Mart, Türk tarih ve kültür dünyasının en zengin aylarından biridir. Mart ayında cereyan eden olaylardan bâzıları
*12 Mart 1921’de İstiklal Marşı kabul edildi.
*18 Mart 1915’de Çanakkale Zaferi kazanıldı.
*21 Mart 1973’te Âşık Veysel ebedî âleme intikal etti. 
*21 Mart Türk dünyasının Nevruz Bayramı’dır. 
Diğer önemli olaylar:
* Selahaddin Eyyübi, Mehmet Emin Resulzâde, Yıldırım Beyazıd, Çağrı Beğ,Yusuf Akçura, Emir Timur, Mütefekkir Yazar Sâmiha Ayverdi Mart ayında ebedî âleme intikal ettiler.   
*04 Mart 1924: Türkiye Devleti’nde halifelik makamı kaldırıldı. 
*01 Mart 1931’de Hüseyin Nihal Atsız, Türk gençlerinde; vatan sevgisi, millet aşkı demek olan Türk Milliyetçiliği asil ve yüce duygunun gelişmesine, kök salmasında büyük etkileri olan Atsız Mecmua’yı yayınlamaya başladı.
*16 Mart 1919’da İstanbul işgal edildi
*17 Mart 1941: Türkçülük akımının önde gelen isimlerinden Hüseyinzâde Ali Turan vefat etti. 
*28 Mart 1854: Fransa ve İngiltere tarafından desteklenen Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Kırım Savaşı başladı. Savaşı Ruslar kaybetti.  
18 MART ÇANAKKALE ZAFERİMİZ
İngiltere Denizcilik Bakanı Churchill tarafından planlanan,  3 Kasım 1915 tarihinde fiilen başlayan, denizde ve karada 9 Ocak 1916 tarihine kadar 432 gün, bir başka ifade ile 1 yıl, 2 ay 5 gün devam eden Çanakkale Savaşları sırasında en şiddetli çarpışmalar 18 Mart 1915 tarihinde yaşandı. Türkler, bir gerçeği düşmanlarına ilân etmişlerdi: Çanakkale Geçilmez. 
Birinci Dünya Savaşı’nda düşman orduları ve donanması, Çanakkale’yi zorlarken, İstanbul’dan toplanan lise ve çoğunluğu Tıp Fakültesi’nde okuyan üniversite öğrencileri, cepheye gönderildiler. Arıburnu’nda İkinci tümen emrinde çarpıştılar. Düşman birlikleri âni bir hücumla, birkaç saat içerisinde 9.000 mevcutlu İkinci Tümen’in bütün subay ve askerlerini şehit etti. Bu sebeple İstanbul Tıp Fakültesi, 1921 yılında hiç mezun veremedi. Bu acı olay, her sene, Tıp Fakültesi hoca ve öğrencileri tarafından Arıburnu’nda şafak vakti yapılan törenlerle anılır. Aziz şehitlerimiz için duâlar edilir, ruhlarına fâtihâlar gönderilir. 
Çanakkale Boğazı, tarihte birçok savaşlara sahne oldu. Bunların hiçbiri 18 Mart 1915 tarihinde yaşanan savaşlar kadar destanlaşmamıştır. Dünya tarihinde, toprağın her bir santimetrekaresine en çok mermi düşen savaşların başında gelir. 
Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’na, İttifak Devletleri(1) arasında savaşa girmek mecburiyetinde kalmıştı. İtilâf Devletleri(2) Rusya’nın gücünden yararlanabilmek için Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nı kullanmak istiyorlardı. 3 Kasım 1915’te İngiliz ve Fransız harp gemileri Çanakkale Boğazı’nın iki yakasındaki tabyaları bombalamaya başladılar. 259 gün süren çarpışmalar, bir değil birçok savaşların sonunda Türk Ordusu’nun zaferi ile sonuçlandı. 
İtilâf Devletleri, birleştirilmiş bütün güçleriyle boğazı top ateşine tutmuşlardı. Türkler, tek başına idi. Yalnızca mevzilerini savunmakla kalmadılar. Zaman zaman karşı taarruza da geçtiler. Savaş hem karada hem denizde devam ediyordu. Savaşın kendisi kadar sonuçları da çok önemli idi. İtilâf Devletleri’nin başarısızlığı, Birinci Dünya Savaşı’nın uzamasına sebep oldu ve savaşın seyrini değiştirdi. Türkiye açısından önemi ise çok daha büyüktü. Bu bir ölüm kalım savaşı idi. Savaş kaybedilirse, İtilâf Devletleri Anadolu’yu aralarında paylaşacaklar, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması daha erkene alınacağı gibi, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, belki de imkânsız hâle gelecekti. 
İtilâf Devletleri Çanakkale’ye 410.000 İngiliz, 80.000 Fransız olmak üzere yaklaşık yarım milyon askerle geldiler. Türk kuvvetleri bu rakamın çok altında idi. Silâh ve teçhizat olarak da Türk askeri çok fakir durumda idi. 
Çanakkale Savaşları’nın yalnızca askerî yönü ele alınırsa noksan ve yanlış olur. Bu savaşta Mehmetçiğin iman gücü ve vatan aşkı, teknik bilgilerden çok daha önemlidir. Sessiz, mütevekkil ve fakat kararlı Anadolu çocuğu; göğsünü çelikten kale hâline getirmiş, en modern silâhlarla donanmış düşman ordularına geçit vermiyordu. Silâhların hiçbir önemi yoktu. İmandan sayılan vatan sevgisi, en önemli etkendi. Bu etken, Çanakkale Edebiyatı diye adlandırılabilecek bir hazine oluşturdu. Hiçbir savaş hakkında bu kadar çok sayıda makale, şiir, destan, hâtırâ, roman ve hikâye yazılmamıştır. Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine başlıklı şiiri, başlı başına bir şaheserdir. Ersoy, bu şiirdeki duygu seliyle İstiklâl Marşı’nı yazmıştır. Dönemin Osmanlı Pâdişâhı Sultan 5. Mehmet Reşad da Türk askerinin kahramanlığından etkilenerek, beş beyitlik bir gazel kaleme aldı. Yahya Kemal Beyatlı, edebî değeri hayli yüksek olan bu gazele, bir tahmis(3)  yazdı. Çanakkale Savaşları üzerine tablolar yapan ressamlarımız, marşlar-şarkılar besteleyen müzisyenlerimiz, türküler ağıtlar düzen ozanlarımız ve edebî eserler veren edebiyatçılarımız sayılamayacak kadar çoktur. Belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz: Necmeddin Halil Onan’ın Bir Yolcuya, Abdülhak Hâmit Tarhan’ın İlham-ı Nusret ve Millî Tekbir, Ziya Gökalp’in Çanakkale, Ahmet Nedim’in Namaz başlıklı şiirleri yanında O. Seyfi Orhon, E. Behiç Koryürek, Celâl Sâhir Erozan, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ömer Seyfeddin, Mehmet Emin Yurdakul, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Mehmet Niyazi Özdemir ve daha yüzlerce kalem erbabı Çanakkale üzerine eserler vermişlerdir. Şiirlerin bir kısmı, Çanakkale Şiirleri Antolojisi isimli kitapta toplanmıştır. 
(1) İttifak Devletleri: Almanya ve Avusturya-Macaristan
(2) İtilâf Devletleri:  Fransa, İngiltere, Rusya, İtalya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri
(3) Tahmis: bir şiirin her beytinin zerine, üç mısra katarak her beyiti beşer mısra hâline getirmek. 
TÜRKLERİN NEVRUZ BAYRAMI
Nevruz,  Avrasya kuşağında yaşayan Türklerin en eski ve en köklü bayramıdır. 21 Mart kutlamalarının, geniş bir coğrafyaya yayılmış farklı kültürlere göre değişik sebepleri vardır: 
* Eski Türk kaynaklarında Nevruz, 12 hayvanlı takvimin yılbaşı günüdür.
* Ebulgazi Bahadır Han’ın 1663 tarihinde yazdığı Secere-i Türkî isimli eserinde Nevruz,  Türklerin Ergenekon’dan çıktığı gündür. 
* Kürtler, Kawa adlı demircinin, zâlim hükümdar Dehhak’ı alt etmesini anlatan efsaneyi Nevruz ile özdeşleştirmişlerdir. Bu sebeple terörist elebaşısı Abdullah Öcalan, 1990 yılında 21 Mart gününü, PKK Bayramı olarak ilân etmişti. Ancak, PKK ve Abdullah Öcalan eşkıyası yokken de Nevruz vardı ve kutlanıyordu. 
* Bazı Müslüman topluluklarında Nevruz, Cenab-ı Allah’ın kâinatı ve insanı yarattığı gün olarak kabul edilir. 
* Eski takvimlerde yılın ilk günü, Milâdi takvime göre 21 Mart’tır. 
* Alevi cemaatinde Nevruz, Hazret-i Ali (kav)’nin doğum günü ve aynı zamanda Hazret-i Fatma (ra) ile evlendiği gündür. 
* Şiilerde Nevruz, Hazret-i Ali’nin halife ilân edildiği gündür. 
Farsça bir kelime olan Nevruz, “Yeni Gün” anlamındadır. Altay’lardan Makedonya’ya kadar uzanan topraklarda ve İran, Irak, Arabistan ve Mısır’da Nevruz, tabiatın bahara açılışını sembolize eder. İyilik, güzellik, ümit ve dostluk bayramı olarak kutlanır.
Bazı bölgelerdeki Nevruz kutlamalarında; ateş yakmak, ateşin etrafında dans etmek gibi cahiliyye devrinden kalma motiflere rastlanmaktadır. Bu alışkanlıkların, ateşe tapan insanlar arasında ilk devleti kuran Cemşid’den kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bilindiği gibi Cemşid, tahta geçtiği günü, bayram ilân ederek, ateş yakılmasını ve etrafında dans edilmesini emretmişti. 
İslâmî açıdan bakıldığında Nevruz’u mübârek bir gün olarak kabul etmek ve kutlamak için herhangi bir sebep yoktur. Ancak 21 Mart’ı baharın başlangıcı olarak kabul edip, toplum içerisinde barışın ve kardeşliğin paylaşılmasına ve yayılmasına vesile addedilerek yaşanması mümkündür. Hatta faydalıdır da. Unutulmamalı ki, İslâmiyet dışı semâvî dinlerin, Türk olmayan mensuplarında Nevruz kutlamalarına rastlanmıyor. 
Geçmiş yıllarda Nevruz, bölücü grupların ideolojik gösterilerine âlet ediliyordu. Bu sebeple ülkemizde Nevruz kutlamaları yasaklanmıştı. 1990’lı yılların başlarında bu yasak kaldırıldı. Böylece dört bin yıldan bu yana var olan Nevruz’un, ülkemizde de iyi niyetli insanlar tarafından kutlanabilmesine imkân sağlanmış oldu.  Bilindiği gibi Komünizmin kızıl diktatörlüğü ile yönetilen dönemlerde de Türk Cumhuriyetleri’nde Nevruz kutlamaları yasaktı. 
21 Mart’ı, güzelliklerin paylaşılacağı bahar bayramı olarak kabul edenlerin Nevruz’u kutlu  olsun !
SELAHADDİN EYYÜBİ
Eyyübî Devletinin kurucusu ve ilk Hükümdârı, Şark’ın Sevgili Sultanı olarak anılan Türk asıllı Selâhaddin Eyyübî, Irak’ın Tikrit şehrinde, 1137 yılında doğdu. 58 yaşında iken 4 Mart 1193 tarihinde Suriye’nin Şam şehrinde vefat etti.    
Babası, Selçuklu Devleti’nin önde gelen devlet adamlarındandı. 1171’de Şiî Fâtımî Devleti’ne son vererek Mısır’da Sünni Müslümanlığı hâkim kıldı. Bölgedeki Müslümanların lideri konumuna geldi. 4 Temmuz 1187’de Haçlı Ordusu’nu perişan ederek 2 Ekim 1187’de Kudüs’ü fethetti. Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi ile Selâhaddin Eyyübî, İslâm Âlemi’nin en önemli liderlerinden biri oldu. Hayatının sonuna kadar da İslâm’ın bayraktarlığını yapmaya devam etti. İkinci Haçlı Seferi karşısında da galip geldi. 1189-1192 yılları arasındaki üçüncü Haçlı Ordusu, Arslan Yürekli Richard adı ünlü bir komutan yönetiminde tekrar Selâhaddin Eyyübî ile karşılaştı. Onları da yendi, Rişar’ı esir aldı. Ona çok iyi muamele etti. Selâhaddin Eyyübî, kendi ülkesinin insanlarına ve dindaşlarına olduğu kadar esir ve mağlûp Hıristiyanlara karşı da merhametli idi. İlme ve âlimlere saygılı davranıyordu. Medreseler yaptırdı, yönetimi altındaki şehirleri bölgenin ilim merkezi hâline getirdi.  Hayatı, at üzerinde savaştan savaşa koşarken geçen Selâhaddin Eyyübî’nin öldüğünde,  mezarını yaptıracak kadar bile para ve mülk sâhibi olmadığı anlaşıldı.
Kürtlere ayrı bir ırk şuuru kazandırarak, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda bir Kürt devleti kurulması fikrini telkin edenler, halkın kendilerine sempati ile yaklaşması için tıpkı komünistler gibi tarihî şahsiyetleri ve tarihî olayları istismar ederler. Selahaddin Eyyübi de bu istismar tasalluduna mâruz kalmıştır. İddia sâhipleri, mehaz olarak ‘Kürt Tarihi’ olarak da kabul edilen ve 1597 yılında tamamlanan Şerefname’yi gösteriyorlar. Şerefnâme ise Selahaddin Eyyûbi’nin Kürt olduğuna dair iddiayı; ‘tarih bilginlerinin ve araştırmacıların rivayetlerine’ bağlıyor. Bu bilginlerin ve araştırmacıların isimlerini vermediği gibi, belge de ibraz etmiyor.  Bugüne kadar güvenilir hiç bir İslam tarihçisi veya ilim adamı Şeref Han’ı teyit etmemiştir.
Selahaddin Eyyübi Türk’tür. 
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’ 
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! 
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer. 
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, 
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil, 
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. 
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. 
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, 
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. 
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. 
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, 
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre. 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm. 
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi; 
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi. 
Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek. 
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... 
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. 
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? 
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. 
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; 
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. 
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... 
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, 
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
MEHMET AKİF ERSOY