Dil, -bizim için Türkçe- bir milletin varlık şartıdır.

Oğuz Çetinoğlu: Türk milletçiliğinin; ırka, coğrafyaya, dil ve din temeline değil, kültür temeline oturtulduğu biliniyor. Ancak kültür kavramının târifinde farklı görüşler var. Siz, efrâdını câmi, ağyârını mâni bir târif yapar mısınız?

M. Halistin Kukul: Rahmetli Bahtiyar Vahapzâde de, ‘milletçilik’ derdi. O'nun, ‘Milletçi olmadan, müstagil ve azad olabilmek mümkün değildir. Bunu heç yadınızdan çıkarmayın’ sözü, sâdece sosyolojik bir kabûl değil, bir ömrü komünist idârenin zulmü altında geçiren mücâdeleci bir yapının tecrübesinin netîcesidir.

Türk milletçiliği veya milliyetçiliği, muhakkak ki, ırkî bir muhtevâ taşımamakla birlikte, ırk/soy/kavim/millet kavramlarının konulabileceği başka bir mekân da yoktur. Hem dînen ve hem de kanûnen yasak olan ırkçılık'tır.

Cenâb-ı Allah, Hucûrat sûresinin 13. âyetinde: ‘Sizi, şûbe şûbe/kabîle kabîl/kavim kavim yaptık ki, tanışasınız. Muhakkak ki, Allah indinde/nezdinde en üstününüz takvâca ileride olanınızdır’ buyurmaktadır. 

Ve yine, Peygamber Efendimiz de: ‘Soylarınızı biliniz.’, ‘Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi îmândandır’ buyurmaktadır. 

Şunu ifâde edeyim ki, hem milliyetçiliğin ve hem de kültürün, bugüne kadar yüzlerce târîfi mevcuttur ve kanaatim odur ki, hiçbir târif yeterli bulunmayacak, yeni târifler ortaya çıkacaktır. Bu sebeple; ‘Efrâdını câmi, ağyârını mâni’, bir başka deyişle, ‘dörtbaşı mâmûr’ yâni kusursuz, noksansız veya mükemmel bir târife ulaşmanın mümkün olabileceğini düşünemiyorum.

Çetinoğlu: Bu yüzlerce târiften en sıhhatlisine nasıl ulaşabiliriz?

Kukul: Bir defa, kültür kelimesi üzerinde durmamız gerekecektir. Bu kelime, Lâtince ‘cultura’ dır ve F(ı)ransızca ‘culture’den de Türkçe'mize geçmiştir. Okunuşu ‘kültür’ dür ve Türkçe'mizde de böyle telâffuz edilmektedir. İnce seslilerle örülü, güzel, Türkçe'ye uyumlu bir kelimedir. Ziya Gökalp, bunu, Arapça ‘hars’ kelimesiyle karşılamış ve daha sonra, uyrudukçacılar, ise, bunu ‘ekin’ diye söylemişler fakat tutmamıştır. Çünkü ‘ekin’, içi doldurulmamış bir kelimedir. Çünkü ‘kültür'ün sâdece maddî yanını temsil etmektedir.

Kültür'ün ise, içi doldurulmuştur ve ‘hars'a göre de daha fazla kabûl görerek yaygınlaşmıştır.

Hars olsun kültür olsun, esâsında ‘Çift sürme, tarla sürme...’ gibi mânâlara gelmektedir. Bu ikisinden birinci Arapça, ikincisi F(ı)ransızca'dan girmesine rağmen, Türkçe olan ‘ekin’ tutmamış, kültür tutmuştur.

Kısaca; kültürü, bir milletin sâhip olduğu bütün maddî ve mânevî değerler yekûnu olarak târif edebiliriz. Şüphesiz ki, 'millet'in ne olduğu ve hangi hüviyete bürülü bulunduğu da önemlidir. Ve tabiî ki, kültür, daha geniş muhtevâlı târif ve îzaha muhtaçtır. Bu bakımdan, ben, en şumûllü bir târif olarak, Prof. Dr. Mümtaz Turhan'ın târifini düşünürüm.

Kültür Değişmeleri’ adlı eserinde şöyle der: ‘Kültür, bir cemiyetin sâhip olduğu maddî ve mânevî kıymetlerinden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi, alâkaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umûmî atitüt, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî bir hayat tarzı temin eder.’

Burada; ana başlıklar vardır. Bunlar da; ‘cemiyet’- elbette ki, millet-, ‘maddî ve mânevî kıymetler’, ‘umûmî atitüt, görüş ve zihniyet’ ve ‘her nevi davranış şekilleri’… Bundan başka çok önemli bir hususa daha temas mevcuttur: ‘o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek’ olan hâlleri, ‘diğer cemiyetlerden ayırt eden hususî hayat tarzı’dır.

Çetinoğlu: Sizce, esas olan ‘ayırt’ edicilik midir?

Kukul: Mümtaz Hoca öyle söylüyor, ben de kabûl ediyorum. Bu ‘ayırt edici’ özellik, kültüre, millîlik vasfını kazandırıyor. Şunu da ifâde edeyim ki, S. Ahmet Arvasî de bu hususta çok kafa yoranlardandır. ‘Kültürün Millî Özelliği’ başlıklı yazısında şöyle diyor: ‘İnsanlık âlemi, millî kültür dâirelerine bölünmüş görünüyor.’

Evet, dünyâmız, ‘millî kültür dâirelerine’ ayrılmıştır ve her kültürün yayıldığı bir coğrafya sâhası vardır. Bu kültür dâireleri arasında, târihî ve coğrafî yakınlıklar nazara alınarak ‘akrabalıklar’ bulunabilir. Bu durum dahî, kültürlerin ‘millî karakterini’ inkâra değil, isbata yarar. Esâsen, vatan kavramı dahî, bir kültür ve coğrafya kaynaşmasından doğmaktadır.

Arvasî daha da ileri giderek şöyle der: “Bir milletin içinde, elbette farklı tabakalar, bölgeler, sınıflar ve birimler mevcut olmuştur ve olacaktır. Bunlar, umumiyetle aynı dine mensup, aynı dili konuşan, aynı târihe, kültüre, bayrağa ve ülkülere bağlı kimselerdir. Bu birimlerin, ‘millî kültür değerleriniyaşama ve yansıtma bakımından ufak tefek ‘farklar’ göstermesi de tabiîdir. Bu farkları, millî kültürün birervariationu olarak görmek gerekir. Yoksa bunları, istismar ederek milleti parçalamaya yönelmek cehâlet değilse, ihânettir.”

Çetinoğlu: Mümtaz Turhan hoca ile Arvasî hocanın görüşlerinde benzerlikler çok mu demek istiyorsunuz?

Kukul: Mümtaz Hoca'nın ‘ayırt edici’ özellikleri ile Arvasî Hoca'nın ‘kültür dâireleri’ aynıdır. Hatta kültür alış-verişiyle, kültür emperyalizminin sınırlarını da iyi tâyin etmek lâzımdır.

Çetinoğlu: Bu hususta, Gökalp’in görüşüne de kısaca temas edebilir misiniz?

Kukul: Gökalp, önce ‘Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindeyim’ demiştir. Sanıyorum ki, sonuncusunu, sâdece teknoloji mânâsında söylemiştir. Çünkü daha sonra, bunu, ‘Türkleşmek- İslâmlaşmak-Muasırlaşmak’ (1929) olarak değiştirmiştir.

Başa dönerek şunu diyebilirim ki, Türk milletçiliği veya Türk milliyetçiliği, açıklamaya çalıştığımız bu kültür değerleri üzerinde hareket bulur. Çünkü bütün ilim ve fikir adamlarınca kabûl gören bir husustur ki, kültürün esâsını ‘dil’ ve ‘dîn’ teşkil eder.

Bunu, söz san'atlarının en mühimi olan şiirde de, p(ı)lâstik san'atlarda bilhassa mîmârîde de görebiliriz. Bırakınız; Hıristiyânî kilise mîmârîsini, bizim sembollerimizden olan câmilerimizdeki minârelerimizde bile Selçuklu Türk ve Arap/Emevî tarzı böyle bir kültürün yansımasından başka bir şey değildir.

Kültürün oluşumunda, şüphesizdir ki, yeme-içme âdâbından, iklime kadar tesir eden hususlar vardır. O milletin, özünden gelen yâni fıtrî kaabiliyetler, çevre şartlarıyla da birleşince, tamamen müstakil olmasalar bile, millî karakterin/mizacın/huyun/tabiatın harekete geçirdiği ve herkesi ihâta edebilen müşterekliklerden mürekkep sosyo-kültürel bir zemin teşekkül eder. İşte, millet buradadır.

Lütfen bakınız; aynı dîne mensup olduğumuz hâlde -ki, dörtyüz yıl da Osmanlı-Türk Devleti'nin himâyesinde bulunmuşlardır- Araplar'la kültür müşterekliğimiz olduğunu söylememiz mümkün müdür? Diğer taraftan, bâzıları bu kadar yıl olmamasına rağmen, Orta Avrupa'dan Çin'e kadar, yer yer ufak tefek kopukluklar olsa bile, yaygın bir Türk kültüründen söz edebiliriz.

Çetinoğlu: Dilin, kültür kavramı içerisindeki yeri nedir?

Kukul: Dil, -bizim için Türkçe- bir milletin varlık şartıdır. Bu, her millet için aynı derecede geçerlidir. Bir defa şunun bilinmesi şarttır. Bunu, bâzı makalelerimde de ifâde ettim. Mukaddes kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'de, Rûm Sûresi'nin 22. âyetinde, Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: ‘Gökleri ve yeri yaratması ve dillerinizin/lisânlarınızın çeşit çeşit/farklı farklı, renklerinizin/benizlerinizin türlü türlü oluşu da yine o delillerdendir.’

Bu ne demektir? Bu, ‘dilimizi korumamız ve geliştirmemiz, hem dînî ve hem de millî bir mecbûriyet bir vazîfedir’ demektir.

Dilsiz, bir milletten bahsetmek mümkün değildir. Yâni; dil, milletlerin varlık şartıdır. Bu bakımdan, büyük şâirimiz Yahya Kemal, ‘Edebiyata Dâir’ adlı eserinde, ‘Türkçe'nin çekilmediği yerler vatandır, ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar, vatanın gövde ve rûhu Türkçe'dir.’ der.

Düşününüz ki, bir toprak parçası üzerinde, şu veya bu sayıda bir insan topluluğu yaşıyor. Buna, bir kabile de diyebiliriz. İnsanların anlaştığı bir kaç kelimelik de bir lisânları mevcut. Kendilerini, bu lisanla ifâde edebiliyorlar. Bu birkaç kelime bile, onların kültürüne temel teşkil eder ve yaşadıkları bu ufacık toprak parçasını vatanlaştırırlar.

Tabiî ki, toprağın/coğrafyanın/iklimin/bitki örtüsünün, dile, dilin de, bunlar vasıtasıyla insana tesiri vardır. Bunların hepsi, karşılıklı irtibatlanmayla olur.

Dil olmadan, dini de, târihi de, geleceğe dâir tasavvurları, ülküleri de düşünemeyiz, öğrenemeyiz. Zâten, düşünemeyiz dedikten sonra, her şey biter.

Binlerce senelik bir lisânı, orasından burasından bozup tahribe çalışmak, sâdece bilmezlikle veya gafletle îzah edilemez. Hazret- i Mevlâna: ‘İnsan düşüncenden ibârettir, geri kalanı et ve deridir’ buyurur.

Dil olmayınca, ne kültür olur, ne ilim olur ne de san'at... Bu bakımdan, dil, kültürün ana damarı/şahdamarıdır diyebiliriz.

Çetinoğlu: Türkçemizin, mâruz kaldığı saldırılar sebebiyle geleceği konusunda endişeler var. Saldırılar hakkındaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Kukul: Endîşeler vardır fakat endîşeleri yok edecek ümitlerimiz de vardır. Elbette ki, bu, kolay bir iş de değildir. Bilinmelidir ki, bu, bir mübârek ve mukaddes bir mücâdeledir. Türkçe'mize saldırılar, tek yönlü de değildir. Senelerdir yaptığımız çalışmalar Türkçe sevgisiyle, onun korunması ve geliştirilmesi cihetindedir. Türkçe konusunda, geniş çaplı, yüzün üzerinde makale yazdım. Sırf, bu bahsettiğiniz 'endişeler' den dolayı. Bu bakımdan, mevzûyu kısa tutarak ifâde edeyim.

Türkçe; yabancı kelime hayranlarının ve uydurukçacıların baskısıyla bu hâle düşürülmüştür. Şâyet uydurukçacılar olmasaydı ve en azından, 1912'lerde Genç Kalemler'le başlayan Türkçe sevdâsı ve gayreti devam ettirilebilmiş olsaydı, bugün, Türkçe'nin durumu çok daha gelişmiş olurdu.

Uydurukçacılarla uğraşılırken, yabancı kelime istilâsına dur denilememiş ve yeni giren kelimelere karşılık bulunamamıştır. Bu da, tahribatı artırmıştır.

Çetinoğlu: Yâni, Türkçe karşılığı varken, yerine başka kelime türetmek değil de uydurmak, en büyük zarara sebebiyet vermiştir, öyle mi?

Kukul: Aynen buyurduğunuz gibi. Bakınız; 'kişi' kelimemiz, Orhun Âbideleri'nde geçer, Yûnus Emre'de de defalarca geçer. Yâni binlerce yıllık bir kelime. Türk milleti bunu severek söylemiş ve yazmış. Ayrıca, güzel de bir kelime. Bu kelimenin karşılığı olarak, milletimiz tarafından kullanılan ‘şahıs’, ‘fert’ ve ‘zât’ kelimelerimiz de var. Fakat bu dört kelime varken, sen tut, bunların yerine bir ucûbe bir kelime uydur. Ne mi? ‘Bireysel’! İşte, korkunç olan budur ve ne yazık ki, aklı eren ermeyen bu dört güzel kelimemizin yerine bunu kullanıyor hattâ okul kitapları bunlarla doludur.

Ziyâ Paşa bir beytinde şöyle diyor:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz                                                                                                                          Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde’

Büyük Şâirimiz, hem 'kişi'yi ve hem de aynı mânâya gelen ‘şahıs’ı artarda iki mısrasında kullanmıştır. Bu, hem şiirde ustalık ve hem de dilde zenginlik numûnesidir. Peki ne yapıldı? Bu dört kelime atıldı ve yerine, hiç de ihtiyaç duyulmayan yanlış, evet yanlış bir kelime uyduruldu. Nasıl mı?

Bir’ sayı sıfatıdır. (-ey) takısının Moğolca olduğu söyleniyor ve (-el, al) takılarının da F(ı)ransızca olduğu kesin. (s) ise, kaynaştırma harfi olarak bulunuyor. Bir defa, sayı sıfatından isim olmaz ve bu da ‘kişi’, ‘şahıs’, ‘fert’, ‘zât’ mânâsına gelmez. Fecaâti görüyor musunuz? İki yabancı takı ile öz Türkçe (!) kelime icâd ediyorlar...Ne âlâ!!!

Çetinoğlu: Örnekleri artırabilir miyiz?

Kukul:Örnek’ dediniz; bundan başlayalım: Bu kelime, kültür alışverişi yoluyla Ermenice'den dilimize geçen, yaygın, güzel ve sevilen bir kelimedir. Türkçe'den de diğer dillere geçen nice kelimemiz vardır. Bu, tabiî bir hâldir yâni hiçbir müdahâle olmadan kültür alışverişiyle benimsenmiştir. Bu kelimeyi, yediden yetmişe herkes bilip konuşur. Bunun yerine, ‘misâl’ kelimesini de kullanır. Ancak; durup dururken, yine herkesin bilip konuştuğu ‘meselâ’, ‘farazâ’, ‘sözgelimi’ veya ‘sözgelişi’ yerine yine Ermenice ‘orınagın’dan, ‘örneğin’ diye bir kelime uydurur ve bunu, bütün okul kitaplarına yazarsanız, burada dilin demokratik gelişimi de insan hakkı da Türkçe'ye saygı da bulunmaz.

Kaldı ki, örnek kelimesini, sâdece misâl yerine kullanmayız. Bilhassa hanımların el işlerindeki örnek yerine de misâl kullanılamaz.

Bakınız şimdi size, gerçekten korkunç bir şeyden bahsedeceğim. Tabiî ki dil hakkında. 2005, 2006, 2009 ve 2011 yıllarına ait, ÖSS ve YGS Türkçe sorularında kullanılan bâzı kelimelere dâir dört ayrı makalemden bir hulâsa nakledeceğim:

Hikâye yerine ‘öykü’: 2006'da, 12 tâne; 2009'da 21 tâne; 2011'de 15 tâne.

Kelime yerine ‘sözcük: 2005'te 45 tâne; 2006'da 12 tâne; 2009'da 13 tâne; 2011'de 22 tâne.

Hayat yerine ‘yaşam’: 2005'te 11 tâne; 2006'da 10 tâne; 2009'da 10 tâne; 2011'de 10 tâne.

Tabiî yerine ‘doğal’: 2005'te 9 tâne; 2006'da 3 tâne; 2009'da bir tâne,

Eser yerine ‘yapıt’: 2005'te 28 tâne; 2006'da 11 tâne; 2009'da 9 tâne; 2011'de 12 tâne.

İmkân yerine ‘olanak’: 2005'te 5 tâne; 2006'da 2 tâne; 2009'da 3 tâne... kullanılmıştır.

Daha çok var. Fakat bu kelimeler, kullanılırken, bir tâne olsun, ‘hikâye’, ‘kelime’, ‘hayat’, ‘tabiî’, ‘eser’ ve ‘imkân’ kelimesi kullanılmamıştır. Böyle bir tesâdüf olabilir mi? Bu kadar despotluk olabilir mi?

Kaldı ki, bu kelimelerin hepsi Türk Dünyâsı'nda en çok kullanılan kelimelerdir.

Peki, biz, bu Türkçe anlayışıyla Türk Dünyası Türkçesi'ni nasıl inşâ edeceğiz ve Türk kültürünü koruyacağız?

Hür/hüriyet, şart, tabiat/tabiî, medeniyet, hâkimiyet, cevap kelimeleri de bunlardandır.

Kelime-i şahadet’ veya ‘Er kişi niyetine’ nasıl diyeceğiz?

Çetinoğlu: Yeri gelmişken, bir cümleyle de olsa, sebebini ve çâresini sormak isterim?

Kukul: Birincisi, ilim temsilcilerinin yâni üniversitelerin ilgili bölümlerinin ihmâli; ikincisi, siyâsî irâdedeki millî eğitim ve kültür bakanlıklarının iş bilmezliği; üçüncüsü; siyâsî partilerimizin Türk dilinin korunması ve geliştirilmesine dâir hedeflerinin olmaması ve dördüncüsü de yazarlarımızın ve basının bu bahse uzak kalışları/duruşlarıdır.

Mes'ele düşündüğümüzden hem çok geniş ve hem de sâhip çıkılmadığı zaman çok vahimdir. Düşününüz ki, ilkokul 2. sınıfa İngilizce dersi konulmuştur. Fakat üniversitelerin anabilim dalı Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri hâriç, tıp, mühendislik, matematik, iktisat... bölümlerinde Türk Dili dersi okutulmaktadır. Sebebi nedir biliyor musunuz? Çok vahim: İlk ve orta öğretim kurumlarında Türkçe'nin yeterli seviyede öğretilememesi!

Fakat ne hikmetse, ilkokul 2. sınıfta İngilizce öğretilebiliyor (!)  Hem de herkese... Bu durum, birkaç sene evvel de yazdım, sömürgeci bir lisân öğrenimidir. Elbette ki, ihtiyaç nispetinde ve arzu edene yabancı dil öğretilmelidir. Fakat görünen o ki, bu, öyle değil…

atitüt: Tavır, tutum. 

(DEVAM EDECEK)