Çarlık Rusya’sının yerini “Halklar Zindanı” olarak adlandırılan Sovyetler almıştır. Aslında sadece bir isim değişikliği yaşanmıştır. İnsanların beklentilerini hiçbir şekilde karşılamayan Sovyetler, Çarlık Rusya’sının yüzyıllardır yapamadığı Ruslaştırma siyasetini daha da hızlandırmış, Rus olmayan millet üzerindeki baskı ve zulüm daha da artmıştır. Beterin beteri vardır, derler. Sovyetler, Çarlık Rusya’sını özletmiş, yani gelen gideni aratmıştır. Sovyet rejimi, koşulsuz boyun eğen “yeni Sovyet insanı” yetiştirmeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla Sovyet rejimini yüceltmeyen, komünist doğmaya katkı yapmayan, propagandanın emrine girmeyen yazarlar ve aydınlar “siyasi suçlu” olarak değerlendirilmiş ve en sert şekilde cezalandırılmıştır. Bilhassa 1937–1938 yılında bu yargılanan ve idam edilenlerin sayısı arşiv belgelerine şöyle yansımıştır:
         “Bütün Rusya’da Bolşeviklerin iktidara geldiği 1917 yılından 1990 yılına kadar siyasi suçlu olarak yakalanmış insan sayısı 3 milyon 853 400’dür; idam edilenlerin sayısı ise 827 995.
         Bütün Sovyetler boyunca 1937–1938 arasında siyasi suçlu olarak yakalanmış insan sayısı yaklaşık 3,5 milyon, idam edilenlerin sayısı ise yaklaşık 650 000’dir. Öldürülenlerin %55’i yüksek askeri dereceli kişilerdi. 200 000 kadarı devlet güvenliği kurumlarının çeşitli kademelerinde çalışan kişilerdi; 500’ü yazar ve aydındı. Bunlar, Beyaz Ordu’nun yüksek derecedeki askerleri, ödüllendirilmiş kişiler, Bolşevik olmayanlar, Stalin’e karşı olanlar, Sovyet Devleti’nin “ebediliği”ne şüphe ile bakanlar, Sultan Galiyevciler, Troçkiciler, casuslar ve başkaları olarak suçlandılar.  

         Tataristan’da yıllara göre idam edilenlerin sayısı:
         Yıl 1929 (Kasım ve Aralık ayları)  40 kişi
         Yıl 1930                                          317 kişi
         Yıl 1931                                          251 kişi
         Yıl 1932                                          16 kişi
         Yıl 1933                                          29 kişi
         Yıl 1934                                          -
         Yıl 1935                                          -
         Yıl 1937                                          2519 kişi
         Yıl 1938 (23.08.38–31.12.38 kadar) 627 kişi.” (Kurban 1998: 107)
         
         1917 yılından sonra yerleşen totaliter rejim birçok insanın hayatını alt üst emiştir. Yukarıda verilen resmi rakamlar dışında yargılanan, idam edilen, soğuk Sibirya “Gulag”larına ve susuz Kazakistan çöllerine sürülen, 1920 ve 1950’lı yıllarda yapay ‘açlık’ yüzünden hayatının kaybedenlerin sayısı bazı kaynaklara göre Sovyetlerin dörtte birine denk gelen 30–40 milyonu, bazı kaynaklara göre ise nüfusun yarısına denk gelen 50–100 milyonu bulmuştur. Bu sayılar hiçbir zaman tam olarak tespit edilememiştir. Her ne kadar kayıtlar tutulmuş ise de, arşiv belgelerinin ne kadarı halka açılmış, bunun dışında tüm ölümlerin de kaydedilmediği bir gerçektir. Bu ürkütücü rakamlar, totaliter rejim altında ezilen halkın hangi şartlar altında yaşadığının da bir göstergesidir. Karanlık fikirlerinin ortaya çıkmasından korkan Stalin, halkı aydınlatan ileri düşünceli fikir ve bilim adamları, yazar ve sanatçıları cezalandırmayı ilk hedef olarak belirlemiştir. Stalin’in zindanlarından çıkamayan büyük çoğunluğun dışında bu cehennemden sağ kurtulanlar da olmuştur. Stalin Devri’nin zulmünden kurtulan yazarlar, geç de olsa yaşadıklarını kaleme almış ve toplum tarafından bilinmeyenleri gün yüzüne çıkarmıştır.

         Yaşanan zulüm ve baskıları, hapishane, çalışma kampı ve sürgünü kaleme alan insanlardan birisi Tatar yazar İbrahim Salahov’tur (1911–1998). “Karşı devrimci milliyetçi örgütünün aktif üyesi”, “Halk düşmanı”, “Sovyet Hükümetini yıkarak Büyük Turan Devleti kurmak için hazırlıklarda bulunma” suçlarıyla İbrahim Salahov 1937 yılında yakalanmış ve 10 yıl sürgün ile cezalandırılmıştır. 10 yıl Kolıma Madenlerinde çalışan ve burada bir ayağını kaybeden Salahov, yaşadıklarını “Kolıma Hikeyelere” (Kolıma Hikâyeleri) başlıklı romanında açık yüreklilikle kaleme almıştır. Roman 1957–1981 yılları arasında yazılmış olsa da ancak 1988 yılında “Kazan Utları” (Kazan Otları) Dergisinin 4–6. sayılarında “Taygak Kiçü” (Kaygan Geçit) adı altında yayımlanmıştır. Daha sonra 1989 yılında “Kolıma Hikâyeleri”  adıyla kitap olarak Kazan’da basılmıştır. İbrahim Salahov’un “Kolıma Hikâyeleri” bir otobiyografik roman olmanın dışında dokümanter bir eserdir.        

         Stalin zulmünü kaleme alan diğer isim Tatar yazar Ayaz Gıylecev’tir (1928–2002). 1950 yılında “Sovyetlere karşı propaganda yürütme” suçuyla yakalanan Gıylecev, 10 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Ömrünün 5 yılını, çoğunlukla Kazakistan’daki çalışma kamplarında ağır işlerde çalışarak geçiren Ayaz Gıylecev yaşadıklarını 1990 yılında yazdığı “Yegez, Ber Doğa!” (Haydi, Dua Edelim!) başlıklı roman-hatırasında kaleme almıştır. Gençlik yılların altüst eden Stalin zulmünün gerçek tanığının bu romanı 1997 yılında yayımlanmıştır. Konuyla ilgili Ayaz Gıylecev şunları yazmıştır: “Yirmi iki yaşımdan yirmi sekiz yaşıma kadar – en bilinçli dönemimde, eğitimimi devam ettirmem gereken devirde, benim ömrüm tuğla fabrikalarında gazlı, pis kokulu odalarda, taş bodrumlarda geçti.” (Gıylecev 1997: 444–445).

        1980’lı yılların sonlarında demokrasi rüzgârlarının esmeye başlamasıyla birlikte Stalin Devrinde yaşanan zulüm, baskı, idam ve ölümler ile ilgili kitaplar arka arkaya çıkmaya başladı. Tatar edebiyatında Stalin Devri ve kurbanları ile ilgili boşluk doldurulmaya, yaşananların halka aktarılmasıyla telafi edilmeye çalışıldı. Yukarıda söz konusu olan eserler gerçek hayat hikâyeleriydi. Stalin Devri kurbanlarından birisi ve en önemlisi, siyasi kimliği ile öne çıkan, gerçekleri Stalin’in yüzüne korkusuzca haykıran ünlü Tatar devrimci Mirseyet Sultan Galiyev’dir (1892–1940). Sultan Galiyev yalnız kendisi yargılanmamış, adı “Sultan Galiyev Karşı Devrimci Örgütü”  adlı örgüte verilmiş ve birçok aydın Sultan Galiyevci damgası ile yargılanmıştır. 1930 yılının 28 Temmuz’unda 77 kişi “Sultan Galiyevci” suçlamasıyla tutuklanmış, onlardan 21’i idama, 11 kişiyi - 10 yıl, 24 kişiyi - 5 yıl, 11 kişiyi - 3 yıl hapis, 9 kişi 3 yıl sürgün cezasına çarptırılmıştır. 1931 yılının 13 Ocak tarihinde idam cezası 10 yıl hapis cezasına çevrilmiştir. Fakat Stalin Devri’nin en korkunç yılları olan 1937–1938 yıllarında “Sultan Galiyevci” damgası vurulanların büyük çoğunluğu idam edilmiştir. Sultan Galiyev üzerinde 1928 yılında başlayan takip, kovuşturma,  1940 yılında onun idamı ile son bulmuştur. 1990’lı yıllarda KGB arşivlerinin açılmasıyla birlikte Tatar yazar Rinat Möhemmediyev, arşivlerde Sultan Galiyev dosyaları üzerinde beş yıl kadar çalışmış ve bu arşiv çalışmalarının sonucu olarak “Sirat Küpere” (Sırat Köprüsü) adlı tarihi roman ortaya çıkartmıştır. 528 sayfadan oluşan bu kapsamlı roman 1992 yılında Kazan’da 5000 tiraj olarak yayımlanmıştır. KGB arşivlerindeki dosyalarla ilgili Möhemmediyev şunları yazmıştır: “Merkezi KGB arşivinde onun (Sultan Galiyev’in – R.K) dosyası ülke çapında en kapsamlı dosyalardan birisidir. Her birisi 300 ile 700 sayfa arasında olan 43 ciltlik bu facianın tarihi – sarsıcı bir gerçektir.” (Möhemmediyev 1992: 4). Yazar, roman adının neden “Sırat Köprüsü” sorusuna şu yanıtı vermiştir: “İster Sultan Galiyev’in özel hayatı olsun, ister Tatarların bağımsızlık arzusu, kıldan ince, kılıçtan keskin “sırat köprüsü”nden geçmekten başka hiçbir şeyle kıyaslamak mümkün değildir. Bugünkü durumumuz da nerdeyse aynıdır…” (Möhemmediyev 1992: 4). Sultan Galiyev’in kaderi Kazan Tatarlarının da kaderidir… Arşiv belgeleri doğrultusunda yazılan bu tarihi roman yukarıda söz ettiğimiz otobiyografik romanlar kadar değerlidir.

         “Eşiklik” kavramını ilke edinen Sovyetler, insanları yoksulluk ve sefaletin eşiğine getirmekle kalmamış, aynı zamanda “korku imparatorluğunu” da kurmuştur. İnsanlar o hale gelmiş ki, ev sakinlerine bile güven kalmamış. Yalancı şahitlerin ihbar ve iftiraları, dosyaların çoğalmasına ve kabarmasına neden olmuştur. Hapishaneler dolup taşmıştır. Hapishanelerdeki koğuşları ve koğuşlardaki yoğunluğu İbrahim Salahov şöyle özetlemiştir: “Bu koğuşta dört kişinin kalacağı yer varmış. İşte bu yıl “hasat yapıp” fazla “verimli” olunca odalardaki konfora, karyolada yatmaya sınır konulmuş. Yataklar çıkarılıp atılmış, onların yerine koğuşa boydan boya iki katlı tahta sedir döşenmiş. Şimdi burada dört değil, yirmi dört tutuklu kalıyor. Yattıklarında sadece yan olarak yatarlarmış. Sedire başka türlü sığılmıyor ve koğuşta hava yetmiyor. Bunun için mahpuslar pencere bölümlerini kırmışlar. Demir parmaklıklı pencere ile “kalfak” arasında – kar. Oradan süzülerek soğuk giriyor. Ama koğuşta yirmi dört can. Onlar nefes alıyor. İşte buradaki sessizliğin ve hamamdaki gibi terlemenin nedeni.” (Salahov 2013: 36). Stalin zindanlarının durumunu Çarlık Rusya’sı zindanları ile kıyaslamak gerekirse, 16 yıllık ömrünün 10 yılını Stalin hapishanesinde, 6 yılını sürgünde geçiren ünlü Tatar şair Hesen Tufan’ın (1900–1981), yazar Rafael Mostafin’e anlattıklarına göz atmak yeterlidir: “Pugaçev döneminde böyle koğuşlarda iki kişi kalmıştır. Tufan’ı buraya getirdiklerinde ise, koğuşta 80 civarında tutuklu bulunmuştur. Demir parmaklıklı pencereler tahta ile çivilenmiştir. Çok az hava alacak yegâne yer – kapının altındaki deliktir. İşte, o delik yanına uzanarak sırayla nefes alıyorlarmış… Bu koğuşta her gün birkaç kişi havasızlıktan ölüyor. Onları ayaklarından sürükleyerek götürüyorlar da yerlerine birkaç kişiyi iterek içeri sokuyorlar. Hava almak için dışarı çıkarmıyorlar. Yemekler de çok kötü… Koğuştakilerin hepsi de “siyasi”lermiş.” (Mostafin 2009: 52).  Bu anlatılanlar, Stalin zindanlarındaki durumu açıklamaya yeterlidir. Çarlık Rusya’sının 2 kişilik koğuşuna 80 kişiyi tıkıştırmak, ancak zalim Stalin’in aklına gelebilecek bir fikirdir. Balık istifi gibi koğuşa sıkıştırılarak doldurulmuş insanların hayatta kalma şansı yok denilecek kadar azdır. Bu da Stalin’in “insanlar eceliyle öldü, ben bir şey yapmadım, ben öldürmedim” demesine bir bahane olan işine gelecek, elini güçlendirecek bir olgudur. Bir taşla iki kuş, tutuklu insanların kendi eceliyle ölmesi aynı zamanda düşmanlarının yok olması demektir. Stalin zulmünü açık şekilde ifade etmeye çalışanlar ise derhal “deli” ilan edilmiş ve Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne kapatılmıştır. Bunların da sadece adı “hastanedir”. aslında bunlar bir nevi “hapishanedir”. Konuyla ilgili bu “hastanelerin” birisinde bir buçuk yıl kalan Tatar yazar Adler Timergalin (1931–2013) şunları söylemiştir: “ O (Adler Timetgalin – R.K) bir buçuk yılını Ruh ve Sinir Hastanesi’nde geçirmiştir. Bu konuda soru sorunca, Adler sadece: ‘Ey, akran, ne sen sor, ne ben söyleyeyim… Hem de ne hastane – hapishane düzeni… Gerçek delilerin arasında… Nasıl oldu da aklımı kaybetmedim – buna şükür ediyorum…” (Mostafin 2009: 79).
 
         Hapishane şartları, her ne kadar zor olursa olsun alışıyor insan, istese de istemese de. Çünkü buna mecbur, başka bir şansı veya başka bir seçeneği yok. Hale o kadar idamlar yaşanırken bir gün de olsa hayatta kalmak, ısrarlı bir umutla hapishaneden çıkacağı günü beklemek tünelin diğer ucundaki ışık gibi aydınlatıyor mahkûmları. İbrahim Salahov hapishaneye alışması ile ilgili şu satıları yazmıştır: “Hapishanede kaldıkça, tutuklu kaderine alışmaya başlıyor, böyle olması gerekiyor gibi. Ancak çan sesine, kilit şangırtısına hiç alışamıyor. Tıpkı ilk işittiğindeki gibi tüm benliği ile iğreniyor, kendi kendine titriyor ve nefesi kesiliyor, ne oluyor?” (Salahov 2013: 68). Tüm bu zor şartlar altında çeşitli işkence yollarıyla “suçlarını” kabul ettirilmeye çalışanların bazıları Stalin’e olan umutlarını kaybetmemiştir. “Hay, yoldaş Stalin suçsuz insanları işkenceye uğratır mı ki? Olmaz! Burada nasılsa köpek sürüsü kendi kötü niyetlerini düzeltecektir”, diye düşünenler arasında İbrahim Salahov da vardır. (Salahov 2013: 32). Hapishanede insanların hayatta kalmasını sağlayan en büyük etken ‘umut’tur. Suçsuz olduklarını bile bile hapishanede kalmak zor geliyor insana. Zindanlardaki umutlu bekleyiş bazen bayramlardan medet ummaya sürüklüyor tutuklu ve mahkûmları. Bilindiği üzere 1937–1938 yılı tutuklamaların zirve yaptığı yıllar olmakla birlikte 1937 yılı Ekim Devrimi’nin 20.yıldönümüdür. İşte o günlerdeki heyecanı İbrahim Salahov şöyle kaleme almıştır: “Bayram öncesi, herkesin gönlünü dalgalandırıyor, heyecanlandırıyor. Bayram günü, nasılsa sevinçli bir değişim olur gibi düşünülüyor. Beklenmeyen yenilikler-mutluluklar umut ediyorsun. Her yeni gün doğdukça işte o sevince yaklaşmış gibi sabırsızlanıyorsun. Hemen, hemen bayram olsa, diyorsun. Sabırsızlıkla bekliyorsun o ümitli günü… Sonunda, üzüntüyle, sabırsızlıkla, ümitle beklenen bayram günü… Ekim devriminin yirminci yıl tören günü, yedi kasım. Bu sabahki ilk sürpriz – bizim koğuşu sabah balandasından mahrum etmek oldu. Geçen akşamki balandayı vermediklerini de hâlâ unutamıyorduk. İşte sana çok lazımsa – “bayram hediyesi”... Henüz yerlerimizden fırlayıp kalkmamıştık ki, kapı açıldı, aceleyle müdür yardımcısı girdi. Her günkü gibi çok düzgün giyinmiş, elbisesinin hiçbir yerinde leke yok. Rahat, mutlu, şefkatli, belli, bayram tesirinde. Biz de rahatladık. Koğuşa güneş doğmuş gibi oldu. Ben kendi saflığım ve tecrübesizliğim ile bizi, bugünkü büyük bayram yani Ekimin yirminci yılı münasebetiyle tebrik eder diye de ümitlenmiştim. Düşüncem gerçekleşmedi. Bugün, diğer zamanlarda olduğu gibi kızgın bir şekilde bağırmadı, gülümser gibi konuştu: Haydi, yoklama alıyoruz.” (Salahov 2013: 42, 60 – 61). İşte yıkılan umutların bir tablosu. Açlık dışında “suçlarını” kabul etmeleri için uygulanan işkencelerin haddi hesabı olmamıştır. Dize kadar buzlu su ile dolu tek kişilik hücreye kapatmak, uykusuz bırakmak, öldüresiye dövmek, durmadan sorgulamak, küfür ve hakaretler insanları yaşayan ölüler haline sokmuştur. Tutukluların bazıları bu işkencelerden kurtulmak için “suçlarını” itiraf etmiş, bazıları ise tüm olumsuzluklara rağmen Stalin zulmüne karşı direnmiş, iftiralara karşı dik duruşunu korumuştur. Uydurma dosyalardaki sahte belgelere imza atmayarak hem kendilerinin hem de arkadaşlarının suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Çıkmayan canda umut vardır, derler. Bu insanları da çektiği zorluklar karşısında ayakta tutan şey umutları olmuştur. Tıpkı Thales’in “En uzun ömürlü nedir?” sorusuna verdiği yanıt “Umut. Son nefesimize kadar bizi terk etmez” dediği gibi…

         3 Mart 1953 tarihinde Stalin ölümüyle birlikte “suçluların” umutları daha da artmıştır. Milyonların hayatını karartan Stalin’in ölüm haberini hapishanede alan mahpuslar değişik duygular yaşamıştır: “Şimdi yıl 1953. Mart ayı. Radyo… Stalin öldü…  Bu haberden sonra kimileri ağladı. Kimileri lanet okudu. Kimileri de ümitlendi… Nihayet, partinin XX. kongresi. O, şahıs kültü cinayetlerini kaplayan kara, ürkütücü perdeyi kaldırdı. Dünya iğrenerek titredi. Gönül, şevkli coşkulu… “Halk düşmanı” denen damgadan, utançtan, baskıdan kurtulma ümitlerim tekrar alevlendi. ” (Salahov 2013:315). İbrahim Salahov’un bu sözleri tüm “suçluların” ortak düşüncesidir. Sonunda özgürlüğe kavuşmanın sevinci, sadece tutukluları değil yıllarca onların yollarını bekleyen ailelerini de sarmıştır. Özgürlüğe ilk adımını atan Salahov, hislerini şöyle dile getirmiştir: “….Nihayet özgürlük! Kulübe kapısından çıktım, daha yeni yürümeye başlamış gibi ağaç ayak ile kara bata çıka bir iki adım yürüdüm ve durakladım. Gerçek mi, rüya mı? Ben şimdi gerçekten de özgür müyüm? Korkup şüphelenmişçesine ardıma dönüp baktım. Bu ne hal? Gölge gibi ardımdan kaybolmadan “çabuk, çabuk” diyerek ittirip küfrederek yürüyen makineli, tüfekli nöbetçiler de, “havlayarak” üstüne atlayan çoban köpekleri de görünmüyor. Tuhaf! Gerçekten de onlar şimdi yok mu? Acaba o dar kapılı, parmaklıklı, pencereli kulübeden gizlenerek bu ne yapıyor, diye izliyorlar mı? On yıl boyunca kana, tene, kemiğe sinip kalmış bu kötü takipçilerin, peşine takılanların birden yok olmasına gönül de, göz de inanamıyor. Şaşırıp kuşkulanıp korkudan titreyerek çevreye bakıyorum. At başı kadar kilitle kilitlenmiş demir kapı… İki kat dikenli demir çubukla çevrelenmiş bölge…” (Salahov 2013:275–276). Fakat bu beklenen ‘özgürlük’ tutukluların düşlediği ‘özgürlük’ten çok uzak olmuştur. Özgür olduktan sonra da takipler devam etmiş, Stalin baskısından kurtulup evlerine dönenler, iş bulmakta zorluk çekmiştir. Zira yetkililer “halk düşmanı” damgası ile suçlananlara güvenememiş. Ne olur, ne olmaz… Hapishanedeki çile özgür hayatta da sürmüştür. Salahov “özgürlüğünü” şöyle tarif etmiştir: “Özgürlük, rahatlık ve eşitlik değilmiş henüz… Ümitlerim, ilkbaharda gürültü ile akan suyun üstündeki sabahın ince buzu gibi her adımda çatlıyor, tuz buz olup parçalara ayrılıyor.” (Salahov 2013:286).

         Stalin zindanlarından sağ çıkan insanlar anılarında ‘hapishanelerin bir okul’ olduğunda hemfikirdir. Ayaz Gıylecev bu konuda şunları yazmıştır: “Hapishane her ne kadar kötü, acımasız olsa dahi, benim için ibretli bir okuldu. Canımı sıkarak, zihnimi daraltarak, rahat bir nefes almaya izin vermeyen gençlik sorularımın, açıkça, kendim hak diye kabul ettiğim yanıtlarını ben orada buldum. Kısmen ben mutluydum. Eşsiz büyük eserleri ile halkını hayran bırakmaya hazırlanan kabına sığmayan bu can, nihayet, kendi yerini, Allah’ın ve büyük mucize sahibi – Doğa’nın belirlemiş gelişme zirvesini hapishanede buldu!” (Gıylecev 1997:149). Stalin zindanlarından da birçok aydın manevi bakımdan daha kuvvetlenerek hayatın getirdiği bilgi birikimi ile çıkmıştır. Bunların edebiyata yansıması ayrı bir zenginliktir. 1951 yılında Aleksandr Hurodze adındaki tutuklu bir Gürcü Ayaz Gıylecev’e şu sözleri söylemiştir: “Emperyalizm çökecek… Sovyetler yok olacaktır! Biz kampta boşuna yatmıyoruz…”(Gıylecev 1997:445).  1991 yılında çökecek olan Sovyetleri, Hurodze 1951’de öngörmüştür. Siyasetçilerin göremediğini, tahmin yürütemediğini Stalin zindanlarındaki aydınlar hissetmiş, uzağı görmüştür. Sovyetlerin çöküşü, çekilen acıların bedeli midir bilinmez ama arşivlerin açılmasıyla Stalin devri zulmünün ortaya çıkmasına ve halka ulaşmasına vesile olmuştur.