Geçen hafta bu sütunlar’da Said Nursî’nin risâlelerinden bir bölüm aktardım. Şakird’lerin ba’zılarının isimleri de zikredilerek, bu beyan’ların bu şâkird’lere ait olduğu ifade edilmektedir. 
Ehl-i Sünnet akîdesi bakımından çok ciddî rahatsızlık veren bu beyan’daki ba’zı ifadelerin altını kalın bir çizgi ile çizecek ve ne ma’naya geldiğini, neyi ifade ettiğini parantezler içerisinde açıklamaya çalışacağım. “Bu eseri âlîşan’da şimdiye kadar emsâline rastlanmamış bir feyz-i Ulvî ve bir Kemâl-i Nâmütenâhî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde Meş’ale-i İlâhî’ye ve Şems-i Hidâyet ve Neyyir-i Saâdet olan, “Bu şanı çok yüksek ve şimdiye kadar bir benzerine rastlanılmamış ve hiçbir eser’in, -hâşâ! Kur’ân-ı Kerim de dâhil-ulaşamadığı, çok yüksek bir feyiz ve nihâyetsiz bir mükemmeliyet mevcud olduğundan, İlâhî bir meş’ale, hidâyet güneşi ve saâdet nurudur. 
“Haz.Kur’ân’ın füyûzatına vâris olduğu (müşahade edildiğinden) meşhûd olduğundan; onun esası Nur-u mahz-ı Kur’ân olduğu ve evliyâullah’ın âsâr’ından ziyâde Feyz-i Envâr-ı Muhammedî’yi hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risâlât’in on’daki hisse ve alâkası ve tasarruf-u Kudsîsi evliyâullah’ın âsarından ziyâde olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan ma’nevî zâtın mazhariyyeti ve kemâlâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakîkattir.” (Risâlelerin Nuru-Mahz-ı Kur’ân olduğu, Allah’ın veli kullarının eseri olmaktan daha ziyâde, Muhammedî nurların feyzini hâmil olduğu (taşıdığı), Tertemiz risâlât’ın (Peygamber’liğin, Resûllüğün ondaki (Said Nursî’deki) hisse (ortaklığı) ve alakası (münasebeti) mukaddes tasarrufu (yaptığı mukaddes işleri) velî’lerin eserlerinden ziyâde olduğu Kemâlatı ise o nisbette yüksek ve emsalsiz (benzersiz) olduğu güneş gibi âşikâr bir hakîkattir (gerçektir). 
“Evet, o zât (Said Nursî) daha hâl-i sabâvette iken (henüz küçük bir çocukken) ve hiç tahsil yapmadan (kimseden herhangi bir şey öğrenmeden) zevâhiri (görüntüyü) kurtarmak üzere, üç aylık bir tahsil müddeti içinde, Ulûm-u Evvelîn ve âhirîn’e ve ledünniyat ve hakâik-i Eşya’ya ve esrâr-ı Kâinat’a ve hikmet-i İlâhî’ye vâris kılınmıştır.” 
(Said Nursî) henüz çocukken ve hiçbir tahsil-eğitim almamış, sadece zevâhiri (görüntüyü) kurtarmak üzere, üç aylık bir eğitim almış olmasına rağmen, “Evvelîn ve âhirîn,” dünya’nın başlangıcından günümüze ve bundan sonra kıyâmet gününe kadar olmuş ve olacakların ilmine (bilgisine), tahsil ile, kesb (çalışma) ile kazanılmayan ve Allah vergisi bütün ilimlere, kâinatın (bütün mevcudatın-varlıkların) sırlarına, Allah’an bütün hikmetlerine vâris kılınmıştır.) 
“Şimdiye kadar böyle bir Mazhariyyet-i Ulyâ’ya (bu devre kadar böylesine ulvî bir oluşuma) kimse nâil olmamıştır. (hiçbir kimse ulaşamamıştır.) Bu hârika-i ilmiye’nin eşi (bu olağanüstü ilmin bir benzeri) aslâ mesbûk değildir (hiç geçmemiştir-geçmiş değildir.) Hiç şüphe edilmez ki, tercüman-ı Nûr (kuşku duyulmaz ki, Nur’un tercümanı) bu haliyle baştan başa iffet-i Mücesseme ve şeceât-ı hârika ve istiğnâ-i mutlâk (Tecessüm etmiş-cismi haline gelmiş, hârika bir güçlülük-mertlik, mutlâk surette zenginlik-hiçbir kimseye muhtaç olmamayı teşkil eden (oluşturan) olağanüstü dayanıklılık ahlâkıyle bizzet, (bizâtihi) (şahsen kendisi) bir fıtrî (yaratılış i’tibâriyle) bir mu’cize’dir, tecessüm etmiş bir inâyettir (yardımın tecessüm, teşekkül etmiş bir halidir) ve mutlâk Allah vergisidir. 
“O Zât-ı Zîhavârık; daha hadd-i Bülûğa ermeden, (Mu’cizeler sahibi bu Zât, henüz bülûğ çağına gelmeden) bir âllâme-i bî adil halinde bütün cihân-ı İlm’e meydan okumuş, (eşi benzeri olmayan-muadili bulunmayan bir allâme olarak ilim dünyasına meydan okumuş) “Münazara ettiği erbab-ı ulumu ilzam ve iskat etmiş,” (tartışmaya girdiği ilim erbabını alt etmiş ve susturmuştur.)” her nerede olursa olsun, vâkı olan bütün suallere mutlâk bir isâbetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, “(kendisine yöneltilen bütün sorulara mutlâk bir isâbetle ve hiç tereddüt etmeden cevap vermiş,)” ondört yaşından i’tibaren üstadlık pâyesini (mertebesini) taşımış ve mütemâdiyen etrafına feyz-i İlim ve emr-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet (yükseklik) ve metânet ve tevcihlerindeki derin ferâset ve basîret (yöneliş ve bakışlarındaki basîret-öngörü ve hikmet nuru, “erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkiyle “Bedîuzzaman” unvan-ı Celilini (Yüce Unvanını) bahsetmiştir. “Mezâyâ-i Âliye ve Fezâil-i İlmiyesi ile de, (Yüksek meziyet’leri ve ilmî faziletleriyle (erdem) (Din-i Muhammadî’nin neşrinde ve isbatında) (Muhammedî dinin yayılması ve isbat edilmesinden)” bir Kemâl-i Tâm halinde ru-nüma olmuş olan böyle bir zat elbette Seyyidü’l-Enbiya Hazret’lerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himâye ve himmetine nâildir.
Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdes’in emir ve fermanı ile yürüyen ve tasarrufu ile hareket eden ve onun envâr ve hakâyıkı’na vâris ve ma’kes olan bir zat-ı Kerîmü’s-Sıfattır. (Böylesine karma karışık, te’lif zaaflarıyla dolu, bir metni bu satırları günümüz Türkçesiyle anlatmaya dilim varmadı.) 
“Envar-ı Muhammadiyye”yi ve Maarif-i Ahmediyye’yi ve Füyûzât-ı Şem-i İlâhî’yi en müşa’şâ bir şekilde parlatması”, (Muhammedî ruhları, Ahmedî Maarifi ve Yüce İlâhi Füyûzatı parlak bir şekilde parlatması) “Ve Kur’ânî ve hadîsî olan işârât-ı riyâziye’nin kendisine müntehî olması ve hitâbât-i Nebeviyye’yi ifâde eden âyaât-i Celîle’nin riyâzî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletiyle,” (Kur’ân’da ve hadiste riyâzî (Matematiksel ve sayısal) işaret’lerin kendisinde nihâyet bulması, Peygamber’in hitapları olan (hâşâ! Allah’ın Kelâmı) âyet-i Celîlelerin, riyâzî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletiyle) 
“O zât (Said Nursî) Hizmet-i İmâniyye noktasında (İmânî hizmetler bakımından) Risâlâtin (Resullüğün-Peygamber’liğin) bir Mir’ât-ı Mücellâsı (parlatılmış bir aynası) ve şecere-i Risâletin bir son Meyve-i Münevveri (Risâlet ağacının son Münevver Meyvesi) ve Lisan-ı Risâlet’in irsiyet noktasında son dehân-ı Hakikatı (verâset-irsiyet noktasında risâlet dilinin son hakîkî meyvesi ve ilâhî ışığıdır, İlâhî ışığın Hizmet-i İmaniyye cihetinde bir son hâmil-i Zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.” 
Hangi risâleyi ele alırsanız alınız, yukarıdaki, altını kalın çizgilerle çizdiğimiz bölümlere benzer bölümler vardır. Daha doğrusu, risaleler, birbirinin tekrarı olduğu için aynı görüşler şu veya bu şekilde ve bir şekilde tekrarlanmaktadır. 
Yukarıdaki metinde, ehl-i Sünnet açısından bakıldığında çok ciddî rahatsız edici, tırmalayıcı, hattâ iman noktasında dikkat edilmesi gereken hususlar, cevaplandırılmalıdır, elbette cevaplandırılacaktır. Önce, ba’zı tespitler: 
- Said Nursî’nin şakird’lerinin üstad’ları hakkında beyân ettikleri bir mektup ve bir beyân olarak lanse edilen ve “Sikke-i Tasdik-i Gaybî” adlı risale’de yer alan ve “Benim hissemi haddimden yüz derece ziyâde vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi, Risâle-i Nûr şâkird’lerinin şahs-ı Ma’neviyyesi namına kabul ettim,” dediği, son derece ağdalı, Arapça-Farsça terkipleri de ihtiva eden böylesine bir metni, beyân ve metnin altında imzaları bulunan şâkird’ler tarafından yazılmış olması ihtimal dışıdır. Aralarından ba’zılarını yakından tanıma fırsatı bulduğum bu şakird’lerin, bırakınız, böyle bir ağdalı metin hazırlamayı Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okumaktan bile acizdiler. 
- Şîa’nın en büyük umdelerinden birisi, şüphesiz, “Takiyye”dir. Yâni, inandığının tam aksini beyan etmektir. Metni hazırlayan aslında şâkird’ler değil, bizzat Said Nursî’nin kendisidir. Diğer Risâle’lerinde de buna benzer uydurulmuş beyânlar ve mektuplar mevcuttur. 
- Bu beyanın-mektubun altında imzaları olan şâkird’lerden, bilemiyorum hayatta olanlar var mıdır? Eğer hayatta olanlar varsa, eminim, bu beyanı okuyup-anlatamaz. 
- Esâsen, şâkird’lerin %90’ı bu risâleleri doğru-dürüst okuyamaz, geriye kalan yüzde 10’luk bölümü de, okuyabilirse de, anlamaz ve anlatamaz. Zâten, anlamak ve anlatmak gibi bir dert’leri de yoktur. Dershâne ve evlerde okumasını bilenler, anlaşılması ve anlatılması gereken bir metin gibi değil, vird gibi, Evrâd (Mübârek du’a’lardan derlenmiş du’a Mecmuası) münhasıran ecir-sevap kazanmak için okurlar, diğerleri de Evrad dinler, Kur’ân dinler gibi sükût edip dinlerler. Said Nursî kendisi hakkında söylemek istediği, Allah ve resûllere aid sıfatları kendisi için şâkird’lere söyletiyor. Fesüphâne’Allah!.. 
(Devam edeceğiz...)