Çanakkale’ye gittiğinizde, vatan ve millet için çarpan kalplerin sesini hücrelerinizde hissedersiniz. 

Orada huzur vardır. Sıcacıktır, ana yüreği gibi… Güven verir. 

Ceddinizin kendi değil, sizin için verdiği mücadele ile gururlanırsınız. Genlerinizle iftihar edersiniz.

Yaptıkları bağımsızlık mücadelesinin sadece beden ile yapılamayacağını hissedersiniz. 

İngilizlerin “Türk ordusunun gücünü ölçmek için gönderdiklerini” ima ettikleri Anzak askerleri için Ceddimiz, ölen Anzak askerlerin ailelerine “Artık onlar bizim evlatlarımızdır” diyebilecek kadar Can’dır, Canân’dır.

Çanakkale’de atalarımız Alp-Eren’di.

Hem asker, hem dervişti.

Tam anlamıyla nefs’e hâkimiyet sağlamışlardı.

Sabah bir kâse üzüm hoşafı, öğle hiçbir şey yok, akşam yağlı buğday çorbası ve bir ekmek yiyebiliyordu. İlerleyen günlerde menü daha da azaldı.

Evet açtı ama toktan daha güçlüydü.

Uykusuzdu ama dinçten daha uyanıktı.

Mühimmatsızdı ama süngüleri en güçlü silahtan da güçlüydü.

Mânen güçlü bedenlerini, toprak için-madde için gelmiş düşmandan daha iyi kullanabildiler.

“Size ölmeyi emrediyorum” dendiğinde terreddüt etmemek!.. Hatta bu emri vermek ve ölüme yürümek, nasıl bir yürek!.. 

Topraklarımızı, anılarımızı, geçmişimizi elimizden almak! Bu ne cüret?..

Nefs’e hâkimdik. Bu sayede terk etmekte tereddüt etmedikleri vücutlarına tam olarak hâkimdik. Aynı anda şartlara, doğaya da hâkimdik.

Düşman, sapanla kaplan avlamaya gelmiş gibi kalakalmıştı…

Dedelerimiz inanılmaz bir zafer kazandı. İngiliz’i, Yunan’ı, İtalyan’ı defetti. 

Ve çağın gerisinde kalan rejimi değiştirip, “bizi bize” bıraktı.

İşte geçen hafta bu büyük, kutsal zaferin 102’nci yılını kutladık. 

Tören düzenlendi. Törende devlet büyükleri konuştu. Ve sordu “Referandumda evet diyecek misiniz?”..

Bu güzel güne yine siyaset, yine madde girdi. Çanakkale Köprüsü girdi, paralı otoban girdi, Suriye’ye girmemiz girdi. 

Halbuki bu güzel günü “evet-hayır” kargaşası duymadan geçirmek ne güzel olurdu. 

O ruhu, şahadeti, canı, cânanı, yüreği duymak ne güzel olurdu... Belki seneye…

Hele hele Suriye meselesinin o gün anılması!.. Ülkemize girmek isteyenleri nasıl kovduğumuzla övündüğümüz o gün…

Herkesin hayalidir “Bahçeli bir evim olsun, varendası olsun, pempe panjuru olsun”…

Olduğunda ise eve ilk ne yaparız?.. Tabii ki “çit”… 

Çünkü “çit” sadece dışarıdan gelebilecek kötülükleri engelleme görevi görmez. Aynı zamanda; evin içinde yaşayanları birbirine bağlar, bütünlük sağlar, birlik içinde tutar.

İşte bunun için Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiştir. Ve evimizin çitini örmüştür.

Aksini ancak; hiçbir ülkenin bize dış güç olamayacağı kadar güçlendiğimiz zaman düşünebiliriz… 

Geçmişte bunu yaptık… Ayasofya’yı cami yaptığımız gibi, neredeyse Viyana’daki Stefan Kilisesini de cami yapacaktık. 

Ama unutmayalım ki!.. O dönemlerde en güçlü ordu, silah bizdeydi. 

Üretim hat safhada, işsizlik hava civaydı. 

Kendi paramız çok, başkasının parası yani kredimiz yoktu. 

Halk bütünlük içinde, birbirine inançları tamdı. 

Maalesef bugün, sosyal medya da halk birbirini ispiyon ediyor. Komşu komşuyu şikâyet ediyor. Hatta kadın, kocasını ispiyon ediyor. 

Ülkemizin duayen gazetecisi Tayfun Talipoğlu vefat ettiği için “Bir hayırcı daha öldü” sevinç twitleri atılıyor. 

“Ölülerinizi hayırla yâd ediniz” hadisinden uzaklaşmışız, ayrışmışız.

Çitleri kırmışız…

Bu vesile ile hafta içinde vefat eden, gazeteci Tayfun Talipoğlu’na Allah’tan rahmet, ailesine, sevenlerine sabır ve başsağlığı dilerim.