HAZÎRE’LER İÇİNDE İFTAR PROGRAMLARI!... 

Bu köşe’nin, müdâvim okuyucu’larından, görüş ve düşüncelerine hürmet ettiğim, ba’zı dost’larımız, “Sizin vakıflara, vakıf eserlerine, mezarlıklara, şehir’lerin içerisindeki Hazîre’lere hassâsiyyetinizi biliyor, saygı duyuyoruz. Ancak, son haftalardaki yazılarınızda çok sert ve insaflı olmayan ifadeler var,” dediler. Oysa ki, bu ülke’de, özelinde İstanbul’da, vakıf eser’lere, mezârlıklara ve şehir içerisindeki Hazîre’lere, revâ görülenlere karşı, söylediklerimin çok yumuşak kaldığı inancındayım. Hemen hemen, her gün, gelip-geçtiğim, İstanbul-Sirkeci’de, Gülhâne Parkı’nın karşısında bulunan, Karakî Hüseyin Ağa Cami’i’nin Hazîre’sinin nasıl tahrip edildiğini ve buraya iş hanlarının nasıl dikildiğini yakinen bilen ve ta’kip eden birisi olarak kahrolmamak, öfkelenmemek Salâbet-i Diniyye sahibi birisi için mümkün müdür?

1970’li yıllar’da, İstanbul Sirkeci’de, Orhaniye Caddesi, Alayköşkü Caddesi ve Ebu’s-Suûd Caddesinin kesiştiği nokta’da, Karakî Hüseyin Ağa Cami’i’nin Haziresi vardı. Eş-Şeyh Hasan el-Ünsî Hazret’lerinin de türbesinin bulunduğu bu büyük Hazîre, maalesef çok bakımsız bir durumdaydı. İhâta duvarları yıkılmış, her biri birer tarihî eser niteliğindeki mezar taşları devrilmiş, hamalların arkallıklarını, seyyâr satıcılarının el arabalarını geceleri depo ettikleri bir yer haline gelmişti. Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne yapılan müracaatlara, “Bütçe’de para yok, şu anda bizim yapabileceğimiz herhangi bir şey yok,” diye cevap veriliyordu. 

Bu yıllar’da İstanbul Nakliyat Ambar’ları, Sirkeci’de Ebu’s-Suûd Caddesi üzerinde terâküm etmişti. Zaman içinde, ba’zı saygısız ambar işleticileri kamyon’larını bu Hazîre üzerinde yükleyip-boşaltmaya başladılar. Bundan sonra, Hazire’de mevcud mezarlar, mezâr taşları yerle bir oldu, Hazîre büyük ölçüde boş arsa haline getirilmişti. Birileri, buraya bir İş Hanı dikti. Söylenenlere göre, bu iş hanı’nı, o yıllar’da Sirkeci Piyasasında-Sirkeci kahvelerinde, kamyon komisyonculuğu Aydın Doğan’a ait olduğu bilinmektedir. İş Hanı’nın isminin, “KELKİT,” ya da, “BÜYÜK KELKİT,” olması da bu ihtimali kuvvetlendiriyor. 

Hazîre’nin, Alemdar Caddesiyle Ebu’s-Suûd Caddesinin kesiştiği köşesine Türk Kızılayı da bir bina inşa ettirdi. Bu bina, önceleri Türk Kızılayı İstanbul Şubesi binası olarak kullanıldı. Türk Kızılayı, Beşiktaş’taki daha büyük ve daha elverişli bir başka binaya taşınınca, Hazîre üzerine kurulu bu bina, ya satıldı, ya da kiraya verilmiş olmalıdır ki, hâlen, otel, gece kulübü ve disko olarak kullanılmaktadır. Yâni, daha ziyâde “Bitli Turist’ler,” gece sabahlara kadar Ecdadımızın mezâr’ları, kemikleri üzerinde tepinmektedirler. Turistik bir otel, içki, kumar ve fuhuş demektir. Bu menhiyyatın açıkça işlenir olduğu yerler, ma’bedler, mektep’ler, mezarlıklar-hazîre’ler yakınlarında açılamazlar. Ancak, düşman istilâsında bile görülmeyen durumlar maalesef, İstanbul’da, kim bilir daha yurdumuzun başka bölümlerinde görülmektedir. 

Bu iki bina’nın arasına bir üçüncü bina da, Merhûm İşadamı, Akseki’li Ömer Duruk tarafından inşa edilmişti. Ömer Duruk, İstanbul’da, otomotiv, oto lastiği, lokantacılık, meşrûbat dağıtımı, dericilik, kürkçülük, akaryakıt dağıtımı benzin istasyonları işletmeciliği, Bursa’da meyve suyu ve memba suyu, Konya’da makarna, bulgur, un, irmik, hubûbat ve bakliyat, akaryakıt dağıtımı, Antalya’da turizm, dinlenme te’sisleri, akar yakıt istasyonları yatırım olan Türkiye’nin en zenginleri arasında bulunan bir zât idi. 

Kendisi, 1940’lı, 1950’li yıllarda, Batı Toros’ların zirve’lerin –ki köyler’de, sansar, tilki, tavşan ve geyik derisi toplardı. Derî toplamak için Toros’lara üç-dört metre karın yağdığı kış günlerinde, bizim köyümüze de gelir, ba’zı yıllar haftalarca, Dedem, Sâni Mustafa Ağa’nın odasında misâfir edilirdi. Vakfiye gereği, çamaşırları yıkanır, üç öğün yemeği hazır edilirdi. Babam’ın, Amca’larımın yakın arkadaşıydı. Her rastladığımızda bana, “Ülen oğlum! Aradan bunca yıllar geçti, anne’nin pul biberli un çorbalarını unutamadım,” derdi. 

Bu yakınlıklardan da cesâret alarak, Babamın, Amcalarımın kendisine hitap ettiği gibi, mahellî şive ile, “Omar Ağa! İstanbul’un pek çok yerinde iş hanlarınız, dükkanlarınız, gayr-i menkûlleriniz vardır. Biliyorsunuz, burası, esas i’tibâriyle, bir mezârlık, bir hazire’dir; her nasılsa, ne olmuşsa, bir şekide tapusunu almışsınız. Ama, geliniz, buraya bir bina inşa ettirmeyiniz. Biliyorsunuz ki, vakıf mallarına, mezârlıklara, hazîre’lere göz dikenlerin iflah olduğu görülmemiştir. Fakat bütün ikaz ve ihtarlara rağmen, bu Hazîre üzerine bir iş hanını kondurdu. 

Bina tamamlandıktan sonra şirket’lerinin ba’zılarını bu bina’ya taşıdı. Taşıdı ama, bu taşıma daha sonra kendisinin ve şirketlerinin başına gelecek bir dizi felâketin başlangıcı oldu. 

- Çok sevdiği ve gözü gibi koruduğu oğlu, şirketlerinde görev almayı reddetti, Ankara’ya taşındı, başka iş tuttu. Uzun yıllar torunlarını bile kendisine göstermedi. Omar Ağa, uzun yıllar oğul hasretiyle, torun hasretiyle yanıp tutuştu. 

- Oğulları gibi sevdiği-güvendiği, her işini rahatlıkla emânet ettiği ve ba’zı şirketlerine ortak ettiği bir zât vardı. Genç yaşına rağmen, kalp krizinden vefat etti. Omar Ağa, oğlunu kaybetmişçesine üzüntüye boğuldu ve kahrolmuştu. 

- Antalya ve Konya civarında bulunan benzin istasyonları ve dinlenme te’sisleri, gasb’a uğradı, paraları gasp eden eşkıya te’sislerde çalışan ve ekserisi yakın akrabalarından olan ba’zı elemanlarını da katlettiler. 

- Arsa’sının tahsisi hususunda devrin Başbakanı, Merhum Süleyman Demirel ve devrin Emlâk Kredi Bankası Genel Müdürü Mi’raç Aktuğ nezdinde bizim de gayretlerimiz olmuştu. Ataköy 5. Kısım Cami’i’nin yaptırılması için bir dernek kurmuştu ve bu derneğe başkanlık etmişti. Civardaki te’sislerin ve Ataköy sâkinlerinin yardımlarıyla cami tamamlandı. Omar Ağa, Cami’in isminin, “Hacı Ömer Duruk Cami’i” olmasını çok istiyordu. Fakat derneğin diğer aza’ları, “Cami’i tek başına, tüm giderleri cebinizden karşılaşarak siz yaptırmadınız. Doğrudur, katkınız var, fakat cami büyük ölçüde Müslümanlardan toplanan yardımlarla tamamlandı. Niçin sizin isminizi verelim,” diye i’tirazda bulundular. Omar Ağa, bir gece gizlice, “Hacı Ömer Duruk,” levhasını cami’i’n duvarına astırdı. Diğerleri söktürdüler, o yine astırdı. Kavgalar oldu nizâ çıktı. Demem odur ki, bunca servete ve bunca i’tibâr’a rağmen, Omar Ağa, bu dünya’da hiç huzur bulmadı. Âhiretteki hisabını ancak Allah bilir. Aynı Hazîre’ye iş hanı inşâ ettiren, Aydın Doğan’ın âkibetini ise yaşayanlar görecektir. 

Devletimiz gerçekten güçlü olsaydı, geçmişimizden Ecdâdımızdan bahsederken, “Mangalda Kül Bırakmayan” Devlelûler samîmî olsaydılar, bir şekilde işgâl edilmiş, vakıf yerlerini, telâfisi imkân dahilindeki mezarlıkları, hazire’leri eski haline rücu ettirirler. Her biri birer ucube olan bu binalar yıktırılır, yerleri, birer çiçek ve gül bahçesine çevrilir. 

İstanbul Zeytinburnu’nda, Tarihî Yarımada’nın ensesine saplanmış bir süngü gibi, İstanbul’un silüetini bozan gökdelenler de, esas i’tibariyle mezarlık üzerine inşa ettirilmiştir. Diğer sebeplerin yanında, sırf bu sebeple bu gökdelenlerin yıkılması gerekmektedir. 

Heyhât! Prof.Dr. Ahmed Davutoğlu’nun “Güç Yozlaşması,” dediği, vaziyet tahakkuk etmiş, hâlen, Kabine’de bulunan bir Bakan da bu gökdelenlerden bir veya birden fazla dâire edinmiştir. Sırf bu sebeple Ahmed Davutoğlu’nun kabine’lerinde, kabine dışı bırakılan bu bakan, son BİNALİ YILDIRIM kabinesinde tekrar Bakanlık vazifesine getirilmiştir. İstanbul Büyükşehir Belediyesini de fiîlen idare etmekte olan günümüz Muktedir’inin, “Yıkınız,” demesi yeterli olacaktır. Çünkü iki dudağının arasından çıkan söz, ba’zılarınca kanun, ba’zılarınca da Anayasa hükmündedir. Ama, demeyecektir. Atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir...