Bendenize bu tür başlık attıran zihniyete lânet ediyorum! Zira, böylesi davranışlar hiçbir zaman kulağa hoş gelmez. Çünkü, ırki farklılık nesnesini dile getirir!... 

Muhtelif kavimlerin bir arada yaşamaları, aynı vatanı, aynı bayrağı, aynı toprağı paylaşması, aynı havayı tenefüs etmesi kadar güzel bir nesne olamaz! Açıkcası Cenab-ı Hakk’ın biz naçiz kullarına bağışladığı en mükemmel hazinedir. 

Ne var ki, biz, Adem oğulları bu muhteşem güzelliğin farkına varamamış ve asırlar boyunca: Hep “biz ve ötekileri” sahneleyip durmuşuz ki, onca basiretsizliğin bizlere sunduğu yegane nesne, “Kan, sefalet ve yalnızlık” olmuştur ve bu sebeple asırlar boyu nice Devletler yoklara kayıp gitmiştir... 

Şu husus katiyetle bilinmelidir ki, külyen elzemdir; hemen hiçbir ülkeyi dış düşman yıkamaz. Ancak, iç düşman eninde sonunda yıkar... 

Ülke insanlarını “çoğunluk-azınlık” gibi yakıştırmalarla kutuplara ayırmak, “Dini açıdan da” çoğunluğu esas alıp, azınlıkta kalanları hor görmek gibi yanlışlarda, ülkeye fayda yerine zarar getirir. Çünkü, insanlar arasında tefrik, milletlerin başlıca düşmanıdır! 

Merhum Gazi Hazretleri, İsmet Paşa’ya “İnönü” muhtelif çiçeklerden oluşmuş çiçek bahçesini göstererek: “Paşa nasıl buldunuz?” dediklerinde, İsmet Paşa: “Mükemmel Paşam!” cevabını verdiklerinde, Gazi Hazretleri: “Görüyorsunuz, çok renklilik ülke zenginliğidir!” buyurmuştur ve ayırımdan hoşlanmadığını böylesi bir zarif yolla anlatmayı uygun bulmuşlardır. 

Ne var ki, Gazi Hazretleri’nin vefatından sonra (1938) sadece bu değil, Gazi dahil unutturulmaya çalışılmış; “üç kura askerlik”, “varlık vergisi” vs. bir diğerini takip etmiş; ülke bütünlüğü, azınlıklara zindan edilmiştir. Zindan edilmiştir diyorum, zira bilhassa “varlık vergisi” nice azınlık yuvasının yıkılmasında birinci derecede rol oynamıştır. 

Dahası bilhassa Ermeniler, her daim dışlanabilme tehlikesiyle iç içe yaşamaya gayret etmiş, her an sanki bir şey olacakmış hissiyle hareket ettiklerinden, huzur yüzü görmemişlerdir... 

Mesela, Osmanlı döneminde Ermeniler, hemen her vilayette yaşamış ve canı neresini isterse orada yuva kurmuştur. Ama, Cumhuriyet döneminde Osmanlı Ermenisi daha ziyade koloni hayatı yaşamayı tercih etmiştir. Mesela, bu kolonilerin başlıcaları şu mahallerdir. İstanbul yakası: (Yeşilköy, Bakırköy, Yeni-Mahalle, Yedi-Kule, Samatya-Kapu, Narlı-Kapu, Halıcıoğlu, Kara-Gümrük, Vefa, Balat, Eyyüp, Yeni-Kapu, Küçük Vlanga, Aksaray, Laleli, Bâyezid Hisar-Dibi, Havuzlu-Hamam, Nişanca, İncir Dibi, Azak-Yokuşu, Gedik-Paşa, Bali-Paşa Yokuşu, Gedik-Paşa Yokuşu, Kum-Kapu, Kadırga, Tünel, Tünel-Caddesi, Galata-Saray, Tarla-Başı, Şiş-Hane, İstiklal-Caddesi, Taksim, Radyoevi-Caddesi, Harbiye, Osman-Bey, Şişli, Nişan-Taş, Kurtuluş-Caddesi, Pangaltı, Hamam, Dolap-Dere, Ortaköy, Bebek, Rumeli-Hisarı, Kuru-Çeşme, Boyacı-Köy, Büyükdere. Karşıyaka: (Beykoz, Üsküdar, Kadı-Köy, Kartal, Pendik, Küçük-Yalı, Eren-Köy.) Adalar: (Kınalı-Ada). 

Görülüyor ki, Osmanlı Ermenileri, kayda geçtiğimiz ve daha bir çok semtte, Türklerle iç-içe yaşamaktaydılar. Ve günümüzde Müslüman kesimden bir kişi olsun, Ermeniyi tam olarak bilmez ve sadece “Türkleri arkadan vuran” kavim olarak bilir ve gerçek Ermenileri tanıyan Türkler ise, parmakla sayılacak kadar azdır. 

Tarihi konular işlenen kitaplarda çoğunlukla “hain Ermeni” pasajlarıyla karşılaşırsınız. “Selçuklu ve Osmanlı” Devletlerine nice hizmet sunmuş ve böylece “Sadık Teba” unvanına layık görülmüş Ermenilerin hiç mi hiç sözü edilmez. Niçin? Niçini basit: Türk ile Ermeni yeniden kaynaşmasın ve aralarındaki sunni düşmanlık daha köklü duruma getirilsin ki, Ermeniler Türkiye’de yaşayabilme ortamı bulamasınlar. 

Bilinçli veya bilinçsiz olarak, Türkiye’de bir çok tarih kitabında Ermeniler adeta birer canavarmışcasına tanıtılmakta, halk arasında ise akla gelmedik yakıştırmalarla, Ermenileri birer iğrenç mahlukmuş gibi göstermeye çalışmaktadırlar... Meselenin en hazin tarafı da; Parlamenterlerimizden bazılarının Ermenileri kötüleme akımına siyaseten de olsa iştirak etmeleridir!... 

Ermeni hizmetleri bahsinde, konu ya saptırılmakta veya doğrudan gözardı edilmektedir. 

Mesela; II.Mahmud Han’a, Bezciyan Amira tarafından Ermeni tebaası adına hediye edilen bir Buharlı Gemi hakkında kayıtlarda yer alan belgelerde çoğunlukla; (II.Mahmud, buharlı gemi satın aldı) şeklinde geçmektedir. Aslı ise aynen şudur: 

(Osmanlı Türkiye’si hakkında, mükemmel bir seyahatname yazmış bulunan ünlü müellif Charles MAC Ferlane’in, Pay-ı Taht, İstanbul’a gelişlerini sağlayan, İngilizler’in “Swift” adındaki meşhur buharlı gemileri, İst. Orta-Köy açıklarında demir atınca, halk sahile koşarak, daha evvel hiç görülmemiş ve bilinmemiş acayip gemiyi görebilmek için adeta yekdiğeri ile yarışırcasına gemiyi seyre koyulmuşlardı ki, bu gemiyi, II.Mahmud da, görmeyi arzulamıştı: 20 Mayıs 1828. Halk arasında yer alan; Ermeni Cemaati ileri gelenlerinden Harutyun Amira Bezciyan, bu gemiyi satın alıp, değerli hamisi aziz Padişah’ına hediye etmeyi düşündü ve son derece sevdiği II.Mahmud Han’a hediye edilmek üzere satın almayı düşündüğünü, Cemaati ileri gelenlerine açıkladı. Hemen hepsi de olumlu cevap verdiler ve devrin Ermeni zenginlerinden de yardım aldıktan sonra, mezkûr gemiyi satın alıp, Padişah’a hediye ettiler. 

Bu samimi ve ince duygularından dolayı Ermeni kullarını içtenlikle kutlamış ve onları sevindirmek gayesiyle, gemiye Osmanlı-Türk Bayrağı toka edildikten sonra deniz yolu ile gidecekleri, mahallere bu gemi ile teşrif etmişlerdir: (1828). 

Osmanlı Ermenileri mezkûr gemiyi, (350,000 Kuruş’a) satın almışlardı. Mezkûr gemiye (Sür’at) adı konmuş ve fakat halk (Buğu Gemisi) demiş ve bu isim daha ziyade rağbet görmüş ve ülkemize gelen ilk buharlı gemidir. 

Bir ayrı misal daha: Van-Gölü’nde bulunan dünyaca meşhur Ermeni Kilisesi “Aziz Ğaç Katedrali” ki, daha ziyade (AĞ-TAMAR) adıyla hafızalarda yer etmiştir. 

Geçenlerde bir Müslüman Türk kardeşimiz, “Ağ Tamar” Ermeni Kilisesi’nin, dış cephesindeki kabartma figürler içinde; hareket halindeki iki Süvari’nin yan dönerek düşmanlarına ok attığı, sahnesini görünce: (Ok atmakta sadece Türkler mahirdir. Dolayısıyla bu Kilise, “Hıristiyan Türk’lerden kalmış olabilir!...”) iddiasında bulunmuşlar. 

Hazret’in çalıştığı gazetede bir de Ermeni asıllı Tarih Yazarı olmasına rağmen, ona dahi herhangi bir fikir danışmadan, böylesi bir hataya düşmesi, gerçekten hem üzücü ve hem de düşündürücü bir konudur!... Gelelim “Ah Tamar” adasındaki “Surp Ğaç Katedrali”nin hikayesine: 

Mezkur tarihi kilise; Orta-Çağ Ermeni sanat ve mimarisinin benzersiz örneklerinden Van “Ağ-Tamar-Surp-Ğaç Ermeni Kilisesi, Ermenistan Kralı Kakig I’in emriyle M.S. 915-91 tarihlerinde inşa edilmiştir.” 

Kral Kakig I’in gayesi; Kudüs’ten kaçırılarak, 7. Yüzyılda mezkûr mahale getirilerek orada muhafaza edildiği rivayet edilen Kutsal Ğaç’ın bir parçasını olsun koruyabilmek maksadına dayanmaktadır. 

1915’de hükümet emriyle Kilise’nin yıkımı kararlaştırılmış olsa da, sadece tasarı olarak kalmıştır. 

2005-2007 döneminde, “Turizm Bakanlığı’nca Ermenilerle ilişkilerin iyileştirilmesi yolunda, bir adım olarak restore edilmiştir. 

29 Mart 2007’den itibaren müze olarak ziyaret edilen Ağ Tamar Kilisesi; Van Gölü’nün kıyısında kadim bir Ermeni mirası olarak; Türk-Ermeni ilişkilerinin Osmanlı dönemindeki huzur ve barış dolu günlerine dönebilmenin hasreti içinde hüzünlü bir duruşu vardır!... 

Siz ona bakın ki, Van’daki “Ağ Tamar” müzesini ziyaret edenler içinde, Mezkûr Kilise’nin “Hıristiyan Türk’lere” ait olduğu fikrini yaymaya kalkan sözde kalemler olmuştur!... 

Hazret’in yazısının neşredildiği gazetede bir Ermeni “Tarih Araştırmacısı” çalışmaktadır. Ancak, o Ermeni fikrini dinlemeye hiç mi hiç tenezzül etmemekte olduğu için, bir selâm dahi vermeyi düşünmemiş ve o Ermeni Tarih Araştırmacısı’nın gözleri önüne, bu yakıştırma fikri savunan bir yazı neşretmiştir?!.. 

Gelelim okçulukta sadece Türklerin mahir olduğu konusuna. Ermeni’lerin mitolojilerinde yer alan ve umum Ermenilerin ilk Kralı bilinen Ermeni mitolojisindeki “Medzın Hayk”ın en büyük özelliği okçuluktaki emsalsiz mahareti idi; O’nun gerdiği yayı kimse geremez, istediği hedefe gönderdiği okun hedefini şaşırdığı asla görülmemiş miş!... 

Ermenilerin en büyük ruhani ve tarihçilerinden, (Movses Ğorendazi)nin yazdığı tarih kitabında, Ermeni tarihinin başında yer alan “Ermeni mitolojisi” olağanüstü bir mükemmellikte kaleme alınmış, sonsuz övgüye layık bir eserdir. Mevcut tarihten bir cüz’i bölümü aynen alıyoruz: 

(..... Ermeni mitolojisine göre Ermeniler; Noy Nahabed – Hz.Nuh Peygamber’in oğlu, “Hapet-Yafes’in zürriyetinden meydana gelmişler: Hapet’in oğlu Kamer, O’nun oğlu Tiras, O’nun oğlu Torkom ve onun oğlu Hayk dünyaya gelmiş. 

Torkom’un oğlu Hayk, Ermenilere adını veren, onları birleştirerek millet yapan ve ilk hükümdarı olan şahsiyettir. 

Mevzubahis şahıs: (HAYK NAHABED – BAŞBUĞ HAYK VEYA MEDZIN HAYK) sıfatlarıyla anılır. Tufandan bir müddet sonra, (Ok atma, yay germede son derece ahir olan Hayk; Parpelon’i Aşdtarag’ı-Babil Kulesi’nin inşasına katkıda bulunmuştur.) vs. 

Emperyalist devletlerin acımadan kurban verdikleri biz Ermeni’lerin ellerinde kala, kala bir tarihleri kalmış olduğuna göre, bizlerin titizlikle muhafaza etmemiz tabiidir ve bu hakkımızı kimseye de yedirmeye niyetimiz yoktur! 

Bütün bu bilgileri nereden aldığımı soracak olana cevabımız şudur: “Surp-Ğaç Katedrali’nin duvarlarını inceleme zahmetine katlananlar, bunu da arayıp bulsunlar ve bir daha böyle müşkül durumlara düşmesinler!” 

Saygıdeğer okuyucularım! 

İnşallah yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile, cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim, saygılarımla.