Hayat, hukuk, hürriyet, istiklal, kitap, medeniyet, memleket, milliyetçi, tecrübe, vatan kelimelerinin kullanılmasını yasaklayan zihniyetin hâkim olduğu dönemler yaşadık.’ 

Oğuz Çetinoğlu: Problemleri konuştuk. Siyâsetten bağımsız, tamâmen ilim adamlarından fakat Türkçe hassâsiyeti  olan ilim adamlarından oluşan Dil Akademisi’nin çözüm bulamayacağını ifâde buyuruyorsunuz. Çâresiz miyiz? 

M. Halistin Kukul: Şu anda hiçbir ışık sezilmiyor. Şahsî gayretler dışında, hiçbir hareket belirtisi mevcut değil. Tabiî ki, bunlar da yeterli değildir.

Birkaç defa yazdım, ‘Türkçe, yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dildir’ kaidesi en başta gelir. Bunu uygulayamadıktan sonra, kalanı boş lâftan ibârettir. Trabzon, Trakya yazıp, nasıl

Tırabzon, Tırakya okuyacağız? Fransız yazıp niçin Fıransız okuyacağız? Gaye mi, gaaye mi yoksa gâye mi yazacağız? Gazi mi, gaazi mi yoksa gâzi mi doğrudur, bize bunu kim söyleyecek? Bu ne demektir? Bu, Türkçe, henüz ‘imlâ mes'elesini’ hâlledememiş demektir.

Bakınız, size, ilginizi çekeceğini umduğum bir bilgi vereceğim. Bu bilgi, aynı zamanda, Toşayad Kümbet Dergisi'nin 41. sayısı olan Temmuz-Ağustos- Eylül 2016 nüshasında yayınlanan ‘İmlâmız Hakkında’ başlıklı yazımdan bir bölümdür. Bu sorular, 2007-2008 Öğretim yılında, şimdi on birinci sınıfta okuyan, o zaman ilkokul birinci sınıfta olan en küçük torunuma sorulmuştur:

Soru: 2. Hangi tümcede yanlış yazılmış sözcük bulunmaktadır. 

A) Cemil sokaktan geldi.

B) Ali pencereyi açtı.

C) Amcam kıravatını taktı.

Soru: 10. ‘Tirenle Adapazarı'ndan Haydarpaşa'ya gittik.’ Tümcesinde hangi sözcük yanlış yazılmıştır.                                                                                    A) tirenle

B) Haydarpaşa'ya

C) gittik"

Torunumun tuhaf tuhaf yüzüme baktığını kaale almadan, taaccübümü ona hissettirmeden, maalesef, ona, doğruyu ‘yanlış’ diye işâretlettim.

Lütfen dikkat buyurunuz, ilkokul birinci sınıf bu!..Yûnus Emre'de ‘cümle’ kelimesi onlarca geçer, ‘Cümle şâir dost bağçesi bülbülü’ der. Bunun yerine uyduruk ‘tümce’ diyorlar.

Kelime yerine kullanılan ‘sözcük’ten bahsetmiştim. Bunların da ötesinde dehşet verici husus şudur: Muhatap olunan sorularda, doğru diye işâretlenmesi istenen ‘kıravat’ ve ‘tiren’ kelimeleri… Bunların ikisi de, F(ı)ransızca'dan Türkçe'ye geçmiş kelimelerdir. Benim ilkokul birinci sınıfa giden torunum, bu iki kelimenin F(ı)ransızca olduğunu bilecek ve bunların, tabiî ki F(ı)ransızca'ya göre, ilk harflerinden sonra sesli harf gelmeyeceği de bilecek ve doğru veya yanlış diye işâretleyecek...

Hangi lisân adına? Türkçe! Peki; bu Türkçe, yazıldığı gibi okunan ve okunduğu gibi yazılan bir dil değil mi? Cevap: Kaide olarak öyle! Vah ki, vah! demez misiniz?

F(ı)ransızlar, Türk veya Türkiye diye mi yazıyorlar? Hayır! Turc/turque ve Turquie yazıyorlar! Peki, bize ne oluyor da, kendi kaidemizi uygulamıyoruz ve hattâ, benim doğup büyüdüğüm şehrimizin ismini Trabzon yazıp, Tırabzon okuyoruz?

Ve işin garibi, F(ı)ransızca'da şöyle bir kural vardır: ‘Il n'y a pas de regle sans exception en Français’ Yani; ‘F(ı)ransızca'da istisnâsız kaide yoktur.’

Bu, ne demektir? F(ı)ransızca, aynı zamanda bir kaideler lisânıdır. Her şeyi yerli yerine oturtulmuştur. Hem umûmî kaidesi vardır ve hem de bunların her birinin istisnâsı bulunabilir. Ve aynen dedikleri gibidir...Peki, bizde???

Ve yine işin garibi; bu sorular torunuma sorulduğu zaman, Millî Eğitim Bakanı Türk Dili ve Edebiyatı Doçenti Hüseyin Çelik ve Türk Dil Kurumu Başkanı da Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın'dı. Yâni, ikisi de Türk Dili ve Edebiyatçısı ve ‘akademik’ şahsiyet.

Peki öyleyse; bu kaideyi, kim uygulayacak ve uygulatacaktır, bu kişiler değil mi? Kaldı ki, bunlar, hiç durmadan 1940'ların Türkçe anlayışını haklı olarak tenkid de ediyorlar, beğenmiyorlardı. Öyleyse nasıl olacak bu iş?

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Halistin Kukul Beyefendi. Sorularla sınırlı kaldığınız için vermeyi tasarladığınız ve fakat imkân bulamadığınız bir mesajınız varsa söz sizin. Buyurunuz Efendim…

Kukul: Teşekkür ederim, Muhterem Çetinoğlu. Zâten, böyle bir mevzûda konuşmak, benim için önemli bir fırsat ve imkândı. Bunu sağlamanız bile çok takdire değerdir.

Son olarak şunu söyleyeyim ki, bu sahada çözüm bekleyen o kadar çok mes'ele var ki, zamanımız şu anda buna müsâit değil. Bunlara çâre arayan ise hemen hemen yok gibi. Bunun üzücü tarafı da bu zâten.Tabiî ki, aklıma Yavuz Bülent Bâkiler geliyor. Başka varsa, lütfen söyleyiniz.

Çetinoğlu: Yavuz Bülent Bâkiler, doğru ve güzel Türkçe hususunda, akla gelen ilk isimlerden biri. Yaptığım röportajlar vesilesiyle tanıdığım kişiler var. Sayılarının artması, kendilerine imkân tanınması, makalelerine dergi ve gazetelerde yer verilmesi, kendi imkânlarıyla bastırdığı kitapların tanıtımına destek verilmesi lâzım. İlim adamları arasında da Türkçe hassasiyeti olanlar var. Baskılardan çekiniyorlar. Türkiye’mizde ilmî hürriyeti bile tartışma konusudur. 

Kukul: Söyledikleriniz hem memnuniyet, hem endişe verici. İnşallah problemlerimizden kurtulmak için çıkış yolu buluruz 

Bakınız, 1940'lar dedim. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in ‘Türkçe Meselesi’ adlı bir kitabı var. Üniversite içinde, bu uydurmaca kelimeler yüzünden çektiği sıkıntıları bütün açıklığıyla orada anlatıyor. Müthiş bir mücâdele vermiş. Ve...

2001'e gelmişiz. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Bostancıoğlu'nun yasakladığı kelimeler işin vahâmetini daha da artırıyor. İşte o kelimeler: Asır, bahtiyar, câhil, devir, esir, fakîr, felâket, fert, fiil, hakikat, hâtıra, hatip, hayat, haysiyet, hukuk, hür, hürriyet, ıstırap, istiklâl, ilim, isim, kaabiliyet, kanun, mânâ, medenî, medeniyet, memleket, mekân, meşhur, mısra, millî, milliyetçi, nesil, nutuk, örf, sun'i, şahıs, şive, tabiat, tamir, tecrübe, tenkid, teşkilât, vasıta, millet, vatan.

Dikkat buyurunuz; bu kelimeler sâdece okulda konuşulan kelimeler değil, kırda bayırda, çarşıda pazarda ve dahası bütün Türk Dünyası'nda kullanılan kelimelerdir. Fakat yasak!

Diyebilirsiniz ki, durum şu anda nasıldır? Herhangi bir yasak yoktur. Fakat o zamanki anlayışa aykırı bir tavır da yoktur! Diyeceğim o ki, 1940'ların, 1978-1979'ların ve 2001'lerin Türkçe anlayışı bütün hızıyla artarak devam etmektedir.

Tekrar edeyim: Bu dile kim, nereden gelip sâhip çıkacaktır? Size, felâkete şâhit olunması bakımından, okullarımızda okutulan birkaç kitaptan sâdece birkaç örnek sunmak istiyorum, daha neler var neler:

9. sınıf Fizik kitabından: ‘Antik dönem doğa filozofları, matematiksel oranlarla evrenin betimlenebileceğini savunmuşlardır.’(Sf. 15)

9. sınıf Dil ve Anlatım kitabından: ‘K-a-l-e-m kelimesindeki seslerin dizilişinde bir çizgisellik vardır... çizgiselliği tartışınız.’ (Sf. 9)

11. sınıf Felsefe kitabından: ‘Aşağıdaki görselleri inceleyip soruları cevaplayınız.’ (Sf. 77); ‘Enformasyon Etiği-Meslek Etiği-Bilgi Etiği-Çevre Etiği-Biyoetik-Siyaset Etiği’ (Sf. 127); ‘Bilim, olgusal, mantıksal ve tutarlıdır. Gözlenebilir olgulara dayandığı için de nesneldir. Vardığı sonuçlar itibarıyla da evrenseldir.’ (Sf. 189)

Anlaşıldı mı Efendim? Çocuklarımız ve gençlerimiz ne yapsınlar? Bu memlekette üniversiteler var, bu memlekette Türk Dil Kurum var, bu memlekette Millî Eğitim ve Kültür Bakanlıkları var... Ehh! Çok şey var!

Bu vesîle ile verdiğiniz fırsat için çok teşekkür ediyorum. İnşallah, azîz milletimizin hayrına bir faaliyette bulunduk.

DERKANAR

TÜRKÇE’NİN SOYSUZLAŞTIRILMASI

Dil, millî kültürün de, millet ve milliyetin de temel unsurudur. Aklı başında hiç kimse ve hiç bir topluluk kendi diliyle vahşice oynamaz. Dil, devrim (!) meczuplarının elinde oyuncak olamaz. Dil, millî birliği, beraberliği ve bütünlüğü sağlayan en mühim unsur olduğu için, üzerine titrenilmesi gereken bir sosyal müessesedir.

Bütün medenî milletler, dillerinin millî ve zengin olmasını isterler. Bir dilin millî olması demek, kelimelerin o milletin ses hususiyetlerini taşıması ve mâna itibariyle o milletin iç dünyasını ve düşünce âlemini ifâde edebilmesidir. Dilde millîlik, malzemenin menşei değil, bütün bakımından yapıdır, daha iyi bir deyişle yapının üslûp ve tarzıdır. Tek başına kelimenin yerli, millî, öz oluşu bir değer ifâde etmez. Başka dillerden gelen kelimeler ses, şekil ve bilhassa mâna ve kullanılış yönünden yeni bir hususiyet kazanmışsa, bir değişikliğe uğramışsa, artık o milletin malı sayılır; yabancılıkları ortadan kalkar. Bütün medenî dillerde durum budur. Esâsen dillerde zenginliği meydana getiren de bu durumdur. Ancak, 5-6 yüz kelimelik iptidaî Afrika kabile dilleri tamamiyle millî ve özdür. Bir dilin başka bir dilin tesirinde ve boyunduruğunda olması demek, o dilin gramer, şekil ve kaidelerini kullanması demektir. Bir dilin istiklâli, kelimelerin menşei ile ilgili değildir. Bir dil, kendi bünyesinin icabına göre işliyorsa, başka dillerin gramer şekillerini almamışsa, o dil istiklâline sâhip demektir. O dil millîdir ve özdür.

Türkçe başka dillerden, hususiyle Arapça ve Farsçadan kelimeler almakla beraber, hiç bir zaman istiklâlini kaybetmemiştir. Halk Türkçesi daima millî hüviyetini muhâfaza etmiştir. Dilimiz için mesele, konuşma dili dışında zamanla küçük bir aydınlar topluluğuna mahsus bir yazı dilinin vücuda gelmiş olmasıydı. Son yüzyıllarda, konuşma dili ile yazı dili arasında fark hayli artmıştı. Türkçecileri, yâni dil milliyetçilerini harekete getiren nokta buydu. Tanzimat’tan sonra, gittikçe artan çalışma ve mücâdele bu ayrılığı ortadan kaldırmak için yapılmıştı.

Halk dili ile yazı dili arasındaki farkın giderilmesi, konuşma diline dayanan yeni bir edebiyat dilinin doğması, ‘Millî Edebiyat’ cereyanından sonra mümkün olabilmiştir. 1912'den sonra ortaya çıkan bu görüşle dil inkılâbı gerçekleşmiş ve 20 yılda yeni bir yazı dili meydana gelmiştir. Ziya Gökalp ve Ömer Seyfeddin'in açtığı çığırdan yürüyen edebiyatçılarımızın kullandığı Türkçe güzel, zevkli ve herkesin anladığı bir dildi. Bu dil geliştirilse, 15-20 yıldan beri devrim adına bozucu ve yıkıcı bir faaliyet gösterilmeseydi, bugün mükemmel sayılabilecek bir edebiyat diline sâhip olurduk. Burada şu hususu mutlaka belirtmek gerekir ki, Ömer Seyfeddin ve daha sonra gelen edebiyatçıların yaptıklarıyla yetinelim, bu noktada duralım diyen kimse yoktur. Bütün içtimâî müesseseler gibi dil için de durmak, olduğu yerde kalmak elbette bahis konusu olamaz. Dil değişecek, ilerleyecek, yenileşecek ve bu arada daha da sadeleşecektir. Fakat bu, kendi kanunları içerisinde olacak ve tabîi bir gelişme seyri gösterecektir. 

Dil bütün bir târih boyunca, asırlar içinde meydana gelen, çok kere doğuş zamanı bilinmeyen ve mütemâdiyen gelişen bir içtimâî müessesedir. Millet mefhumu ile sıkı sıkıya bağlıdır. Bir yerde dil varsa millet, millet varsa dil mevcuttur. Bu iki varlığı birbirinden ayırmak mümkün olamaz. Bir dilde o milletin bütün bir târihi ve bütün hatıraları yaşamaktadır. Bu sebeple ve İçtimaî canlı bir varlık olması dolayısıyle dilde devrim (ihtilâl) yapılamaz. Dilde sadece tekâmül (gelişme, evrim, evolution) vardır, devrim yoktur. Dilde devrim mi, evrim mi? sorusunu ortaya atmak bile ilimden, akıl ve mantıktan uzaklaşma olur. Dil için olsa olsa bir inkılâp ve ıslâhat (reform) düşünülebilir. Bunların ise devrim (ihtilâl) ile bir ilgisi yoktur.

İnkılâp, tekâmül, ihtilâl ve ıslâhatın ne oldukları ve dilde hangilerinin tatbik edilebileceğine dil uzmanları karar verir. Siyâsîlerin işi değildir.  Yalnız şunu belirtmek isteriz ki, Türkçenin sâdeleştirilmesi ve özleştirilmesi bir milliyetçilik meselesidir. Başka bütün işlerde millînin ve milliyetçiliğin düşmanı olanların dil işinde Öztüıkçeci kesilmeleri son derece gariptir ve bizim aşırı solculara mahsus bir devrim anlayışıdır.

Prof. Dr. Fâruk Kadri Timurtaş: Türkçemiz ve Uydurmacılık. Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2008, s: 25-27

M. HÂLİSTİN KUKUL (Em. Öğretim Görevlisi- Şâir ve Yazar)

01 Ocak 1943 târihinde T(ı)rabzon'un Beşikdüzü ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu orada okudu. 1961 yılında Erzincan Askerî Lisesi'ni bitirerek aynı yıl Kara Harp Okulu'na girdi. 21 Mayıs 1963 hâdiseleri sebebiyle oradan ayrıldı. Sonra, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi F(ı)ransız Dili ve Edebiyâtı Bölümü'ne girdi ve fakülteden 1967'de mezun oldu. Kısa bir süre liselerde öğretmenlik yaptıktan sonra, Ocak 1972'den îtibâren Diyarbakır ve Samsun Eğitim Enstitüleri'nde ve bilâhare Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi olarak çalıştı.

İlk şiirini, 1961 yılında ‘Harbiye'nin Sesi’ dergisinde yayınladı. Bunu takiben: Türk Edebiyatı, Defne, Çağrı, Hisar, Millî Kültür, Erciyes, Töre, Sur, Ülkemiz, Zafer, Kültür ve Sanat, Güneysu, Çaba, Türk Yurdu, Seviye, Karınca, Bizim Ece, Bizim Külliye, Boğaziçi, Toker, Yeniden Diriliş, Öncüler, Uzun Sokak, Çınar Gençlik, Türkiye Çocuk, Sarmaşık Kültür, Somuncu Baba, Toşayad Kümbet, Türkmence, Aydın Efesi... dergileri ile; Bab-ı Âli'de Sabah, Tercüman, Ortadoğu, Türkiye, Hergün, Millet, Zaman, Yeni Düşünce, Büyük Kurultay, Millet, Türkeli, Gündüz... gazetelerinde şiirleri, hikâyeleri ve makaleleri yayınlandı.

Edebiyât ödülleri: Ülkemiz Dergisi şiir yarışması birinciliği (1968); Töre Dergisi şiir yarışması 2. teşvik ödülü (1984); Tercüman Gazetesi şiir yarışması 3. mansiyonu (1985); Türkiye Millî Kültür Vakfı Çocuklar İçin Şiir Yarışması 2. mansiyonu (1987); Türk Edebiyâtı Vakfı Mehmet Âkif Şiir Tahlilleri Yarışması (Üniversite Öğretim Üyeleri G(u)rubunda) birinciliği (1987); Eskişehir Valiliği Yûnus Emre şiir yarışması 3. lüğü (1992); Ortadoğu Gazetesi şiir yarışması 3. lüğü (1992); Türkiye Millî Kültür Vakfı şiir yarışması 2.liği (1994).

Yayınlanmış Eserleri:

Şiir dalında: Türk'ün Ayak Sesleri (1974); Sonsuzluk Merdiveni (1987); Şiirlerle Nasreddin Hoca Fıkraları (1989-1990-1999-2006-2014); Uyanmak Zamanı (2017)

Resimli Nasreddin Hoca Çocuk Şiirleri Kitapları: Parayı Veren Düdüğü Çalar (1998); Ye Kürküm Ye (1998); Buyurun Cenaze Namazına (1998); Ya Tutarsa (1998); Biraz Da Biz Ölelim, (1998); Kuyudan Çıkardım Ya (2006); Hırsızın Hiç mi Suçu Yok (2006); İçinde Ben de Vardım (2006 ); Hepsinin Tadı Aynı ( 2006); Yorgan Gitti Kavga Bitti (2006), Ayçiçekle Nurdede (1989)

Manzûm Destanları: Kıbrıs Destanı (1975 - 1988); Dağıstanlı Arslan Şeyh Şâmil Destanı 1992-1995-1997); Kanije Destanı (1992-1997)

Tiyatro dalında: Gelincikler Narindir (1986); Havada Bulut Yok (1986 )

Hikâye dalında: Zincirli Tepe (1985); Sevgi Çemberi (1991); Yarınlar Daha Güzel (1998)

İnceleme dalında: Şeyh Şâmil ve Çeçenistan (2002); Mevlâna Eşiğinde (2007); Çilenin Sultanı (2013)

Mektup dalında: Post-Nişîn'e Mektuplar (2004 ).

Binin üzerinde makale ve denemesi bulunan M. Hâlistin Kukul hakkında, hazırlanmış dört lisans tezi de mevcuttur. Hâlen, yurdumuzun tanınmış edebiyât ve fikir dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlanmaktadır.

Kukul'un iki çocuğu ve üç torunu vardır. 1997 yılında, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi olarak emekli olmuştur.