İstanbul’da yaşıyorum da İstanbulu yaşayamıyorum, oysa ne ümitlerle gelmiştim bu şehre güneydoğunun başkenti  Gaziantep’den dünya kültür sanat şehrimiz, masal İstanbul’umuza tayin istediğimde; sürgünmü edildin, neden İstanbul o şehirde yaşamak için evin, araban olmalı, gariban memur perişan olursun gitme demişlerdi. Gerçi taşı toprağı altın sayıldığı zamanlar değildi  fakat yine de İstanbul’du işte. Güneşin doğuşunu Beylerbeyi’nden, Gün batımını Üsküdar akşamlarından seyretmeli, yıldız yokuşunu tırmanıp semaya merdivenle çıkar gibi  yükseğe çıkmalı, yedi tepeli şehrin tepelerinden, Haliç’i Marmara’yı, tarihi yarımadayı seyrüsefa etmeli ve yorulduğuma değdi demeliydi  kişi.
Tarihi  saraylarını, camilerini, müzelerini, gezmeli o çağlara uzanıp ben işte bu imparatorluğun, bu şerefli ecdadın torunlarındanım diye haklı bir sevinç ve onurla mutlanmalıydı.
Heyhat! bugün beton şehir İstanbul’un binbir gökdelen tepesi yanında o eski tepeleri tümsek kalmışlar,manzarasını da beton perdeler kapatmış, turizm şehri değil turistlerin şehri olup, iki yakası bir araya getirilmek üzere firkete babında köprüleriyse deniz üstü çatıları sayılabilir.
İstanbul ah İstanbul mülteci barınağı, sığınmacı durağı kendinde kaybolmuş beton şehir, çilemsin. Ünlü   Pierre Loti tepesinde kafede; yanında lokumuyla şöyle köpüklü Türk kahvemi  içmeli, haliçe dalıp şiirler yazmalıyım, ah Rabia kadın ahhh senin de adını sildi ya bu tarih, yine düştün aklıma yazar Duygu ASENA’ Kadının Adı Yok’  derken haklıydın, Fransızlar Paris de  Pier Loti kafesinin adını değiştirip Rabia Kadın kahvehanesi yazarlarmıydı? haydi Rabia’yı unuttuk Fatma Aliye Hanım, İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Aliye Hanım’ın Fransızca  hayranlığı  ve yazmaya Fransızca’dan yaptığı çevirilerle başladığı bilinir. Nisvan-ı İslam adlı eseriyle  Udî adlı romanı Fransızca’ya çevrilmiştir. Bu ünlü yazarımızın adını .Pariste bir mekana verirlermiydi? sanmıyorum Tarih Türk’ün misafirperverliğini altın harflerle tarihe yazmış belleklere kazımıştır,ancak hak ettiği değeri vermemiştir. Konuyu dağıtmayayım İstanbulun her tarafı tarih kokuyor. Bu kaçıncı kez böyle hayallere dalıyor ineceğim  durağı geçiyorum,  farkına vardığımda hep geri dönüyorum, sana senin güzelliklerine döner gibi. Üzme beni İstanbul,gönlümün sultanı, saray İstanbul. Seni hep hayalmi edeceğim ne olur birazda gerçeğimde ol, güzel  İstanbul.
Derken otobüsün orta kapı penceresi önündeki boşluğa baka kalıyorum, patlayıncaya kadar içine tepiştirilmiş eşyasıyla, kocaman beyaz torba, daha doğrusu çuval, yan yatırılmış halde bana günaydın diyor, O asil hayallerimden pat diye gerçeğin ortasına düşmek bu olsa gerek. Başında da takım elbiseli,eli yüzü düzgün cep telefonuyla kürtçe konuşan bir adam, ’’Selavke, ser sera ser çava (Selam, Başım gözüm üstüne) hem çuvala hem adama nasıl bakmışsam artık  bana doğru yaklaşıp hanfendi  ben kürtçe söylüyorum diye siz beni teröristmi sandınız? demezmi. Korkudan dudağım uçukladı inanın.
Yahu  çuvalda ki bomba olsa böyle aşikar olmaz, terörist de siz gibi takımlı beyefendi olmaz ben sadece belediye otobüsleriyle insanların taşındığını düşündüğümden, görüntünün güzelliğine takılmış olmalıyım diye, sessiz cevabımı yutkunup, hemen cevap verdim; rica ederim beyefendi, ben kürtçe anlıyorum sadece çuval çok büyükte dedim, İkimizde güldük ya, ikimizde yalan söylüyorduk. O  kürt olarak potansiyel suçlu sanılmanın ezikliğini çok derinden hissediyor, bense acaba bombamı, hem de kürtçe konuşuyor şüphelerimi bastırıp adamla sohbet etmeye çalışıyordum.
- 16 yıl güneydoğuda  Milli Eğt .Müdürlüğü’nde Memur olarak görev yaptım kürtçe anlıyorum sadece bu kadar büyük çuvalın belediye otobüsünde taşınmasını abes buldum deyince, beyefendinin çok hoşuna gitti, hemen Diyarbakırlı olduğunu  söyledi. Yolcuyla tanışmayı, söyleşiye çevirmiştim, bu otobüs yolculuğumu yazacağım dedim. Gazetecimisiniz? aaaa bak bacım! ben Diyarbakır’lıyım hemma  1980 den beri çıkmışım, İzmirde kalıyordum, bizim çocuk İstanbul da hukuk okudu. Şimdi ben ona burda güzzell  bir köfteci  ‘İZMİR KÖFTE’  tükeni (Dükkan) açmışım  buyuruniz beklerim.
Elbette, hayırlı olsun fakat  neden  dükkanın adı Diyarbakır değil de İzmir, gülüyor gelmezler müşteri  gelmez.
Diyarbakır’ın  mert, misafirperver, paylaşımcı can dostluğunu
 Nesimi, Süleyman Nazif (d. 29 Ocak 1870, Diyarbakır – ö. 4 Ocak 1927, İstanbul), Türk aydın, şair, yazar ve devlet adamı.
Faik Ali Ozansoy (1875-1950): (d. 10 Mart 1876, Diyarbakır - ö. 1 Ekim 1950, Ankara), Türk bürokrat, eğitimci ve şair.
Ziya Gökalp:  (d.23 Mart 1876’da Diyarbakır-Ö. 25 Ekim 1924 İstanbul) düşünür, yazar, siyaset adamı
Cahit Sıtkı TARANCI: (4 Ekim 1910, Diyarbakır - 13 Ekim 1956, Viyana), Türk şair, yazar.
Sezai Karakoç (22 Ocak 1933, Ergani, Diyarbakır), Türk şair, yazar, düşünür ve siyasetçi.)
Gibi  bu toprağın bağrında yetişmiş müstesna kişileri sayarak, Diyarbakır’ın  tarihi asil görkemini anlatmaya çalışıyordum. Adam iç geçirip o sizin anlattıklarınız arşivde kaldı, bende  memlekete haber gönderdim akrabalarımdan Diyarbakır’ın eski siyah beyaz fotoğraflarından istedim, burada evimin duvarına asacağım şimdi ne o Diyarbakır var ne de sizin saydığınız adamlar kaldı.
Bakarmısın şu hırpani çuvalın hatırlattıklarına sanki açıldı da içindeki hatıralar ortalığa saçıldı bende bir- bir topluyordum. Çuval belki de genç birinin hayallerini umutlarını taşıyordu, sahibini  görebilsem! merakımı rahatlatacağım ancak; hala görünürde kimse yok. Boynuma dokunan fırtına şeklindeki klimayla üşüdüm eve gidinceye kadar boynum tutulur kaygımla sesimi kaptana duyurmak istedim, önümde ayakta duran gençlere seslendim lütfen klimanın ayarını düşürsünler söylermisiniz. Kulakları telefon mikrofonlarıyla tıkalı gençler beni duymamış sesim onlara çarpıp bana geri dönmüştü,hatta çoğunun gözleri kapalıydı ,oturanlar yer vermemek üzere uyur  rollerindeyken,ayaktakiler yorgunluk sendromuyla göz kapaklarını düşürmüş ayakta uyuyorlardı. Çuval benden başka kimsenin umrunda değildi, ne yazık duymayan, görmeyen, konuşmayan  günümüz teknoloji gençliği sosyal  anlamda kısır döngüye girmiştiler. Kendi dünyalarında yaşıyorlardı.
Bu güzergahta turistler yoktu bizler Türk, Kürt, Arap hepimiz sanki toplanma kampına doğru gidiyorduk.
Yolculuğumuzun sonuna doğru genç esmerce delikanlı kendi-kendine söylenerek çuvalı omuzlarken yine başıma kaldı diyordu, muhtemel mülteciydi, e tabiki de  Suriyeli.
Kısaca hayallerini, umutlarını değil de birilerinin günahını taşıyordu çuval çuval.
İnsanlık dramımıza mı üzülsem yoksa bombayla karşılaşmadığıma mı sevinsem bilemedim. Bu günde İstanbulda, İstanbulu yaşayamadan ve dışarı çıktığıma bin pişman eve döndüm.  

©  ÜZME BİZİ EY ŞEHRİ İSTANBUL

Şehid’lerin hızırca bir düşüp, bin dirilen
Cennetten bir bağ idin, sevaplarla girilen
O ‘’Milyon Taşı’’ mız ki tarihe ölçek duran
Nerden baksan , dünyanın merkezinde sayılan
Kutsal vatan evladı, uyan yeniden uyan!
Bu ne asrı zulümdür ,ne amansız bir zaman
Bölünmüş darb-ı saadet , vatanına yaban millet
Görse üzülmezmiydi,
FATİHİMİZ SULTAN MEHMET.

Görmezmi islamiyet bağındaki harabiyet
Sürgünlerin otağı desdursuz han mevcudiyet
Bir ileri medeniyet ,bu kadarmı verir illet
Damına ölü toprağı serilmiş yatan gibisin
Yaslan TÜRK’ün imanına, göğsünde  Hz KUR’an
Kutsal Vatan evladı uyan yeniden uyan
Haklarımız işgal olmuş  ele kısmet, bize niyet
O asil kanından senin besleniyorsa ucubet
Görse üzülmezmiydi
 ATATÜRK VE CUMHURİYET.
‘’GÖNÜL GÖZÜ’’