur. Çünkü Türk; derin ve şanlı geçmişin; büyük, kudretli atalarının mukaddes miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğinden,  o mirasları, şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir.

Türk Milletinin her kişisi, bir takım farklarla ve fakat genel olarak birbirine benzer. Bazı yapılış farklarını ise tabiî bulmak lazımdır. Çünkü Mısır veya Irak çöllerinden başlayan bilinen târihten önce, Sibirya steplerinden başlayarak Orta Asya, Rusya, Kafkaslar, Anadolu, dünkü ve bugünkü Yunanistan, arkasında Girit, Romalılardan evvel Orta İtalya velhasıl Akdeniz kıyılarına kadar yayılmış ve yerleşmiş ve başka başka iklimlerin tesiri altında, başka başka cinsten yerlilerle binlerce sene yaşamış, kaynaşmış bu kadar eski ve bu kadar büyük bir insan topluluğunun, bugünkü çocuklarının tamamı tamamına birbirlerine benzemeleri mümkün müdür? Her zaman her yerde küçük bir aile çocuklarının bile tamamen birbirlerine benzemeleri görülmüş değildir. Türk kavmini yalnız bir noktada, iklimi aynı dar bir mıntıkada belirmiş zan etmek doğru değildir. Türk kavmi yukarıda söylediğimiz gibi, çok büyük bir sahada vücut bulmuş ailelerin birleşerek Sop (klan) ve Sopların birleşerek Boy (Kabile) ve Boyların birleşerek öz (aşiret) ve özlerin de birleşerek siyasî bir topluluk olan El (Site) ve en nihayet El'lerin bir merkezde birleşmeleriyle büyük bir camia vücuda getirmişlerdir. Bu büyük Türk camiasını oluşturan insanların nitelikleri arasındaki fark büyük olmamakla beraber köklerin genişliği, nüfusun çokluğu düşünülünce Türk kavimlerinin aralarındaki manevî bağların gevşek olması ve muhtelif namlarla muhtelif roller oynaması tabiî görülür. Bu sebepledir ki târih, olaylarını yazdığı kavimleri nerede, nasıl ve ne namda tanıdıysa o suretle yazmıştır. Böyle olmakla beraber, bugünkü Türk Milletinin esası aynı kökün, âynı uzun ortak geçmişin tesbit ettiği belirgin tiptir, Türk tipi...

Bu son sözlerden, anlaşılıyor ki Türk Milletini yapan insanların târihleri birdir. (5 Kasım 1929)

(Prof. Afet İnan: Medenî Bilgiler,  Türk Târih Kurumu Basımevi, Ankara 1988. s: 147)