“Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe sahip olamayışımızın sebebi tarihlerimizin, gerçek okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya birtakım meddahların veya birtakım kendini beğenmişlerin gerçek ve mantıktan uzak sözlerinden başka kaynak bulamamak talihsizliğidir. Tarihi yapan akıl, mantık, düşünüp karar verme değil, belki bunlardan daha çok duygulardır. Sonradan uydurma bir eser meydana getirerek ertesi gün pişman olmaktansa, hiçbir eser meydana getirmemek, beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir. 

İnsanların tarihten alabilecekleri önemli dikkat ve uyanıklık dersleri, bence devletlerin umumiyetle siyasî kuruluşların oluşmalarında, bu kuruluşların niteliklerini değiştirmede ve bunların çözülme ve sonlanmalarında etkili olmuş olan sebepler ve etkenlerin incelenmesinden çıkan sonuçlar olmalıdır. Meselâ Osmanlı İmparatorluğu’nun doğmasını gerektiren sebep ve etkenlerin incelenmesinden çıkan sonuç, önemli olduğu gibi, bu imparatorluğun batması sebep ve etkenlerinin incelenmesinden çıkacak sonuç da o kadar önemlidir. Bu incelemelerde, şüphesiz siyasî kuruluşu kuran milletlerin her görüş noktasından kültürleri derecesi incelenir; kişilerin olumlu ve olumsuz etkileri göz önüne alınır.

Tarih ne güzel aynadır. İnsanlar, özellikle ahlâkta gelişmemiş kavimler, en büyük kutsal kavramlar karşısında bile hasis duygulara tâbi olmaktan nefislerini menedemiyor. Tarihin sinesine geçen büyük hâdiselerde, bu hâdiseler içinde etken olanların hal, hareket ve davranışları onların ahlâk düzeylerini ne açık gösterir. Teorik olarak hükümdarlar bağımsızlık karşıtı olamazlar. Bir varlığın başında bulunanlar o varlığın daima kendi ellerinde kalmasını isterler; fakat gerçekte halkın iradesinin belirmesine karşıdırlar. Bu düşmanlık o kadar büyüktür ki, bu hususta mağlup olmak ihtimali karşısında yabancı kuvvetlere başvuran hükümdarlar yok değildir. Tarih, bu cins hükümdarları kaydetmiştir.  

Tarihte şanlar, şöhretler kazanmış pek çok insanlar millî noktadan erdeme sahip değildir. Meselâ gerçekten askerî kudret sahibi olan, Moskova’ya kadar giden, yangınlar harabeler üstünden Fransız ordusunu sürükleyip eriten Napolyon’u düşününüz. Onun hareketleri Fransız milletinin gerçek ve millî çıkarlarını değil, kendi cihangirane emellerini tatmin içindi. Bunu tatmin için Fransa’nın milyonlarca seçkin evlâdını eritti ve nihayet hepinizin bildiğiniz sonuca uğradı. Bizim Osmanlı Tarihi’ndeki en büyük ve şanlı görülen hareketleri de aynı noktadan incelemek, aynı nitelikte karşılaştırmak mümkündür.

Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. İnsanların meşgul olduğu bütün sorunlar, karşılaştığı bütün tehlikeler, kazandığı başarılar, ortaklaşa, umumî bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğu milletlerinin, batı milletlerine saldırı ve hücumu, tarihin belli başlı bir evresidir. Doğu milletleri arasında, Türk unsurunun başta ve en kuvvetli olduğu bilinen bir gerçektir. Gerçekten Türkler, Müslümanlıktan önce ve Müslümanlıktan sonra, Avrupa içerisine girmişler, saldırılar, istilâlar yapmışlardır. Batıya saldıran ve istilâlarını İspanya’da Fransa sınırlarına kadar sürdüren Araplar da vardır. Fakat, her saldırıya karşı, daima, karşı saldın düşünmek gerekir. Karşı saldırı ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir önlem bulmadan hareket edenlerin sonu, yenilmek ve bozguna uğramaktır, yok olmaktır.

Batının, Araplara karşı saldırısı, Endülüs’te acı ve ibrete değer bir tarihî felâket ile başladı. Fakat, orada bitmedi, izleme, Afrika kuzeyinde devam etti. Attila’nın, Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk Devleti yıkıntısı üzerinde kurulan Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu dönemlere gözlerimizi çevirelim. Osmanlı hükümdarları içinde, Almanya’yı, Batı Roma’yı zapt ve istilâ ederek muazzam bir imparatorluk kurmak girişiminde bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan biri, bütün İslâm âlemini bir noktaya bağlayarak yönetmeyi düşündü. Bu emelin yöneltmesiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem İslâm âlemini egemenliği ve idaresi altına almak gayesini izledi. Batının arasız karşı saldırısı, İslâm âleminin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böyle cihangirane tasavvurlar ve emellerin aynı sınır içine aldığı muhtelif unsurların uyuşmazlıkları, sonuç olarak benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihin sinesine bıraktı. Yüzyıllardan beri düşmanlarımız, Avrupa milletleri arasında Türklere karşı kin ve düşmanlık fikirleri aşılamışlardır. Batı belleklerine yerleşmiş olan bu fikirler, özel bir düşünüş biçimi meydana getirmişlerdir. Bu düşünüş biçimi hâlâ her şeye ve bütün olaylara rağmen mevcuttur.

Bizim Türk milletimiz, eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın üstün niteliklerini daha gençliğinde kazanmıştır; tâ uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî olsun, manevî olsun hiçbir sıkıcı sınır içinde durmaz yaradılışta olduğundan yüksek anayurdunun, dünyadan uzak vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman bu ilk Türkler, başlarını alarak dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar. Yılmaz atalarımızın bütün bu ilk akınlarıyla bugünün Türk milleti olan bizler pek fazla ilgiliyiz. Ancak, en büyük ilgimiz onların Çin büyük duvarını paralayarak o zamana kadar korunabilmiş Çin uygarlığının tâ yüreğine sokulmalarına yahut kuzeybatıya doğru dönerek geniş İskandinavya bölgesine girmelerine ait olmadığı gibi, tarihin Atilla dediği büyük bir Türk komutasında Orta Avrupa’ya akın etmesine veya kardeş milletlerin bu gibi istilâ hareketlerine de bağlanamaz.

Biz, doğal olarak ve başlıca o grupla ilgiliyiz ki tam batı yönünde Yakın Doğu’ya doğru gelerek, bugün Sümer uygarlığı, Hitit uygarlığı denilen uygarlıklarla Anadolu’nun başlıca tarihten önceki uygarlıklarını kurmuşlardır. Batı uygarlığı, Asya kıtasındaki insan denizinin bu birbirini kovalayan dalgaları önüne bir büyük set kurdu ve bu set en sonra Bizans İmparatorluğu şeklinde meydana çıktı. Bu imparatorlukla atalarımız dövüşmeye başladılar. Zafer tam pençemize girerken bu sefer batıdan gelen başka bir dalga -Haçlılar- Anadolu’ya saldırarak kesin zaferimizi, yani büyük savaş ödülü ve geniş imparatorluk sembolü olan İstanbul’u almamızı tam iki yüz yıl -1453 yılına kadar- geri bıraktı.

Biz Türkler, her çağda doğunun kılıcının keskin ağzı idik. Lâkin gitgide birçok levanten unsurlar biz galiplere karıştıklarından, Osmanlı İmparatorluğu denilen o milletler karması ortaya çıktı. Bu Osmanlı İmparatorluğu, memleketteki Türk unsurunu Avrupa içlerine karayel (kuzey-batı) yönünde iki büyük met dalgası halinde kullanmakla istifade etti. Kanuni Süleyman zamanında, aradaki bütün Balkanlarla ötelerini zapt ederek Viyana kapılarına dayandı. Türklerin bu yönde ikinci dalgalanışı IV. Mehmet zamanındadır ki, o da aynı derece cengâverane ve zaferlidir. Osmanlı İmparatorluğu biz kahraman Türkler nedeniyle bir büyük devlet oldu ve dinimiz olan İslâmiyet üzerine büyük bir ruhanî örgüt yapıldı.

İşte bu devlet ile ruhanî örgüt çok kuvvetli bir kuruluş halinde İstanbul’da birleştiler. Milletimiz, ufak bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka batı âlemine, düşman içine girdi ve orada çok büyük güçlükler içinde bir imparatorluk kurdu. Ve bunu, bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri tam bir hayranlık ve büyüklükle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet, elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle olamazdı. Dünyaca bilinmektedir ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu olağanüstü hızla ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de yıllarca iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu kuruluşunun değil, bütün devlet kuruluşlarının olağanüstü üstünlüğünü ve kendilerinin yetenekli olduğunu gösterir. Büyük devletler kuran atalarımız, büyük ve kapsamlı uygarlıklara da sahip olmuştur. Bunu aramak, incelemek, Türklüğe ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur.

Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan görüş, bizim de içimize girmiştir. Dört yüz çadırlık göçebe bir kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ, millete tarihini, soylu bir millete mensup bulunduğunu, bütün uygarlıkların anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz. Büyük işleri yalnız büyük milletler yapar. Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha büyük olur.  

Kafasını ve vicdanını, en son ilerleme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecektir ki, onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, özgür, uygar ve yüksek bir ırktan gelen yüksek yetenekli bir ırktır. Bir de şunu iyi bilmek gerekir ki, eski zamanlara ait Eti(Hitit)’lerimiz, atalarımız, bugünkü yurdumuzun ilk ve yerli halkı olmuşlardır. Burasını binlerce yıl evvel anayurdun yerine öz yurt yapmışlardır. Türklüğün merkezini Altay’lardan Anadolu-Trakya’ya getirmişlerdir. Türk Cumhuriyeti’nin sarsılmaz temelleri, bu öz yurdun çökmez kayalarındadır.

Bu kutsal yurdun öz mirasçısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz bekçisi o büyük, yüksek, soylu Türk milletinin bugünkü genç ve dinç çocuklarıdır; biziz. Türk çocuklarında yetenek, her milletinkinden üstündür. Türk yetenek ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için gereken atılım kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu yetenekle kimseye boyun eğmeyeceklerdir. Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır; bu da İslav araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların millî bilinçlerini uyandırdığı zaman, biz Balkanlar’da Trakya sınırlarına çekildik.”

Peki bütün bu güzel tespit ve öğütleri acaba kim söylüyordu biliyor musunuz?

Mustafa Kemal!

O “Türk Çocukları için Milli Tarih” yazılması özlemini bir toplantı sırasında Türk Tarih Kurumu üyelerine şöyle dile getirmişti: “Ben gelip geçici bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün yeteneklerine inandığım Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin!”