Yıl 1976. Ergani’de bir öğlen üzeri, şehir çay bahçesinde oturmaktayım. Hemen yanımdaki masada, birkaç yaşlı zât çaylarını yudumlarken, tatlı tatlı sohbet ediyorlardı. Bir ara içlerinden daha yaşlıca olanı, nereden icap ettiyse, Şeyh Sait isyanından bahsetmeye başladı. Gayri ihtiyarî kulak kabarttım. İşittiklerim halkın isyancılar karşısındaki hâleti ruhiyesini aksettirdiği için çok düşündürücü ve hayrete şayan hususlardı. Dayanamadım, müsaade isteyip aralarına katıldım. Anlattıklarını ibretle düşünürken, zihnen ta gerilere gittim ve tarihî bir olay canlandı gözümde:

XIII. asrın sonunda, Konya Selçuklu Devleti’nin çöküş zamanında Anadolu’nun kuzey batısında Kastamonu, Sinop ve çevresinde Şemseddin b. Yaman Candar tarafından müstakil / bağımsız bir devlet kurulmuştu (1292-1461). Daha sonra hanedanın en maruf Bey’inin adından dolayı Beyliğe İsfendiyar Oğulları denmiştir.

Bilindiği üzere Selçuklu Devleti çözülünce Anadolu’da birçok müstakil Türk Beylikleri ortaya çıktı. Batı’nın, bitmez tükenmez hırsı, yani Türkleri Anadolu’dan atma isteği karşısında, aralarına sokacakları fitne, fesat ve tefrika ile birbirine düşürecekleri Beylikler’in tek tek saf dışı olacaklarını idrâk eden Osmanlı Beyliği; bunun çaresini merkezî bir devlet olmakta görmüştü. Her vesileyle, bilhassa akrabalık yoluyla ve mecbur kalmadıkça savaşa meydan vermeden bunu sağlamaya çalıştı durdu.

Bunu yaparken, maksadının kimseyi Beyliği’nden etmek olmadığını, ancak devletin zaafa uğramaması için, o Bey’i nüfuzlu bölgesinden alıp, nüfuzu olmayan bir yere tayin etmekle mümkün olduğunu  gösteriyordu.

Osmanlı Devleti, yine biliyordu ki, daha önceki Türk Devletleri’nin batış sebeplerinin başında, devletin; hanedan mensuplarının müşterek malı sayılması geliyordu. Hakan ölünce çıkan kardeş kavgaları yüzünden devlet iyice zayıflamış oluyor ve bundan da dış güçler yararlanmasını biliyorlardı.

İşte Osmanlı Devleti merkezî devlet olma yolunda bir adım daha atar ve İsfendiyar memleketi üzerine yürür. İsmail Bey, kuvvetli bir ordunun üzerine geldiğini duyunca, meşhur Sinop kalesine çekilir. Vezir-i A’zam Mahmut Paşa İsmail Bey’e bir mektup gönderir.

Mektubunda, “Kara ve denizden, rehberi zafer olan asker tarafından sıkı bir şekilde kuşatıldığını, kurtuluş çaresinin tasavvur bile edilemeyeceğini, kendisine düşen en büyük görevin, hem kendi, hem de çoluk çocuğunun ırz ve namusunu koruması lâzım geldiğini, kaldı ki, ahalinin aslında İyalullah olduğunu, halkın atlı alayların ayakları altında ezilmeden, onlara merhamet ederek hürmet ve saygınlığını henüz kaybetmeden kal’ayı teslim etmesini. Bunu yaparsa, Padişahca memleketine karşılık başka bir memleket verileceği ve Osmanlı Devleti sayesinde hoş ve rahat bir hayat geçirmesi istendiği, aksi takdirde karşı koyamayacağı ordunun, savaş hali yüzünden istenmeyen ve önlenemeyen durumlar doğabileceği, ‘Ayak takımının elleri kadının ayaklarına ve halhaline ulaştığı zaman, hür kadınlar için masuniyetten bahsedilebilir mi?’ düşündürücü sualiyle dikkatini çeker ve ‘Perde açılmazdan ve bizden size hatâ gelmezden önce’ doğru bir cevap buyurasız, vesselâm,” (Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Haz: Mertol Tulum, İstanbul-1977 s. 106-108) diyerek mektubuna son verir.

Burada durulması gereken nokta, Fatih’in ordusu dahi olsa, bütün ordu mensuplarının idealist olamayacağı, savaş  hâlinde kumandanlara rağmen, istenmeyen çok kötü, nahoş hâdiselerin önlenemeyeceği, mecbur kalınmadıkça yâni maslahat savaşı gerekdirmedikçe, hele hele aynı milletin iki ayrı ordusunun karşı karşıya  getirilmesine fırsat verilmemesi gerektiği vurgulanmakta, aksi halde “Essebebü ke’l-fâil.” / “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca, manen mes’ûl olacağı dikkat nazarlarına sunulmakta, nâhak yere müslüman kanı dökülmemesi gerektiği belirtilmektedir.

“Sinop gibi son derece müstahkem / sağlam bir mevkide dört yüz topu, iki bin topçusu, limandaki donanması içinde, o zamanki dünyanın 900 tonilatoluk en büyük harp gemileri ve on bin muntazam askeri bulunan İsmail  Bey gibi kuvvetli bir hükümdarın, karadan ve denizden her türlü müdafaa imkânına mâlik olduğu halde” (İsmail Hâmi Danişment, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.1, İstanbul-1971  s. 291) yukarıda geçen mülâhaza sonucu, büyük bir feragat göstererek kal’ayı teslim etmesi, her türlü takdire şayan görülmüş. Nitekim İsfendiyar Oğulları Hükümeti’ne son verilmemiş, sadece Osmanlı tabiiyyeti altında bir Beylik hâline getirilmiş, kendisine de Yenişehir timar olarak verilmiştir. (Tursun Bey, Tarih-i Ebu’l-Feth, Haz: Mertol Tulum, İstanbul-1977 s. 108)

Şimdi bizi mâzi derelerinde dolaştırmaya sebep olan konuşmayı nakledelim. İhtiyar bir ara sustu. Gözlerini sâbit bir noktaya dikti ve daldı gitti. Hepimiz derin bir sessizliğe gömülmüştük. Durumumuz, çevre masadakilerin de dikkatini çekmiş olacak ki, onlar da yüzlerini bizim masaya doğru çevirdiler. Yaşlı zât yavaş yavaş başını kaldırdı, ağır ağır konuşmaya başladı:

“Henüz ondört onbeş yaşlarında körpecik bir gençtim. Ama aklım eriyordu. Olan biteni duyuyor ve bir huzursuzluk girdabına doğru çekildiğimizi seziyordum. Çünkü o yılın (1924) sonlarına doğru, şehir bir süredir bâzı söylentilerle çalkanıp duruyordu. Bir isyanın, bir ayaklanmanın ayak sesleri kulaklarımızı tırmalar olmuştu. Herkeste bir tedirginlik, tarifi imkansız bir şaşkınlık ve panik havası seziliyordu. Fısıltı gazetesi boş durmuyordu. Hükümetin çıkarttığı bazı kanunlar ve hükümetin bazı tutum ve davranışları, halkda soğuk bir duş tesiri yapmıştı. Millî Mücadele’nin başarıyla son bulmasından sonra, beklenenin tam aksine dinî inançlara ters düşülmesi. (1924 tarih ve 431 sayılı kanun ile) Hilafet’in kaldırılması gibi durumlar, bazı ileri gelen zâtları hicrete bile sevkettiği, kulaktan kulağa dolaşan söylentilerden bazılarıydı. Cumhuriyet’in ilanından sonraki olan bitenden rahatsız olan Şeyh Sait, o senenin (1924) son aylarında Şark Vilayetleri’nde dolaşarak çıkarılan kanunların ve hükümetin tutumunun dine aykırı olduğunu anlatarak, herkesin kendisine biat etmesini istiyormuş. Bunu yaparken de herhangi bir hâdiseye meydan verilmemesini sıkı sıkı tenbih ediyormuş. Gayesi hükümeti ikaz edip, inanca ters düşen kanunları kaldırtmakmış. Yoksa Ankara’ya itaat etmeyeceklermiş. İşte bütün bu şayialar, halkı tedirgin etmeye yetmiş, bir fırtına öncesi sessizliğine büründüklerini hissetmeye başlamışlardı. Endişeli bir bekleyişten sonra, nihayet nasıl olduysa olmuş isyan patlak vermişti. (10 Şubat 1925). Üstelik Ergani, isyanın başlarında Şeyh Sait kuvvetleri tarafından ele geçirilen şehirlerin başında geliyordu.”

Yorulmuştu, başını kaldırdı, parmaklarının arasında tükenme noktasına gelmiş olan sigarasından derin derin birkaç  nefes çekip verdikten sonra, hepimizi şöyle bir süzdü ve asıl can alıcı cümleyi sarf etti:

“Şeyh Sait kuvvetlerinin Ergani’ye yaklaştığı duyulunca  -inanır mısınız- büyüklerimiz bizlerin alelacele toparlanıp; evimizi barkımızı terkederek, Zülküfül dağına çoluk çocuk sığınmamızı istediler. Çokları da bizim gibi, sarp bir dağ olan Zülküfül dağının yolunu tutmuştu zaten. (Ergani, bu dağın güney doğu eteklerinde kurulmuştur.)”

Bizler: “Gelenler Kürt değil mi? Bu kaçış da neyin nesi?” der gibi bakışlarımızla durumun tuhaflığını belli edince:

“Haklısınız fakat mes’ele Kürt olup olmamak mes’elesi değildir. Hangi milletten olursa olsun, gayri nizamî bir kuvvetten zarar gelmesi kaçınılmazdır. Böyle durumlarda, baştakilerin kesin emirleri hilafına nahoş hadiseler, tarihte hep olagelmiştir. (-Nitekim- âsiler şehre              -Elazığ’a- girer girmez önce Jandarma Dairesi’ni yağma ettiler. Hapishanedeki tutuklu ve hükümlüleri serbest bıraktılar. Adliye’deki evrakları yaktılar. Bu sırada hükümet binasına giren âsî Şeyh Şerif, ahaliyi toplayarak maksat ve gayesinin, Dini ve Kur’anı kurtarmak olduğunu, ahâliye kat’iyyen tecavüz niyetinde olmadığını söylüyordu. O, bu teminatı verirken, öte yandan avenesi; evleri ve mağazaları yağmaya başlamışlardı. 25 Şubatta âsiler münadiler vasıtasıyla ‘Malatya’ya gidiyoruz. Müslüman olan arkamızdan gelsin!’ haberini yaydılar. Bu arada Hanik köyü civarındaki Kürt köyleri halkı silahsız olarak Elazığ’a gidiyorlardı. Maksatları gelen âsilerle şeyhlerinin başarısını tebrik etmekti. Din propagandası öylesine etkili olmakta idi ki, halk ayaklanmanın bastırılmasında hükümete yardıma yanaşmıyordu. Âsilerin yağmaya başlamaları üzerinedir ki, Elazığ halkı aklını başına almış, karşılaştıkları felâketin büyüklüğünü görmüş ve âsiler karşısında cephe almıştı. -Faik Bulut, Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul -1991, s. 32-)” satırları halkın niçin böyle davrandığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

“İşte mâşerî  vicdan sahibi ebeveynlerimiz de maalesef ırz ve namus endişesine düşerek, çareyi oradan uzaklaşmakta bulmuşlardır. Ne zaman ki, TÜRK  ORDUSU  ELAZIĞ  TARAFINDAN  GÖRÜNDÜ,  ANCAK  O  ZAMAN  EVLERİMİZE  BARKLARIMIZA  RAHAT - I  KALPLE  DÖNEBİLDİK.” diyerek, bizim hâl diliyle sorduğumuz soruya, kaal diliyle güzel bir cevap vermiş oldu.

Pür dikkat kulak kesilmiş olmanın verdiği yorgunluk ile yaşlı zâta anlattıklarından ötürü teşekkürler etmeye başlamıştık ki:

“Çok üzücü bir hususu da belirtmeden edemeyeceğim!” deyince, ister istemez yeniden kulak kesildik. O devam ediyordu:

“Türk Ordusu duruma hâkim olunca, maalesef bir ihbar furyası başladı! Bazıları, husûmet besledikleri kimseleri, isyanla bir alâkası olmadıkları hâlde ‘İsyana katılmıştır.’ diye resmî makamlara ihbarlar yağdırarak, kurunun yanında yaşın da yanmasına sebebiyet vermişlerdir. O karışık ve nazik günlerde, tam bir tahkikatın yapılmasına zaman ve zeminin müsaadesizliği; birçok masumun; rakiplerinin iftirasına kurban gitmesine sebep olmuştur.”

Sustu. Daha fazla devam edemeyeceğini anlamıştık. Artık sesi titremeye başlamış, gözleri nemlenmişti. Dokunsak ağlayacaktı. Sessizce ayrıldım. Hem yürüyor, hem düşünüyordum.

Haklı olmak başka şey, Hak yolda olmak başka. İnsan, hem haklı olmalı, hem de Hak yolda bulunmalı. Dâva da Hak olmalı, dâvaya götürecek  yol / metot da. Çünkü inancımızda, gaye için her şey meşru ve mübah değil. Kaldı ki, samimi ve muhakemesiz kişilerin verdiği zararı, akıllı düşman veremez. Öyleyse Hak bir dâvada hem samimi ve içten, hem de mantıklı ve muhakemeli olmalı. 

Unutmayalım ki, Hak bir dâva Bâtıl metodlarla, geçici olarak söner. Bâtıl bir dâva, Hak metotlarla -geçici de olsa-  parlar. Fakat sonuçta şüphesiz yine Hak galebe eder.

Demek ki Şeyh Sait belki haklıydı ama isyan etmekle haksız oldu. Yanlış hareket etti. Nice müslüman kanının dökülmesine sebep oldu.

Çünkü yurt içinde kıyam ve isyana inancımız izin vermiyor. İrşat ve ikaza evet, kavga ve dövüşe hayır diyor. Velhasıl Ahmet, Mehmet ve Ömerlerin yaptıklarından; Hüseyin, Halil ve Kadirler mes’ûl tutulamaz. Aksi takdirde zulüm olur.

Bugünlerde olup bitenlere de yukarıda geçen hadiseler perspektifinden, ibretle bakmamız ve ona göre vaziyet almamız gerekmiyor mu?