TÜRK ASIRLARI…

Prof. Dr. AHMET TAŞAĞIL

15.ve 16. asırlar, dünya tarihinde ‘Türk asırları’ olarak anılır. Bu asırlarda dünya coğrafyasında çok sayıda Türk devleti vardı. Bunların bir kısmı hanlık veya beylik seviyesinde iken, diğer kısmı dünya siyasetine yön veren büyük cihan devletleri durumundaydı.

İki yüz yıllık zaman dilimini ele aldığımızda, bu sürede sona eren devletlere tesadüf ettiğimiz gibi, yine söz konusu devrede kurulan siyasî teşekkülleri de görmekteyiz. İlk bakışta karışık gibi görülse de kuzey-doğudan güney-doğu istikameti tâkip edilerek bu devletler yığınının coğrafî dağılımını incelemek mümkün olabilir.

Sibir Hanlığı, Ural Dağları'nın doğusunda, o zamanki Türk dünyasının en kuzeyinde bulunan devletçik idi. Altınorda Devleti'nin dağılmasından sonra ortaya çıkmış olan bu hanlık, fazla bir siyasî rol oynamamasına rağmen 1580'li yıllara kadar varlığını devam ettirebildi. Onun hemen güneyinde, Aral Gölü'nün kuzeyinde Cungarya'dan Yayık Irmağı'na kadar uzanan bozkırlarda Kazaklar yaşıyordu. Doğu Türkistan'da Çağataylılar, Altay Dağları'nda ve kuzeyinde Kırgızlar bulunuyordu. Zaman zaman Batı Türkistan ve Harezm ile Afganistan'a da yayılan Çağatay Hanlığı'nın esas ağırlık merkezi Yedisu ve Doğu Türkistan’dı. Timurluların hâkimiyeti zayıfladıktan sonra İkinci Esen Buka idaresi canlandı (1429-62) ve 17. yüzyıla kadar varlığını devam ettirdi.

Maverâü'n-nehir'de ise, Altınorda Hanı Özbek'in neslinden gelenler 1501'den itibaren hükümran oldular ve bu civar ile Harezm'de kurulan Buhara ve Hive hanlıkları 16. yüzyıl boyunca devam etti.

Bahsettiğimiz tarihî bölgelerin güney-batısına doğru gelindiğinde Horasan'a varılır. Horasan, tarih boyunca İran dünyası ile Orta Asya dünyası arasında köprü veya kapı vazifesini görmüştür diyebiliriz. Ancak, Horasan tarihi bu asırlarda İran, hatta Azerbaycan tarihi ile birlikte gelişmiştir. Maveraü'n-nehir'de doğan Timur İmparatorluğu kısa zamanda Orta Asya ve İran yönüne doğru gelişti. Kuzeyde Kıpçak bozkırları, Azerbaycan, hatta Anadolu, Timur tarafından istilâ edildi. Fakat imparatorluk daha 15. yüzyıl başında zayıfladı ve ancak 1500-1506'lara kadar Maveraü'n-nehir ve Horasan'da varlığını devam ettirebildi. .

Timurlulardan sonra İran coğrafyasında hâkimiyet ve idare merkezinin ağırlığı batıya Azerbaycan’a doğru kaymıştır. Hatta Timurlular’dan önce Celayirliler devletlerini, İlhanlılardan sonra 1336-1432 arası Irak ve Azerbaycan'da kurmuşlardı. 1380-1468 yılları arasındaki 88 yıllık devrede Karakoyunlular da aynı bölgede tarih sahnesinde görüldüler.

Biraz daha batıya kayarak Azerbaycan ve Doğu Anadolu'da 1378'de kurulan Akkoyunlular, 1508'e kadar varlıklarını devam ettiren ayrı bir Türk Devleti idi.

İran sahasında kurulan en uzun ömürlü devlet şüphesiz Safevîler'dir. Şiîliği esas alarak yükselen bu Türk Devleti, Azerbaycan merkezli İran Devleti idi. 1501 'de kurulup 1732'de yıkıldı.

Afganistan ve Hindistan tarafları, daha Gazneliler zamanında 963'ü takip eden yıllarda Türklükle tanışmıştı. Daha sonra, Kuzey Hindistan'da Delhi Sultanları 1206-1555 yılları arasında hüküm sürdüler. Bu hanedanlıklar şunlar idi: Muizzî (Memlûk), Halacîler, Tuğluklar, Seyyidler, Lodîler, Surîler (Afganlar).

Bengal taraflarında Bengal Sultanları (1336-1576), Keşmir'de Keşmir Sultanları hüküm sürüyordu. Gucarat Sultanları ise, Hint Okyanusu'nun kenarında olmak avantajıyla diğer devletlere göre ayrı bir önem kazanmıştı. Cavnpur Şarkî Sultanları, Hindistan coğrafyasında varlığını devam ettiren bir başka sultanlık idi.

Merkezî Hindistan'da Mâlva Sultanları, Kuzey Dekken'de Behmenîler, Handeş Farukîleri gibi diğer hanedanlıklar bulunuyordu.

Hindistan'ın Türk Çağı'nda esas şahlanışı 16. asırda olmuştur. 1526'da Timur neslinden gelen Bâbür, Hindistan'ı fethetmeye başlayarak kendi adını taşıyan imparatorluğunu kurdu. Bu devletin bakiyeleri 1858 yılına kadar Hindistan' da varlığını devam ettirmeyi başarmıştır.

1169 yılında Mısır'da Selâhaddin tarafından kurulan Eyyûbî Devleti, 15. yüzyılın sonlarına (1462) kadar hüküm sürerken çeşitli kollara ayrılmıştı. Mısır, Şam, Haleb, Diyarbekir ve Yemen olmak üzere beş farklı bölgede idareler kurulmuştu.

15 ve 16. asırlarda Mısır ve Suriye'de en parlak devlet olarak Memlûkler karşımıza çıkmaktadır. Memlûk Sultanlığı, Yavuz Sultan Selim'in 1517'deki galibiyetine kadar kuvvetli bir devlet halinde adı geçen bölgelerde kaldı.

Anadolu coğrafyasında 16. asır, parlak Osmanlı hâkimiyeti altında geçmiştir. Ancak, bir asır öncesi Ankara Savaşı'nın sonucunda Timur istilâsı ve Fetret Devri eski Anadolu beyliklerinin canlanmasına sebep olmuştu. Candaroğulları, Menteşe, Alâiye, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Hamidoğulları, Saruhanoğulları, Tâceddinoğulları 15. asrın ilk yarısında tamamen Osmanlı Devleti'ne dâhil oldular. Osmanlıların Anadolu'daki en büyük rakibi Karamanlılar dahi bu devrede kesin olarak itaat altına alınmıştı. Sadece Dulkadiroğulları için 1521 yılına kadar beklemek gerekti.

1353 yılında Rumeli'ye geçen Türkler 15 ve 16. asırlarda Balkanlar'da en büyük fetihlerini yaptılar. Yunanistan, Bulgaristan, Romanya (Eflâk, Boğdan) Makedonya, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Macaristan, Slovenya, Moldavya, Ukrayna'nın bir kısmı Osmanlı orduları tarafından fethedildi. Türk orduları Viyana kapılarına kadar uzanmıştı. Karadeniz'in kuzeyi aslında M.S. 374 yılından itibaren Türk boylarına yurtluk ediyordu. 

1226'da tohumları atılan Altınorda Devleti 15. yüzyıla zayıflamış olarak girdi. 1450'lerde bu devletin yerine artık Kırım'da Kırım Hanlığı, İtil Nehri'nin ağzında ve Kafkasların kuzeyinde Astrahan Hanlığı, Kazan'da Kazan Hanlığı ve Moskova yakınındaki Kasım şehrinde Kasım Hanlığı kurulmuştu. Bunlardan Kasım, Kazan ve Astrahan hanlıkları 16. asrın ikinci yarısında Ruslar tarafından yutulmuştur.

Kuzeyden Rusların, güney-batıdan Osmanlıların, güneyden Safevîlerin hücumlarına maruz kalan Kafkas havâlisinde, özellikle Yavuz Sultan Selim Han’ halifeliği uhdesine almasından sonra Osmanlıların ağırlığı hissedilmeye başlamıştı. Güneyde Şirvanşahlar, Orta ve Kuzey Dağıstan'da Kaytak, Alan, Avar ve Kumuk hanları mevcut idi. 1578'de düzenlenen büyük sefer sonrasında Dağıstan, Osmanlı himayesine girmişti. Gürcistan da aynı tarihte zapt edildi. Lezgiler de Osmanlılara bağlandı. Kısacası 16. asrın sonunda Kafkaslar, kuzeyden Kırımlıların güneyden de Osmanlıların taarruzları neticesinde Türk hâkimiyetine girmişti.

DÜNYANIN OLUŞUMU

TAŞKIN TUNA

Üzerinde yaşadığımız dünya, evrenin bir bölümüdür. Evren, var olan şeylerin tamamıdır. ‘Kâinat’, âlem’, ‘kosmos’  olarak da anılır. 

İlim insanları, evrenin oluşumu hakkında tarih boyunca değişik görüşler ortaya atmıştır. Bu görüşler iki grupta toplanabilir. Birincisi 1642-1727 yılları arasında yaşayan İngiliz fizik ve matematik âlimi Sir İsaac Newton tarafından ileri sürülen, hareketsiz ve başlangıcı olmayan evren görüşüdür. Bu görüşe göre evren, sonsuzdan beri var olmuştur ve sonsuza kadar da varlığını ve şu anki halini koruyacaktır. 

İkincisi görüş günümüzde; çoğu bilim insanı tarafından kabul gören, evrenin bir başlangıcının olduğu görüşüdür.  O başlangıcın günümüzden kaç milyar yıl önce vuku bulduğu konusunda görüş birliği yoktur.  8,5 milyar ile 20 milyar yıl gibi rakamlar söylenmektedir. En güvenilir kaynak olan Kur’an-ı Kerim’de, Secde Sûresi 4. Âyet’te gök ve yer arasındaki her şeyin 6 günde yaratıldığı belirtilmekte ise de yaratılışın ne zaman olduğuna dâir bilgi yoktur. 

Hâlen evren bilimcilerin büyük çoğunluğunun kabul ettikleri görüşe göre evren, büyük patlama ile oluşmuştur. 

Müthiş bir olay! Hayret ve hayranlık yüklü bir mucize…

Minicik, minnacık, ufacık bir enerji yumağı; hızla, korkunç bir hızla, uzay boyutlarına coşkuyla taştı. Aşkın bir püskürmenin, taşkın bir fışkırmanın, yaygın bir saçılmanın sonucunda, hayretten nefesleri kesen, hayranlıktan gözleri kamaştıran koskoca kâinatın yaratılış mucizesi gerçekleşti. Fiziğin şaşmaz, kimyanın değişmez kuralları, matematiğin estetiği, geometrinin simetrisi, biyolojinin prensipleri, özetle evrenbilimin ilk sâbitlerinin uzaya ekilen tohumları teker teker tomurcuklar gibi açıldıkça açıldı. Zaman boyutunun sımsıkı bağlanmış düğümü âniden çözüldü. Evrendeki dört temel kuvvet, önceleri birlik halinde kenetlenmiş iken, birbirlerinden kopup ayrıldılar. İşte o zaman her tarafa eşsiz bir nizam, mükemmel bir denge, yürek titreten bir güzellik hâkim oldu!

Mülk Sûresi’nin 3. ve 4. Âyetleri bu güzelliği şöyle anlatır: ‘Rahman’ın yarattığında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü gökyüzüne çevir ve bak! Bir çatlak görebilir misin? Sonra bir daha bak! Nihâyet gözün yorgun ve âciz olarak geri döner.’

Enerji, atom altı parçacıklara dönüştü; elektronlar atom çekirdekleri ile birleşti. Madde ve karşıt madde birbirlerini yok ederken, enerjiden yeni atomlar ortaya çıktı. Atomlar birbirleriyle sımsıkı kenetlendi; moleküller oluştu. Moleküllerden madde, maddelerden yıldızlar meydana geldi. Yıldızlar parladı, ışıldadı; hidrojen yanmaya başladı, helyum oluştu; derken hidrojen yana yana bitti. O zaman insanı iliklerine kadar titreten bir başka evren mucizesi gerçekleşti. Yıldızlar aniden patlayarak, maddeyi uzağa, çok uzağa; uzayın derinliklerine kadar fırlattılar. Süpernova patlamaları sonucunda yeni yıldızlar, yeni güneşler, yeni maddeler meydana geldi. Güneşlerin etrafında gezegenler oluştu. Gezegenlerden birinde, güneşe yakınlık sırasıyla üçüncü olan dünyada hayat filizlendi. Hava oldu, su oldu, toprak oldu! Sonra yaprak oldu! Kuş oldu! Balık oldu! Nihayet insan oldu!

'Ol' dedi, Oldu! 


KARDEŞ ELLER / TÜRK DÜNYASI

Rüyalarda gezdim, kardeş elleri, 

Ahıska Azğur’u, Hırtız’ı, gördüm, 

Hazan vurmuş solgun gonca gülleri, 

Gence ovasını, Kafkas'ı, gördüm,

Ecdadın yolundan Altaylar aştım, 

Benlik meydanın da kırk yıl savaştım, 

Rüya âleminde Turan’ı dolaştım, 

Uygur'u, Kazak'ı, Kırgız ı gördüm.

Pamir dağlarını, Keşmir belini, 

Tapcak yaylasını, Petpâz çölünü, 

Fergana vâdisini, Balkaş gölünü, 

Kaşgar ı,Turfan’ı, Tikez i gördüm.

Semerkant’ta Müslim İmam Buharî, 

Dal açmış cihana ulu çınarı, 

Fışkırmış içinden ilmin pınarı, 

Maturi, Gazali, Firuz’u gördüm.

Ah-u vah eylayûp yanar, Türkistan, 

Bağrına taş basmış, susuyor yastan, 

Ya Râbbi sen kurtar, kızıl kâbustan 

Yarkeıt’i, Taşkent'i, kolhozu gördüm.

Mevlâm! Sana ayan bütün dilekler, 

Günden güne süzülüyor ilikler,

Kanını emiyor kızıl sülükler,

Her canda bir yara, bir sızı gördüm.

 

Demokrasi bu gün küfrün kılıcı, 

Hele Kızıl Çin’i, yecüc, mecüc’ü, 

Zülüm elbet biter, olmaz kalıcı, 

Tarihte Roma’yı Bizans ı gördüm.

Kulak verilmezse Uygur eline, 

Nice yurtlar düşer onun haline, 

Allah aparmasın küffar seline, 

Öz yurdunda garip, öksüzü gördüm.

Viran olmuş yurtlar, baykuş ötüyor, 

Dümensiz gemiler bir-bir batıyor, 

Büyük balık küçükleri yutuyor, 

Kan akan ırmağı, denizi gördüm.

Oradan İran'a, uğradı yolum, 

Irak'ta apaçık, müthiş bir zulüm, 

Kırılmış kopuzlar, çalmıyor telim, 

Musul'u, Kerkükü, Tebriz'i gördüm.

Garip kardeş umutlu ol çağrında, 

Dolaşsa da kızıl çizme bağrında, 

Gerekince inan ,Türk'ün uğrunda, 

Can veren yiğidi, yağızı gördüm.

İlim yurdu siper ilçem Posof’tur. 

Yıllardır tesellim derin bir ‘of’tur.

 Kasaplar ABD, Çin’le Moskof’tur, 

Feryadı figânı, avazı gördüm.

Bitecektir soydaş, senin telaşın, 

Gönlündesin inan her dem Erbaş'ın, 

Mutlak enişi var, her bir yokuşun,

Yokuşlar bitiyor, dün düzü gördüm. 

Şafaklar atıyor, gündüzü gördüm.

İnşallah...

YILMAZ ERBAŞ (Almanya)


Ebedî âleme intikalinin 557. Yıldönümünde

AKŞEMSEDDİN HAZRETLERİ

İstanbul’un mânevî fâtihlerinden, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocası, müspet ilimler ve İslâm âlimi Akşemseddin Hazretleri, 1389 yılında Osmancık’da dünyaya geldi, 70 yaşında iken 15 Ocak 1459 tarihinde Bolu Vilayeti’ne bağlı Göynük İlçesi’nde ebedî âleme intikal etti.   

Mikrobun varlığını ilk olarak açıklayan ve târif eden kişidir. Hacı Bayram Veli’nin müridi oldu. Fetih sırasında Sultan Mehmet Hân’ın yakın çevresinde ve askerlerin arasında bulundu. Şehrin mutlaka fethedileceği hakkındaki inancını bütün orduya yaydı. İstanbul’un mânevî fâtihi olarak kabul edildi. Fetihten sonra hiçbir makam kabul etmedi. Pâdişâhın yanında bile kalmadı, memleketi olan Göynük’e çekildi. Arapça ve Türkçe kitaplar yazdı. Maddetü’l-Hayat isimli tıp kitabı en önemlisidir.   

Fâtih Sultan Mehmed Han, muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin Hazretleri; Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî ve Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve âlimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin Hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Cenab-ı Allah’ın izni ile fethin ne gün olacağını bildirdi. Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu, İstanbul’a girdikten sonra İslâmiyet’in harple ilgili hükümlerinin gözetilmesi gerektiğini genç pâdişaha hatırlatan, Akşemseddin Hazretleri oldu.  Eshâb-ı Kiram’dan Ebû Eyyûb el Ensârî Hazretlerinin kabrinin bulunduğu yeri tahmin eden de O idi. 

Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddin’in İstanbul’da kalmasını istedi ise de köyüne çekilme arzusu ağır bastı. Göynük’e yerleşti ve vefâtına kadar orada yaşadı. Bir taraftan âhiret hazırlığı yapıyor, bir taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. Ömrü tamam olduğunda vasiyetini yazdı, akrabasını ve dostlarını yanına çağırıp helalleşti. Yasin’i Şerif okudu. Bitince başını yastığa koydu ve temiz ruhunu Cenab-ı Allah’a teslim etti. Göynükteki tarihî Süleyman Paşa Camiinin bahçesinde toprağa verildi. Daha sonra oğullarının kabri ile birlikte, bir türbe içine nakledildi. 

Özlü, hikmetli sözlerinden bazıları:

*Nîmete şükretmek, belâya sabretmek gerekir.

* Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme.

*Hasedi terk et. Kendini methetme. 

* Edepli, mütevazı ve cömert ol.

Eserleri:  Risâlet-ün Nûriye: Tasavvufa ve Tasavvuf ehline dil uzatanlara cevap mâhiyetindedir. Arapça yazılmış, Kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Def’ü  Metain, Risâle-i Zikrullah, Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hacı Bayram-ı Veli, Mâlûmat-ı Evliya, Maddet-ül-Hayat ve Nasihatnâme-i Akşemseddin.  

Akşemseddin Hazretleri’nin hayatından bir kesit:
Akşemseddin Hazretleri, bayram günleri bile kendisini yemekten içmekten alıkoyuyor, yalnızca dua ediyordu. Bayram günü oruç tutmanın haram olduğunu mektupla hatırlatan hocaefendiye şöyle cevap vermişti: 

Evet, ben de biliyorum. Bayram günleri oruç tutulmaz. Ancak oruç için niyet şarttır. Ben oruca niyet etmiyorum. Sâdece aç kalıyorum. Bayram dolayısıyla insanlarımız; eğlenceye, zevk ve safâya yöneliyorlar. Birçokları da aşırı gidip günah işliyor. Bu yüzden başlarına bir bela gelmesin diye onlara dua ediyorum. Aç iken yapılan duaların kabul olunma ihtimali daha fazla olduğu için aç kalıyorum.’