Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda Orhan Gazi’nin kurduğu Kızık köylerinden biri olan CUMALIKIZIK' ı gezdikten sonra, az gittik, çok gitmedik.   M.Ö 2. yy'da mitolojide müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı, kehanet yapan, bilici tanrı Apolon’dan adını alan, Cumhuriyet’in kuruluşuyla mübadeleyle boşaltılan, Gölyazı eski adı Apolyont olan bir Rum köyüne yol aldık. Gölyazı’ya girerken zeytinliklerle birlikte kahverengi “5 km kaldı tabelası” karşıladı bizi ve serüven başladı köy girişinde. 

Gölyazı küçük bir ada

Gölyazı’da ilk olarak 12 kanatlı bir Yel Değirmeni çıkıyor, daha sonra Aziz Panteleimon Kilisesi.  Araçlarını köy dışında bırakmış insanlar sıra sıra tozlu yoldan köyün meydanına hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Aracımızla kalabalığın arasından geçtik. Köyün merkezinde Ağlayan Çınar’ın altında köye “merhaba” dedik. Ulubat Gölü kıyısında yer alan tablo gibi bir balıkçı köyü karşıladı bizi. 

 Duydum ki; Gün batımının en güzel gözlendiği noktalardan biri olması dolayısıyla, fotoğrafçıların önemli uğrak noktalarından birisiymiş. Yunan Tanrısı Apollo da burada kendine tapınak yaptırtmış. 

Köye girdiğimizde, adacığın kıyıları boyunca sıra sıra dizilmiş sandallar ve önlerindeki kiralık tabelaları dikkatimi çekti. Sandal gezisine davet eden  “ Nilüfer çiçeklerine sandal gezimiz 5 TL” diye yükselen sesler var. Köyün girişinde hemen sandala binmek olmazdı.  Köyün içinde etrafı izleyerek ilerlemeye başladık.  Yürürken ilk önce balıkçılar ve balıklar çarpıyor gözünüze. Sudan yeni çıkmış balıklar karada dizilmiş, misafirlere “Hoş geldiniz” diyor. Sevimli insanlarla dolu küçük ve şirin köy. Yeni yasayla mahalle olmuş.  Köye girince tek fark edeceğiniz şey her adımda Atatürklü Türk bayrakları. Bu şirin köyün halkı Atatürk’e tek kelimeyle aşık. Mübadele döneminde Selanik’ten buraya yerleştirilen halk, kurtarıcısını çok seviyor.  Köyde en büyük sokağa “Atatürk Caddesi” adını vermişler. Atatürk posterleri asılı pencerelere bakarak köy içinde yürüdük.  Köyde 250 yıllık Rum evlerinden bir kısmı korunmuş.

Aaa o da ne leylekler de ailece köye gelmişler. Her evin çatısında bir leylek yuvası gördüm. Yuvalarında fotoğraf çektirmek için poz veriyorlar sanki. Leyleklerin yuvalarında aile samimiyetini bile görebilirisiniz. Köyün en çekici yanı leylekler diyebilirim. Burası aynı zamanda kuşlar için önemli bir adresmiş. Yavrulama döneminde Manyas Gölü’nde konaklayan göçmen kuşlar, balık bolluğu nedeniyle beslenmek için Ulubat Gölü’ne geliyorlarmış.  

Rum evlerinin Türk evleriyle kucaklaştığı bu adada evlerin önünde, tenekeden sardunya saksılarının arasında çocuklar renkli boncuklarla takılar yapıyorlar. Çocuklara gülümsedim, gözlerinin içine baktım. Onların yaptığı işin değerli olduğunu hissettirmek için birkaç tane bileklik aldım.  Bir ördeğin “vak vak” diye sokakta konukların arasında gezintiye çıkması da kurgu gibiydi. Ya kedilerin ağır ağır gezinti yapması görmeye değer.   Köyde her yıl mayıs ayında gökyüzünü süsleyen ”Uçurtma Şenliği” yapılıyormuş. Halkı gerçekten çok yardımsever, çok iyi insanlar.  Başınızı göle doğru çevirdiğinizde, evlerin aralarından göl üzerindeki sandalların rüzgarla dans ederek geçtiğini görüyorsunuz. Öğle yemeği için, gölden yeni çıkmış turna- sazan ve yayın balığı hazırlanırken, gölün o muhteşem manzarası ile masaya oturuyorsunuz.  Nefis kızarmış balığınızı yerken,  göl üzerinde, renk cümbüşü içinde, gelin arabası gibi süslenmiş sandallar; nilüfer çiçekleri,  Apolyont tapınağı ve gölde doyasıya bir gezintiye davet ediyor sizi.

Sandalları selamlayan ağaçlar suların içinde, köklerini serinliğe bırakmışlar. Evler su kenarında. Yazın kuruyan sular size yürüyeceğiniz yol olabiliyormuş. Köy için; kışın ada, yazın yarımada derlermiş. Çünkü kışın sular yükseliyormuş. 

****

 Yemekten sonra, eski Rum ve Osmanlı evlerinin olduğu sokaklarından geçerek tekrar köyün meydanına döndük.   Köylü kadınların göl kenarında oturduklarını gördüm.  Yanlarına oturdum,  sohbet ettim. Çok içten ve samimiler “Her cumartesi Pazar burada toplanırız. Kalabalığı izleriz. Hafta içi köyümüz boştur, sessizdir.  Her gün sabahın beşinde balıkçı kadın ve erkeklerin göle çıkışıyla başlıyor hayat burada. “ diyerek devam ettiler. “Uluabat gölünün suları yükseldikçe ağaçlar, merdivenler, hatta köprü altındaki otopark gölün içinde kalır. Eskiden bu köyde ipek börekçiliği yapılırdı ama sonra bitti, şimdiler de ise zeytincilik ve balıkçılık, son zamanlar da ise turizm den kazanç sağlamakta, Kerevitimizin tadına da doyum olmaz.” dediler.  Çok mutlular köye gelen konukların gösterdiği ilgiden. Ne kadar tatlı dil de dökseniz de köylüler fotoğraf çektirmeyi hiç sevmiyor, reddediyorlar. Sokakta oturup kırmızı balık ağı ören yetmiş yaşlarında teyzeye “merhaba” dedim. Çok samimi sohbet etti. Fotoğraf çektirmeyi o da kabul etmedi.

  Köyün, göl manzarasına doyulacak en güzel yeri uluslararası anıt ağaç işareti taşıyan, Ağlayan Çınar’ın altına geldik. Çınar, gölün kenarına yan yatmış,  için için ağlarken, çocuklar adeta parkta oyun oynar gibi Ağlayan Çınar’ın üzerinde oyun oynuyorlar.   Göl ile yıllardır uyum içinde yaşayan Ağlayan Çınar’a, Hey Çınar! diye seslendim.  “Göl bir yanında, cıvıl cıvıl kuşlar dallarında, neşeli insanlar gölgende.  Ağlaman için sebep var mı?” dedim ve öyküsünü dinlerken hüzünlendim.  Köyde yaşayan Mehmet isimli bir Türk ile Eleni adında bir Rum kızı birbirlerine sevdalanmışlar.” diye başlıyor aşk hikayesi, sonu oldukça hüzünlü.  Elim varmadı sonunu yazmaya. O günden beri ağlarmış bu çınar.

****

Köyün içindeki fırından susamlı ve cevizli ekmek kokusu geliyor. Köy ekmeği almadan olur mu? Odun ateşinde çay bazlama ve yerel köy kahvaltıları mis gibi, göle sıfır mekanlarda kahvaltı, ulu çınarların altında, kafeteryalarda çay sohbeti yapmak çok keyifli. Nefis nilüfer yatakları olan bir göl Ulubat(Apolyont) gölü.    “Abla benim sandal pat pat yapmaz.” diyen bir sandalcı ile göle açılıp nilüfer çiçeklerinin su üstünde durduklarını görebilirsiniz.  

 Şu anda kültür merkezi olarak kullanılan Aziz Panteleimon Kilisesini ziyaret ettik. Eski duvarlar kulağıma fısıldadı sanki. “19. yüzyılda zenginleşen ve kültürel olarak ilerleyen Rumlar birçok kilise inşa etmişler, fakat günümüze bu kiliselerden ancak Aziz Panteleimon Kilisesi ulaşabilmiş ve Nilüfer Belediyesi tarafından restore edilerek günümüze taşınmıştır. Gölyazı’da konuştuğum insanların dediğine göre burada yılda 2-3 sefer ayin yapıldığı hatta çocukların vaftiz törenleri yapıldıkları söylendi. Kilisenin galerilerinde tren raylarına rastlanmış ve bu yüzden yapının 19. Yüzyıl’ın sonlarına doğru inşa edildiği düşünülüyor.”

Artık akşam olmakta ve dönme vakti yaklaşıyordu. Köylülerin evlerin önünde yaptıkları gözlemelerle çayınızı yudumladık. Her evin önünde üreten kadınlar var.  Köyde üretilen peynir çeşitlerinin tadına bakıp keçi peyniri ve lor peynir aldım. Peynir satan aile bahçesinden kopardığı yeşillikleri de ekledi. Mis gibi. Köyden çıkarken tekrar yel değirmeninin önünde fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi de unutmadık. Son eylemi de gerçekleştirdik.  Artık gün batmak üzereydi. Köyden ayrılırken,  sessiz sedasız son cümleydi .” Ver elini İstanbul.” 

Geriye döndüm baktım. “Daha önce gelseydim bu köye” diye hayıflandım. Köyde kiralık veya satılık ev olmadığını söylediler.   Sadece yazarların konaklayabildiği Göl Yazıevi’nde ise kalmak için Nilüfer Belediyesi’nin başvuru formu doldurmak gerekiyormuş.   Eğer şartlarınız uygunsa, geçici süreli yazar konaklama sözleşmesi yapılabilirsiniz. 

Ayrılmak istemesem de sessiz sakin yaşamı özlediğimi fark ettiren yer oldu. Pazar günümü geçirdiğim köy. Köy ama neden mahalle yapmışlar anlayamadım.  Gözlerimi kapattım ve düşündüm. Fotoğraf çektiğim, çektirdiğim, çocukların gözlerinin içine baktığım, mutlu olduğum köy. Huzur bulduğum köy. Kısacası tarih ile konuştuğum köy. Artık köyüm demek istiyorum. Çünkü aklım kaldı, yüreğim kaldı bu köyde. Gölyazı’da bir akıl bir yürek bulursanız o benimdir, emanetime iyi bakın.