Bu hafta oyuncu Ercan Tezelli ile yaşamına, oyunculuk tecrübelerine ve tiyatroya dair konuştuk. Keyifli sohbetimiz sizlerle…

Öncelikle sizi tanımak isteriz. Kimdir Ercan Tezelli?

1 Şubat 1990 tarihinde İstanbul’da doğdum. Müzisyen bir babanın ve çok yönlü bir annenin ilk çocuğuyum. Bir de dünyalar güzeli bir kız kardeşim var. İlk ve orta öğretimi İstanbul’da aldım. Çocukluğumdan beri sanat içinde ve sanat odaklı büyüdüm. O zamanlar “Büyüyünce ne olmak istersin?” denildiğinde tüm çocuklar doktor, avukat, futbolcu, öğretmen derken ben ‘oyuncu’ diyordum. Babam müzisyen olmamı çok istiyordu ama benim mesleki yönelimim her zaman oyunculuktan yana oldu. Kardeşimle beraber kısa piyesler, hikayeler uydurur, bunları eve gelen insanlara oynardık. İlkokul ve ortaokul yıllarında ise okul tiyatrolarında rol almamla ilk ciddi adımlarımı atmış oldum. Tiyatro sahnesine ilk çıktığımda oyunculuğa ve tiyatroya aşık oldum ve her geçen gün de bu tutku katlanarak büyüdü. O zaman benim mesleğimin bu olması gerektiğine karar verdim. Küçük oyunlarda oynarken bir yandan da kendi hikayelerimi yazmaya başladım. Tabi en başta amatörce başlayan bu heves zamanla daha profesyonel bir hal aldı.
Ortaokul bittikten sonra babamın mesleği sebebiyle Bodrum’a taşındık. Liseye Hayırlı Sabancı Çok Programlı Lisesi Resim-Sanat bölümünde başladım. Lise 2. sınıfta ise okul eğitimime eş zamanlı olarak yoğun bir şekilde konservatuarın oyunculuk bölümüne hazırlanıyordum. Bu süreçte de birçok tiyatro oyununda rol adım. En büyük hayallerimden biri konservatuar yada oyunculuk okullarından birinde okumaktı. O dönem Müjdat Gezen’in yazdığı “İstanbul Müzikali” adlı tiyatro oyununu sahneledik. Oyunun bir kopyası da Müjdat beye gönderilmiş, oyunu izlemiş ve çok beğenmişti. Ekipten aralarında benim de bulunduğum birkaç kişiyi okuluna davet etmişti fakat o dönemde lise eğitimimi yarıda kesemeyeceğim için bu fırsatı değerlendiremedim. Ardından Kandemir Konduk imzalı “Televizyona Dokunduk” adlı oyunu oynadık. Bir yandan konservatuar için dersler almaya devam ediyordum. Bir yandan da bolca resim yapıp yazdığım hikaye-senaryolara afişler posterler tasarlıyordum. Lise son sınıfa geldiğimde ailemle yaptığım bir konuşma sebebiyle üniversite eğitimim için farklı bir tercih yapma kararı verdim ve Grafik Tasarım bölümü sınavlarına girdim. İstanbul’da istediğim bölümü kazanırsam aynı zamanda oyunculuk okullarına da girebilecektim. Fakat ilk sene kazanamadım. Tekrar hazırlandım ve ikinci sene Mimar Sinan GSF İç Mimarlık ve Muğla Üniversitesi GSF Grafik Tasarım bölümlerini kazandım. Mesleki tercihlerim sebebiyle Muğla GSF Grafik Tasarım bölümünü tercih ettim.
Üniversite dönemimde de oyunculuk devam ederken bir yandan da Bodrum’un yerel televizyon kanalında çalışmaya başladım. Sunuculuk, seslendirme, kurgu, montaj, reji gibi mesleğimin kamera arkasında olan birçok şeyi tecrübe etme şansını yakaladım. Üniversitede her yıl biraz daha yoğunlaştığı için ağırlığımı okula verdim. Tabi bu süreçte birkaç kısa filmde de rol aldım.
2011 yılında ise Nezih Ünen’in yönettiği “Mavi Pansiyon” sinema filminde Fadik Sevin Atasoy, Özlem Tekin, Yunus Güner, Nail Kırmızıgül, Veysel Diker gibi oyuncularla ilk sinema filmi tecrübemi yaşadım. Çok ufak bir yan rol olmasına karşın benim için epey önemliydi çünkü her zaman ilk ciddi kamera önü işimin bir sinema filmi olmasını istemiştim.
Üniversite eğitimimden sonra İstanbul’a temelli dönüş yaptım. Reklam ajanslarında sanat yönetmeni ve ilerleyen yıllarda da kreatif direktör olarak çalışmaya başladım. Bir yandan da reklam sektörünün yoğunluğundan fırsat yaratabildikçe oyunculuğa devam ediyordum. Bu dönem içinde “Arka Sokaklar” ve “Kaçak” dizilerinde bölümlük kısa karakterlerde rol adım. Ardından Akademi 35Buçuk Oyunculuk Okulu’nda çok değerli hocalarım Vahide Perçin, Altan Gördüm, Gürhan Elmalıoğlu, Ersin Umulu, Esin Alpogan, Gülşah Fırıncıoğlu gibi usta isimlerden Sinema ve Sahne Sanatları Oyunculuğu eğitimi aldım.

Bir yandan reklamcılık kariyerime de devam ederken diğer yandan yazdığım senaryolardan ikisini hayata geçirmeye çalışıyorum. Biri korku diğeri ise bir dram filmi olacak. Dram filmiyle daha çok festivallerde yarışmak ve ülkemizi temsil etmek gibi bir niyetimiz var. Korku filminde ise Türk korku sinemasına daha farklı bir bakış açısı ve tarzda yaklaşmaya çalışacağız. 2018’de bir sanat festivali için çekilecek olan filmde başrol olarak bulunacağım. Onun hazırlıkları içindeyiz.

Tiyatro herkesçe oyunculuğun temeli kabul edilir. Sizce de öyle mi? Tiyatro sizin için ne demek?

Bence de öyle. Tiyatro oyunculuğunu deneyimleyebilen oyuncular kariyerlerinin geri kalanında kamera önüne geçseler de daha gerçek ve duru bir oyunculuk sergileyebiliyor. Bunu görebiliyoruz. Perde açılıp kapanana kadar performansını en iyi şekilde göstermek zorundasın. “Kestik, tekrar alıyoruz.” diyen yok. Karakterini çok iyi analiz edip tek seferde en doğru taraflarını seyirciye göstermek zorundasın. Sancılı prova dönemleri de bu yüzden. Kamera önü oyunculuğu ise kimi zaman oyuncunun performansını da etkiliyor. Defalarca ve farklı açılardan parça parça çekilen sahneler, kalabalık bir ortam gibi diğer etmenler kimi zaman karakterin duygu durumunu sabit tutmakta sizi zorlayabiliyor. Benim için tiyatro hem büyük bir aşk hem de terapi. Bazı şeyler için çok fazla sebep bulamazsınız ya da sıralayamayacağınız kadar çok sebebiniz vardır. İşte tiyatro aşkı da benim için bu. Ne birkaç sebep sunabiliyorum ne de tüm sebeplerimi özetleyecek bir cümle. Sadece kendimi bulduğum ve her defasında yeniden keşfettiğim, yontulduğum, bunu yaparken de ortaya seyirlik bir şeyler çıkarabildiğim için tiyatro benim vazgeçilmez bir parçam olarak kalacak.

Oyunculuk sizin için ne demek? Oyunculuğun tanımını nasıl yaparsınız?

Oyunculuğun tanımı Konstantin Stanislavski, Eric Morris gibi birçok tiyatro oyuncusu, oyuncu koçu gibi usta isimler tarafından, üstüne çok da sağlam eklemeler yapılamayacak kadar güçlü bir şekilde yapıldı. Benim kendi tecrübelerim, eğitimlerin, okuduklarımın sonucunda kişisel olarak şunu düşünüyorum; bana göre oyunculuk kişinin yalan söylemesi, taklit yapması, benzetmeye çalışması değil. Oyuncunun ondan istenen karakteri geçmişinden o anki haline kadar en iyi şekilde analiz etmesi, sindirmesi, kendiyle ortak olanları keşfetmesi ve bunu gözlemlediği, deneyimlediği durumlarla harmanlayarak “O” olup seyirciye göstermesi diyebilirim.

Müjdat Gezen imzalı ‘İstanbul Müzikali’ adlı tiyatro oyunu sizin için nasıl bir tecrübeydi? Bu tiyatronun sahnesinde hangi duygular içindeydiniz?

Çok keyifliydi. İlk ciddi tiyatro oyunumdu. Bu oyunu birçok kez oynadık. Her birinde de çok beğenildi ve alkış aldı. Hatta unutamadığım bir anım da var bu oyunla ilgili. Benim olduğum sahne başlamadan önce şarkı söyleyip dans ediyorduk. Ardından ışıklar kapanıyor, yerlerimize geçiyorduk. Işıklar tekrar açıldığında ise oyuna başlıyorduk. Bir oyunumuz esnasında kuliste bir karışıklık çıktı, herkes bir yere dağıldı, oyunu takip edemedim. Biraz sonra yönetmenimiz koşarak yanıma geldi ve müzikal kısmın başladığını söyledi. Fakat ben sahnede yoktum. Kafamdan aşağı kaynar sular inmişti. Neyse ki ışıklar kapanıp açıldığında sahneye çıkıp oyunu tamamlamıştım. O olay bana ekstra bir disiplin kattı. Genel anlamda çok keyifli, komik, ince esprilerle dolu olması bunun yanında müzikal olması beni baya mutlu etmişti.

‘İstanbul Müzikali” ile devam edelim. Oyunda nasıl bir karakteri canlandırıyordunuz?

Unkapanı’nda müzik yapım şirketi olan, kurnaz, fırsatçı bir plakçıyı canlandırmıştım. Benim için çok keyifliydi çünkü bana, çevreme ve anlayışıma tamamen zıt bir karakterdi.

Anton Çehov’un önemli yapıtları arasında yer alan ‘Vişne Bahçesi’ adlı oyun, oyunculuk yaşamınıza ne gibi katkılar sağladı?
Oynadığımız oyunlarda her defasında daha çok pişiyoruz. Bu oyun da bunlardan biriydi. Oyundaki karakterler aslında etrafımızda bolca gördüğümüz türden insanlar. Bunları oyuncu olarak sahnede tecrübe etmek, göstermek ise ayrıca keyifliydi. Toplumsal statülerin değişebileceğini, politik durumların hayatlarımızı nasıl etkileyeceğini, kişisel ilişkiler gibi durumların hayatlarımızı nasıl etkilediğini ve her durumun nasıl değişken olabileceğinigösterebilmek hem mesleki hem de deneyim olarak beni geliştirdi. 

İlerleyen yıllarda adı hafızalardan kolay kolay silinmeyecek usta bir oyuncu olmak için izlediğiniz yollar nelerdir? Meslektaşlarınıza bu konuda neler önerirsiniz?

Çok okuyup, çok dinleyip, çok izliyorum. Günümün her anı çevreyi, kendimi ve durumları gözlemekle geçiyor. Düğün de olsa cenaze de olsa her etkileşimi yakalamaya çalışıyorum ve bunları cebimde biriktiriyorum. Çünkü işimiz oyunculuk. İnsanları “O” karakter olduğumuza inandırmamız için, işimizi iyi yapabilmemiz için bunlar gerekiyor. Zamanı geldiğinde en doğru haliyle karaktere can verebilmek için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü cebimizde, kafamızda ne biriktiyse karakteri onunla harmanlayıp izleyiciye sunuyoruz. Ama şu an meslektaşlarıma öneride bulunmak için daha çok çalışmam ve mesleğimde gelişmem lazım.

Nezih Ünen’in yönettiği ‘Mavi Pansiyon’ isimli filmi konuşalım isterseniz. Filmdeki karakterinizi anlatır mısınız? 

Filmde ana karakterlerin hikayesine paralel giden bir yan hikaye var. Ana karakterlerin kaldığı otelde kalan üç üniversite öğrencisinden biriyim. Üçümüz üniversite bitirme projesi olarak kısa film çekme telaşındayız. Fakat maddi ve teknik olarak imkanlarımız yeterli değil. Tam ümitsizliğe düştüğümüzde ise ana karakterler imdadımıza yetişiyor ve filmimizi çekiyoruz. Bizim filmimize destek olurken karakterler de kendi içlerindeki başka durumları, duyguları farkediyorlar.

‘Mavi Pansiyon’ filmi ile izleyicilere hangi mesajlar verilmeye çalışıldı? Filme gelen tepkiler ne yöndeydi?

Film Bodrum’da bir pansiyonda yolları kesişen üç insanın hikayesini anlatırken aşk, seçimler, dürüstlük, sevgi, arkadaşlık gibi kavramları işliyor. Günümüzde kaybolan değerleri fark etmeden yaşadığımızı ve aslında kendimize bunları itiraf edemesek de bir noktada bu değerlere ihtiyaç duyduğumuzu anlatmaya çalışıyor. Filme gelen tepkiler genel anlamda iyiydi. İnsanlar filmi beğendiler. 

Oyunculuğunuzun yanı sıra senaristlik de yapıyorsunuz. ‘Kara Kutu’ adlı dram filmi bunlardan bir tanesi. Bu filmle izleyiciye neyi anlatmayı amaçladınız? Film, sizce izleyicinin beğenisini kazanacak mı?

Film bir aile dramı. Hikayeyi ve hayata geçirmek için çalışmaya devam ediyoruz. O yüzden çok detay vermeden bahsedecek olursam; en güvendiğimiz, toplumun en küçük yapı taşı dediğimiz aile kurumunda bile hayatınızı değiştirecek sırların olabileceğini, aile içi sevgi-nefret ilişkisini işlerken seyirciye de “siz olsanız ne yapardınız?” sorusunu sormaya çalıştım. Dışardan özenilesi ve mükemmel gözüken aileler de aslında içlerinde bin bir türlü çelişki, karmaşa ve sır taşıyorlar. Seyirciye tanıdık gelecek ve içinden kendine de pay çıkaracağı bir film olabileceğini söyleyebilirim. Ayrıca ulusal ve uluslar arası festival-yarışmalara da katılabileceğini düşünüyorum.

Yakın zamandaki projeleriniz neler?

Şu an birkaç dizi ve bir sinema filmi projesi üstünde görüşüyoruz. Umarım en iyi olacak şekilde sonuçlanır. Bunlar dışında 2017 yılı sonuna doğru yurt içi ve yurt dışı festivalleri için çekilmesi planlanan bir filmde başrol olarak oynayacağım. 2018 yılı için de bir tiyatro oyununda oynamak istiyorum.

Biliyorsunuz ki; geçmiş yıllarda ekrana gelen dizi ve filmlerin senaryoları günümüz senaryolarından bir hayli farklı. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Sizce, senaryo yazılırken geçmişte yazılan senaryolardan ilham alınmalı mı?

Her jenerasyon ve dönem farklı akımlar, kültürler ve bakış açıları yaratıyor. Dün çok moda olan bugün vasat olabiliyor. Ben hikayelerde de aynı şeyi düşünüyorum. Eğer tarihi ya da biyografik bir durumu anlatmıyorsa hikayeler çok da kendini tekrar etmemeli. Güvenli limanlardan bazen uzaklaşmak daha güzel kıyılara ulaşmamızı sağlayabiliyor. Geçmiş ve şimdiki hikayelerde de aynı şeyin geçerli olduğuna inanıyorum. O zamanlar o yapılmamıştı, yapıldı ve bitti. Şu anda da insanlar tekrar tekrar aynı şeyi izlemek, dinlemek istemiyorlar çünkü gidişatı tahmin edebiliyorlar. Yeşilçam’ın tüm filmlerini hepimiz tekrar tekrar izliyoruz. Diyalogları bile ezberimizde. O filmler de bize garip gelmiyor çünkü o zamanlar aşklar, kavgalar, mutluluklar, üzüntüler o şekildeymiş. Şu an tatmin olduğumuz, bizi mutlu, mutsuz eden şeyler daha farklı. Eskinin masumiyeti artık kalmadı. Bu sebeple güncel bir hikaye yaratmak isteniyorsa tüm kavramlar aynı olsa bile günümüz şartlarına göre değişiklik göstermesi gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?

Yakın zamanda hayatı çok farklı taraflarıyla deneyimledim. Şu “an” ve gelecek planları, kaybolmuşluk ve kaos içinde yaşarken kendimizi dinlemeyi unutuyoruz. Geçmişimizi sürekli taze tutuyoruz. Ama aslında hayatın çok farklı değişkenlere sahip olduğunu gördüm. Hepimiz kontrolümüzün iplerini şartlara veriyoruz ve mutsuz oluyoruz. Bazen şartlara bağlı kalabiliriz ama hiçbir zaman buna tamamen mahkum değiliz. İplerin ne kadarını elinde tuttuğunuza siz karar verin. Mutlu olabileceğiniz işi yapın. Şartlar el vermese de mümkün olan içinde en iyisini yapın.
Sevgili Ayşenur, keyifli röportajın için de teşekkür ederim.

Röportaj: Ayşenur Mama