İster Osmanlı ve ister Cumhuriyet, hangi devrinde olursa olsun, İstanbul’da anlatılmaya değer o kadar çok hadise veya tarihe mal olabilecek değerde vak’alar zuhur etmiş ve etmektedir ki, bizlerin ömrü biter de onların sonu gelmez.
Dolayısıyla, bilhassa tarih araştırmacıları için, İstanbul’un tarihçesi ve günümüzde devam eden gündelik yaşantısı, biçilmiş kaftandır denebilir!...
Bu naçiz kaleminiz, sizler için, bu eski Payitaht Şehrinden hemen her Perşembe; birer enteresan semt ve o semtte zuhur etmiş bahse değer bir vak’a olmuşsa, birlikte sunacaktır.
Cümlece bilindiği gibi İstanbul Beldesi, her daim, Avrupa ve Uzak Doğu’daki Emperyalistlerin iğrenç iştahlarını kabartmış ve bu sebeple; çevirmedik dolapı, uygulamadıkları kumpas kalmamıştır... Nitekim, “31-Mart vak’ası” gibi, İmparatorluğun sonunu hazırlayan tarihi trajediler dahi, böylesi iğrenç niyetlerin mahsulü olarak meydana getirilmiş, uğursuz vak’alardır.
Nitekim, iş işten geçtikten sonra nasıl korkunç bir tezgaha alet edilmiş olduklarına nadim olan “İttihatçılar” dahi, son çare olarak, esaret hayatı yaşattıkları merhum Sultan II. Abdülhamit Hân’a müracaat ederek; bu aziz vatan nasıl kurtarılabilir? diye dert yanmışlardır!.. Lâkin, ne acıdır ki, artık yapabilecek hiçbir çare kalmamıştı!...
Bütün bunlar Tarih’çe sabitken, bazı aydın geçinen zavallıların nasıl hâlâ inatla İttihatçıları birer kahraman mertebesinde görmelerine şaşmamak elde değil?!...
Sen koca bir Devletin yok olmasına sebep ol ve ben sana kahramanlık payesi vereyim?!... Her ne ise geçelim!..

İSTANBUL’UN MEŞHUR MESİRELERİNDEN
<DİLLERE DESTAN ALİBEY-KÖYÜ>


Eyyûb Sultan’dan dört-buçuk kilometre uzakta ve Eyyûb Sultan ilçesine bağlı meşhur Alibey-Köyü; Tarihi mesirelerimizden “Kâğıt-Hâne”den sonra gelen Şehr-i İstanbul’un, en namlı mesirelerindendir. İlkbahar’da Kâğıt-Hâne’ye mesiresine giden İstanbulluların ekseriyeti, muhakkak Alibey-Köyü’ne uğramadan edemez. Zira, mezkûr mahallin, “Sütlü Mısırı” onları bekler ve kendini tattırmadan geçit vermezdi!...
Hepimizin bildiği gibi Alibey-Köyü’nün “Sütlü Mısırı” dillere destandı. Nitekim Şehrin diğer semtlerinde dolaşan seyyar satıcılar: “Alibey-Köyü’nün Sütlü Mısırrrr!” tanıtımı ile mısırlarını satarlardı.
Alibey-Köyü’nün ahalisi çoğunlukla; “1877’deki Osmanlı-Rus Harbi” esnasında, Rumeli’den göçenlerden müteşekkildi. Bunlar “Pomak-Türk’lerdir”. Pomakların kendilerine has ve gayet hoş bir Türkçe şiveleri vardır. Ekseriyetle buğday-sarısı veya kumral, beyaz tenli, yanakları hafifçe pembeleşmiş, sıhhatli kanlı canlı insanlardır ki; Kızları ve Kadınları, zarafet ve sadakat açısından dört-dörtlük olmalarıyla birlikte, bilhassa pişirdikleri “Kol ve Su Börekleri” gerçekten emsalsizdir diyebilirim. Hele “Pomak Böreği”ne diyecek yoktur.
Pomakların şiveleri ise özetle şöyledir:
(-: A-B kızan, ne idersin!)
(-: A-B Hüsmen Aga! Nire gidersin?)
İstanbul sakinleri ise onların bu lehçelerine pek düşkündür. Nitekim, “Tulûat repertuarımızda” kendine has yerini almıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını sürdürdüğünü ve İstanbul’un Sur dışı çevresinin henüz tamamen “Ormanlık, çimenlik” pek nefis bir bitki örtüsü ile kaplı bulunduğu yıllarda, Sultan IV.Mehmed Hân’ın bir “av-köşkü” mevcutmuş. Mevzubahis Köşk; Sultan III.Ahmed Hân tarafından, genişletilip külliyen onarılmış ve köyün arkasındaki muhteşem Çınarların altı tanzim ettirilerek, ilaveten üç büyük havuz yaptırılmış.
Alibey-Köyü’nün meşhur “Sütlü Mısır” satıcıları ise, mevzubahis mahalde yaşantılarını idame ettiren bölgenin Roman’ları idi.
Roman vatandaşlar; büyükçe kazanlarda veya yine büyükçe tencerelerde kaynattıkları “Sütlü Mısırları” gelip geçen yolcularla, mezkûr mahalde piknik yapanlara satarlar ve ayrıca “Kömür Mangalı” ateşinde pişirdikleri “Mısır-Kebabı”nı da ayrıca satarlar ve en enteresanı da; 5-10 kuruş karşılığı fal bakmaları idi.
Genç kız veya erkek, onların yalanlarından öylesine memnun kalırlardı ki, bir 5. Kuruş da bahşiş bırakırlardı.
Ancak bazen de menfi açıdan iki yalan attıklarında ise; nice yanık delikanlı, nice yanık kız; bu yalan kelamlara aldanıp, üzgün şekilde evlerine dönerlerdi. İşin en enteresan tarafı ise; bu falcıların bazı kelamlarının “yalan tuttu misali” zaman, zaman tutturabilmeleri. Ve böylece şöhret yapabilmeleri idi!...
Eski ve daha sonraki (1943-1965) yılların gençleri için; “aşkın ve sevginin yeri daha bir başka, daha bir değişik imkanlara sahip olmalarıyla daha serbest sayılabilirlerdi.
Meselâ: herhangi bir mahallenin sakinlerinden bir delikanlı, aynı mahalleden bir komşu kızına aşık olunca, hilafsız 3-5 hafta sadece karşılıklı bakışlarla, birbirlerine meyilli olduklarını anlatmaya çalışırlar ve kızın da kayıtsız olmadığını öğrenen delikanlı, bu sefer mektup teatisine geçer ve daha sonra haberleşmenin yerini, Muhallebici dükkânı alınca; daha rahat anlaşırlar ve böylece Sinemaya da gitmeye başlarlar ki, karanlıkta el ele tutuştuklarında, adeta kendilerinden geçerler ve bu an onların hayatındaki dönüm noktası olurdu. Hayır daha ileri gidemezlerdi. Çünkü, kızın “iffet ve namusu”, ona aşık olan erkek için, izahı gayrı kabil bir değer taşırdı ki; bu bir edep, bir terbiye meselesi idi.
Hele, hele taassubun zirvede olan mahallerde bu durum daha da riskli idi. Öylesine riskli idi ki; birbirlerine karşı sevgi duyan ve böylece gezip tozmaya başlayan iki sevgili, aileleri aracılığı ile işi resmiyete dökerek evlenirler ve böylece; temiz beraberlikleri herhangi bir lekeye maruz kalmadan, mutlu sonla neticelenirdi.
Tek kelime ile (1943-1965)lerin İstanbul delikanlıları için semtinin kızı dahi olmazsa, herhangi bir kız; sevgiye, saygıya ve her şekilde korunmaya layık bir varlıktı!..
Yani o güzelim yıllar: “Kadının Kadın, Erkeğin erkek olduğu, Türk ahlâk ve faziletinin ön planda değerlendirildiği yıllardı.” Heyhat ki, bütün bu tabii güzellikler, pek gerilerde kalmıştır!...
Bilhassa (1948 ve 1950’lerde adeta ağızlarda sakız olan:
(-: AMERİKAN KOVBOYLARI ASLAN CİNOTRİ!) şamatalarına kapılan çocuk ve bülûğa henüz erişmiş körpecik gençlerimiz, ABD’nin büyülü ve pembe görüntülü propaganda efsununa kapılarak eriyip gitti...
Eriyip diyorum zira Hükûmetlerimizin bu babda herhangi bir çalışma sergilememiş olmasından, Gençlerimiz, kendi kısıtlı dünyaları içinde dünyayı tanımaya çalışmış ve ABD’nin emperyalist emellerini sezdiği zaman da (1965) iş işten çoktan geçmiş: (Defol, Amerika!) sloganları ise hiçbir işe yaramamış, ülke içinde tek siyasi değişkilik; Ülke gençlerinin, kutuplara ayrılarak yekdiğerini hasım kabul edip, kardeş kanı akıtmakla sadece ABD. başta olmak üzere Batı Devletlerini sevindirmekle kalmışlardır!..
“Alibey-Köyü” bahsinde, ülkemizdeki iç çatışmalara temas etmemin başlıca sebebi, 1965’lerde Ülkemiz insanının ne yaman tuzaklara maruz kalmış olmasıdır ve bütün bunların yeni nesillerimiz tarafından bilinmesi de elzemdir. Dolayısıyla hemen her bölümde böylesi siyasi trajedileri nispet dahilinde gözler önüne sermeye çalışacağım.
Aynen günümüzde var olduğu gibi, (1971) siyasilerin iktidar mücadelesi muhatapları adeta düşmanmış gibi, en acımasız şekilde yek diğerine saldırmaları, halk’a da sirayet etmiş ve bilhassa gençlerimiz arasında kutuplaşmalar ve bilahare de yek diğerini öldürmeler söz konusu olmuş daha evvel de belirtmiş olduğum gibi, “kardeş kanı” oluk gibi akmıştır..
Ne acıdır ki, hemen hiç birisinden ders alamamış, bulunan günümüz Parlamentosu’nda iktidar kavgası kıran kırana devam edip gitmektedir: (5 Temmuz 2015 Pazar).
Görülüyor ki, Osmanlı’da olanlar, Cumhuriyet döneminde de devam edip gitmektedir!...
Halbuki, bir başka açıdan ele alınırsa; Türk Milletine; erişilmesi gayet güç hizmetler sunabilmiş olan hemen her Türk büyüğü, İstanbul halkı tarafından, adeta bir Evliya mertebesinde görülür ve bu mertebede değerlendirilirdi.
Mesela, Fatih Sultan II. Mehmed Hân, kadim İstanbullu nezdinde bir Evliya’dır. Çünkü, ataları onun başının tacıdır. Onlara dil uzatanları, tek kelime ile lânetler...
Nitekim, İstiklâl Harbi’nin Mimarı, Yüce Önderimiz, Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine olan sonsuz sevgi ve saygısı da aynı ruh yapısından kaynaklanmıştır.
Öz Türkçesi: (İyilik yapana kul köle. Düşman olana da aman tanımaz bir Bahadır olabilme özellikleri) onun başlıca meziyetidir.
Kısaca: (İSTANBULLU ANLATILAMAZ, İSTANBULLUYU ANLAYABİLMEK İÇİN, İSTANBULLU OLMAK ŞARTTIR!!..)
Naçiz kalemimle dile getirmeye çalıştığım İstanbul folkloru: (Camiî, Kilise Sinagog) gibi başlıca İbadethaneler ile Çarşılar, Pazarlar, Dükkâncılar, Kapalı-Çarşı ve Mısır-Çarşısı, Sinema ve Tiyatrolar, Mesireler, Yazlık Sinemalar, tenezzüh Sandalları vs.
Hemen hepsi de bu yazı serimde siz değerli okuyucularıma sunulacaktır. Bizlerin nerelerden, nerelere getirildiğimize bizzat şahit olacak ve müsebbiplerini Hz.Allah’a havale edeceksiniz. Hem de tamamen hayretler içinde kalarak!...
İnşallah yeni bir fıkramda buluşuncaya kadar, cümlenize mutlu yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.