Yaşama  hayat veren  O, bir tek yerde alıyor.
Ölümde…
Oysa evrenin bir parçası olan bizler, hep almak peşindeyiz.
Hep veren olsaydık da insan olmazdık diyenleri duyar gibiyim.
İyi de bu işin bir dengesi yok mudur?
Varoluş; birliktelik ve birliği kavramak algısı içinde niye düzene giremez?
Sahip olan doğa sahibiyetin kurallarına mı ihtiyaç duymalıdır?
Birlikte onu yaşamak kurallara mı bağlıdır?
Sevmenin şartı şurtu olur mu?
Koşullu olursa sevmek olur mu?
Yooo
Şunu iyice anlamamız gerek ki;
Doğa ile ilişkilerimiz hiyerarşik bir yapıda değildir.
Suç ve Ceza değerlendirmesi de girer işin içine… Beni dinlemezsen şunu yapmam diyen anne koşullu değil midir?
Bana şunu almıyorsun yapmıyorsun deyip kapris yapan sevgili koşulsuz mudur? 
Doğa; Sözümü dinle ekolojik ol mu der?
Yooo
Sahibiyet gözetim etmek, kollamaktır. Ancak ilk akla gelen olmamalı. (Sahibiyet biriktirmek, depo- lamak, koklatmamak değildir.) Sonsuz ve sınırsız hak olamaz.
Tıpkı bir ailenin sahibiyet duygusu–kollamak, herkesin alanine sahip çıkması,birliktelik- hiyerarşik denge bozulursa ailenin mutluluğu ve devamlılığı tehlikeye girer. 
Baktık büyüttük ama bize bakmadı. 
Sen o sana baksın diye mi baktın? Yoo ailede düzen huzur mutluluk filizlerini paylaştın. Birey oldu mutlu oldun. Evlendi neslin yürüdü. 
Bakıcı mı büyüttün de beklenti içindesin?
Bu şimdi koşulsuz bir sevgi midir?
Zavallı varlık düşüncesi, şirketlerde, hatta ülkelerin veriminde de hayır bırakmaz.
Sahip olmadıklarımız ancak  dayatma ile denetlenebilir.
Dayatma da ne kadar sürer ki?
İşte bu sebepledir ki vermek ve almak ikilisi denge de olursa yaşamın her kümesi ve de doğanın dengesi korunmuş olur.
Ekolojik olmak, elini birşeye sürmeden hep alarak cennetlik olmayı istemek midir?
Doğayı seviyorum ama koruyamıyorum. Sahipleniyorum ama zarar verdiğimin farkında değilim. 
Efendi olmak kabadayı olmak zıt iki kavram.
Eğri oturup doğru konuşalım, Efendi olalım efendiler!
Evrenin Efendisi değil kendinizin efendisi olun.
Doğa ile ilişki, insaniçi ilişkiler gibi tek taraflı olamaz.
Türk insanında almak Nirvana ya ulaşmıştır ki şarkılarımızda bile bencillik izlenir;
“ Bir tatlı huzur ALMAYA geldim Kalamış’tan!” Bana ne, 
Ulen sen Kalamış’a ne VERDİN? Giderken içtiğin kola kutuları sağda solda. Huzur verirsen huzur geri döner alırsın. Taa Taa…. Boomerang… 
“Bana ne, bana ne …Beni al, beni al, onu alma!”
Başkaaa…
“Vere Vere kalmadı “
“Al beni götür gittiğin yere …”
Gecegece alacaksan al beni” 
Almaya vermeye… alışverişe hastayız vesselam!
Bunlar alışverişten bi haber şarkılar. Neyi verdiğinin –aldığının bilincinde olmayanlar.
Hep almaya hazır dünya…İyi de
Ya alacakların biterse?
Geleneksel çocuk oyunlarında da görülür almak.
“Aldım verdim ama ben seni YENDİM.” Aslında,  aldım çaktırmadan verdim ve seni yendim. Bir ilüzyon seyri…
Evlilikler de geçer. Ben aldım. Sonra …vermem…
Burada cinayetler, işkenceler devreye girer. Baskıcılık duygusal şantaj içinden çıkılmaz bir yumağa dönüşür ve tüm hayatı etkiler.
Sahiplenme, bencil ve eğitimsiz bir ruhu da içinde barındırır. 
Patron kim?
Kim kimin efendisi?
Ne doğa bizim ne biz doğanın esiriyiz.
….
Talep ve beklentilerin değişmesi hepimizi doğru çözümlere ulaştıracaktır.
Böylece,
Ne veren ne alan, en üstte veya en altta gezmeyecek.
Kimse kimsenin esiri olmayacak. Bireyden başlayarak doğaya açılan kapı sonuna kadar açılacak.
Ben de evrene bu enerjiyi veriyorum şarkıları artacak. 
Aslında bu egomuzun da törpülenmesi değil midir?
Biz hepsini kapsayan ayrılmaz bir bütünüz.
Aldığımız kadar vermeyi de bilmemiz gerek… 
Nasıl mı?
Sanırım daha çok eğitim ve tecrübelerden ders alarak.