RÖPORTAJ: ZAMBAK KARABAY

Bu hafta, Akademisyen-Yazar Prof. Dr. Uğur Batı ile yazın hayatına, yazarlığa ve kitaplarına dair konuştuk. Keyifli sohbetimiz sizlerle…

Öncelikle sizi tanımak isteriz. Uğur Batı kimdir?

Ben aslında bir akademisyenim, profesörüm. Aynı zamanda marka yöneticiliği yapıyorum. Dergilerde yazılar yazıyorum. Trip, Brand Map, Adam Sanat, Pi, Gennaration, Harvard Business Review, Bloomberg Businesweek gibi yayınlarda makale, eleştiri ve denemeler yazdım. Daha önce Reklamın Dili, Dijital Oyunlar: Kendi Dünyanda Yaşa, Bizimkinde Oyna, Enneagram ile Kişilik Analizi, Kendine İyi Bak, Markethink ya da Farkethink: Deneyimsel Pazarlama ve Duyusal Pazarlama, Ben Bilmem Beynim Bilir, Sinaps, Tüketici Davranışları: Tüketim Kültürü, Psikolojisi ve Sosyolojisi Üzerine Şeytanın Notları adlı bilim/deneme kitapları yanında 4 tane kurgu kitabım var. Toplam 14 tane. 

Profesyonel kariyerinde pek çok ulusal ve uluslararası marka için reklamlar yazan ve stratejiler geliştiren ödüllü bir reklamcıyım, aynı zamanda Batı, Reklam Yaratıcıları Derneği Başkan Yardımcılığını da yürüttüm. Kariyerimde marka uzmanlığı, yaratıcı yönetmenlik, danışmanlıklar ve kurumsal iletişim yöneticilikleri yaptım.

Dünyanın ilk nöropolitik kitabı ile New York Times, The Times gibi uluslararası gazetelerde röportajlar gerçekleştirmiş olan Uğur Batı, Nöropazarlama alanında Türkiye’de laboratuvar çalışmaları yapan en önde gelen akademisyen konumunda.

Üniversite yıllarımdan itibaren de fanzinlerde yazdım, edebiyat eleştirileri kaleme aldım. Yani kurgu edebiyatın hep içindeydim. 

Romanınız ‘Azraa-Eel Menkıbelerinden’ söz edelim. Azraa-eel adının menşeinden, hikâyesinden bahseder misiniz?

Kitabın adı, gizemli bir karakterden geliyor: Amr Bin Azraa-eel. Bu yaratılmış, karışık, karmakarışık, muamma kere muamma bir var oluştur. Var oluştur, dedik çünkü insan mıdır, melek midir, kimseler bilmez, Allah bilir! Bir zaman yolcusu, çağları dolaşan, cem-i âlemi karışlayan Bin Azraa-eel’in Herat’tan tekinsiz bir Kalenderî olduğunu iddia eden de olmuştur, Suriye kökenli gizemli bir halkın, Nasturîler’in hükümdarı olduğunu diyen de. 

Osmanlı Mahzeninden Hayal Et Kıssaları’ biraz ürpertici alt başlık, bunu açar mısınız? 

Zaten ürpertici olsun istedim. 2000’li yıllarda orijinal bir edebiyat formu bulmak çok zor, bu kitapta bunun olduğunu söylüyorum bir kere. Gizemler, olağandışı hayatlar... Hazineler yerine hortlaklarla kaynayan mezarlar... Tılsımlı fermanlar... Virane kiliselerden duyulan sahipsiz çanlar... Ve bunlar tanıdık coğrafyalarda, kentlerde, Osmanlı’da oluyor. Başlık o nedenle bu şekilde oluştu. Masal kıvamında bir kitabı kim okumak istemez ki? Olağanüstü hayallerle bezenmiş bir erdem kitabına ne dersiniz? Kitabın asimetrik kurgusuna bakın; 24 ayrı hikâyede tek bir son var. 24 ayrı hikâyenin de her birinin kendi sonu var! Kitap bir senaryo gibi yazıldı ayrıca. Her mekân, her kişi tasviri bir senaryo akıcılığında, okuyucunun zihninde o imgeleri ortaya çıkacak şekilde oluşturuldu. Kitap, gerçekten özgün ve özel. 

Kitap; kurgu olarak gerçek olayları ne kadar, nasıl yansıtıyor? Kitapta anlatılanları gerçeğe ne kadar dayandırmak mümkün?

Kitabı özgün bir dememe, bir Osmanlı iblisler biyografisi gibi düşünün. Romanda Osmanlıda, yüce devletlüde civar etraf; ecinliler, vampirler, hortlaklar, kurtadamlar ve biliumum acaibül mahlûkatla doluyor ve ortalık bildiğin kana duruyor! Batı edebiyatının, fantazyasının türleri, Vampirler, Kurtadamlar, İblisler, yerel bir anlatıyla birleştirilmiş. Örnek olarak Cadıcı Nikola ile İmam Ahlat Efendi’yi Erdel’de vampir avında görüyoruz. Zülkarneyn seddi, ye'cüc me'cüc ve ebabil kuşları bu romanda. Kefere Drakul Ulaha’da kurtadamlarca katlediliyor, Fatih Sultan Mehmet ordusuyla birlikte savaşan cadı orduları var. İstanbul’un tünellerinde iblis avlarını görüyoruz ya da Evliya Çelebi’nin tanıklığıyla Osmanlı’nın vampirlerini tanıyoruz. Yani oldukça hibrit bir metin oldu. Batı ve Doğu iç içe. Doğu’da Batı, Batı’da Doğu var. Yani sizin sorunuzda dile getirdiğiniz faktörler; bir klişe ve aynılık yaratabilirdi, ona katılıyorum ama benim romanımda aksine ciddi bir özgünlük var. Ana akım fantastik romanlarından başka bir tat, yeni bir bakış, özgün bir edebiyat denemesi var. Ütopik olarak karanlık bir dünyanın kapısını açıyor kitap.  Sevin bu romanı!

‘Enneagram ile Kişilik Analiz’ adlı kitabınızı anlatır mısınız? Bu kitapta okurlarınıza hangi mesajları vermeyi amaçladınız?

Enneagram; kendini tanıma, arama sürecinde dünyanın bilinen en etkili metodolojilerinden biri. Salt kişinin kendini tanıması üzerine odaklanması kadar, kişinin kendini değiştirmesi ve geliştirmesi gereken yönlerini keşfetmesi amacıyla geliştirilmiş bir kişilik analizi yöntemi. Yunanca dokuz anlamına gelen ‘enne’ ve kişilik kelimesinin karşığlığı olan ‘agram’ kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşturulan Enneagram, ‘dokuz kişilik tipi’ anlamında kullanılır. İnsanları, dünyaya bakış açılarına, dünyayı algılayıp değerlendirme ve tepki verme şekillerine göre dokuz farklı kişilik tipine ayırır. 

Enneagram’ın kullanım alanlarına baktığımızda Enneagram, politikadan iletişime, reklamcılıktan teolojiye, insan kaynaklarından senaryo yazımına, dua ve ruhsal çalışmalardan oyuncu seçimine, çocuk eğitiminden aile danışmanlığına geniş bir yelpazede kullanılıyor. Lider eğitimlerinde, seçim çalışmalarında yeri var. Uygulamalı hukuk alanını, spor yöneticiliğini de atlamamak gerekir. Bunun yanında, CIA ve FBI personelinin eğitiminde müfredatın içinde. Kısacası akademik psikoloji, teoloji, mistisizm ve uygulamalı iletişimin birçok alanında özel bir öneme sahip.

‘Enneagram ile Kişilik Analiz’ adlı kitabınız, yaşadığımız hayat şartlarımızın kişiliğimiz üzerindeki belirleyici faktörleri nelerdir?

Enneagram, kişilik analizi konusunda insanın hem kendisini hem de hayatındaki diğer insanları tanıması konusunda değerli bir yöntemdir. İsmi sözlü gelenekten geliyor, hatta kaynağı da Anadolu’nun Maveraünnehir ve Avrasya bölgesidir. Dinamik ve etkili bir yöntem sunar. Bunun sonucunda ise kişilik, mizaç ve karakterin birbirinden farklı unsurlar olduğunu belirtir. Mizaç dediğimiz yani huyumuz, bizim doğuştan sahip olduğumuz kişilik özelliğimizdir. Mesela, kişinin sorgulayıcı olması, her şeyi doğrulama-yanılma yöntemiyle değerlendirmesi veya gizem odaklı düşünmesi vb. davranışlar kişilik özelliklerini yansıtır. Bunu genetik anlamda düşünürsek; DNA’da kodlu bir durum olarak tanımlarız. Kısacası mizaç (huy) kişiliğin sadece basamaklarından biridir. Bir de karakter unsuru vardır. Karakter, insanın yaşamı yaşama ve hayatı algılama biçimidir. İnsanın dürüst ya da riyakâr olması, o insanın kişilik özelliğini değil karakter özelliğini oluşturur. Mizaç ve karakterin birleşmesiyle ise ‘kişilik yöntemi’ ortaya çıkar. İnsanlar kişilik analizlerini değerlendirebiliyorsa hayatlarına ve sosyal ilişkilerine karşı daha sağlıklı kararlar verebilirler. Kişisel gelişim açısından da düşünürsek; kişilik tanıma, başarı, motivasyon, ikna, zaman ve stres yönetimi gibi alanlarda yol göstericidir.

‘Sinaps’ ve ‘Ben Bilmem Beynim Bilir’ isimli beyin üzerine kitaplarınız var. Bilimsel bir kitap yazmak zordur. Özellikle de insanların dikkatini çekme noktasında. Beyin üzerine bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz?

Sorunuzda haklısınız. İnsanların bir kitapla ilgisini çekmek, hele bilimsel bir kitapla bunu yapmak artık son derece zor. Düşünsenize sosyal medyayı, mikro sosyal siteleri. 140 karakterlik idrak alışkanlıklarımız oluştu. Bugün dünyada aktif sosyal medya kullanıcı sayısı, yaklaşık 2,789 milyar. Yine dünyanın yarısından fazlası artık en az bir adet akıllı telefon kullanıyor. Dünya nüfusunun neredeyse üçte ikisi en az bir cep telefonu sahibi. Hayatımızı domine eden bu tip teknolojilerin yanında birilerine kitap okutmak, tüm yazarlar son derece iddialı bir şey (Gülüyor.) Beyin üzerine ise uzun süredir çalışıyorum. Pek çok insan beni yazar, edebiyatçı kimliğimle tanıyor ama ben aynı zamanda bir akademisyenim. Yaklaşık 7 yıldır da nöropsikoloji, nöroikna, nöropazarlama çalışıyorum. Ulusal, uluslararası laboratuvarlarda belki de bu konularda en fazla araştırma yapan araştırmacılardanım. Kitap da bu birikimlerin sonucu. Bir iletişimciyim ama uzun yıllardır nöropazarlama, nöropsikoloji çalışıyorum. Pek çok makale yazdım bu konuda. Bunun yanında geçen yıl, “Ben Bilmem Beynim Bilir” isimli alanda ilk kitabım çıktı. Davranışsal finans çalışan bir akademisyen arkadaşımla yazdık. Nöropolitik, “Karar Bilimi, Biz Zavallı Seçmenler ve Oy Verme Davranışlarımızın Nedeni” başlığını taşıyor. Nöropolitik alanında dünyanın ilk kitabı. Seçmen tercihlerini, oy verme davranışlarını inceliyor. Sürü psikolojisi, mahalle baskısı, yenilen pehlivan niçin güreşe doymuyor, insanlar niçin güce taparlar, seçim vaatleri bizi ne kadar kandırabilir ve daha onlarca soruya cevap aradık.  EEG, Elektrodermal Tepkime ve Nabız araştırmaları ile yüzlerce denek üzerinde nöro-okumalar yapıldı. Eye-Trackking gibi yöntemlerle destekledik bunu. Araştırma, tasarımından itibaren toplam 6 ay sürdü. Sonuçta ortaya totalde 7,5 milyon satırlı ham bir veri çıktı. Aslında New York Times, Times, oldukça ilgi gösterdi kitaba, manşetten girdiler ama biz de karar verme esnasında çok beyin kullanma eğiliminde olmadığımız için o kadar da etki yaratmadı sanırım.

            ‘Sinaps ve Ben Bilmem Beynim Bilir kitaplarında kararlarımızı ve seçimlerimizi anlatıyorsunuz. Karar verme noktasında bizi en çok etkileyen unsurlar ne?

Çok net ifade edeyim; tüm veriler günün en az %98’inde otomatik pilotta yaşadığımızı ve bu şekilde karar verdiğimizi gösteriyor Bizim adımıza kararları veriyor o.  Beynin bir konfor sistemi var ve en kolay olanı tercih ediyor. Zor kararlar ancak irade ile mümkün oluyor. Birinci karar dairesi beynin limbik sistemi tarafından idare edilir. Limbik sistem, beynin üst tarafını kaplayan korteksin tam altındadır. Birinci karar dairesi hızlı kararları verir, otomatiktir ve kaçamak yapmayı sever. Fazla düşünmez, hesap yapmaz, savsaklamaya yatkındır, sizi iplemez. O sebeple bu daireye hesap kitap gerektirmeyen işler havale edilir. Günlük yaşamımızdaki birçok rutin, beynin bu dairesi tarafından idare edilir. Mesela araba kullanmak veya yemek yemek bunlardandır. Yemek yerken yemeği nasıl yiyeceğinizi, hangi elinize alacağınızı, önce buruna mı yoksa ağza mı götürmeniz gerektiğini düşünmezsiniz. Bunları, beyin bir defa öğrenir, otomatik hale getirip hızlıca öğrenir ve bir daha size sormaz. Beynin bu kısmına nefsanî beyin de diyebiliriz. Yani hızlıdır ve düşünmez. Hayattaki birçok kararımızın hızlı ve düşünmeden verilmesi gerekir ki bunu da nefsanî beyin yapar.

İkinci karar dairesi ise beynin ön tarafında olan prefrontal korteks tarafından idare edilir ve beynin bu dairesi gerçekten düşünerek, tartarak en doğru kararı vermeye çalışır. O sebeple buraya gelen kararlar konsantrasyon, enerji, bilgi ve çoğu zaman da çaba gerektirir. Mesela beyin “51x18=?” sorusunu bu karar dairesine havale eder, çünkü birinci dairenin bununla başa çıkmasına ihtimal yoktur. Daha karmaşık matematik ve hesaplama problemleri de doğal olarak beynin bu dairesiyle ilgilidir. Bizim günlük hayatta “zeki” diye tanımladığımız insanlar, beyinlerinin bu dairesi iyi çalışan insanlardır. Hayattaki birçok kararımız da beynin bu dairesi tarafından idare edilir. Okul, araba, bilgisayar seçimi gibi kararlar ciddiyet ve çaba gerektiren kararlardır. Beynin bu sistemine vicdani beyin diyebiliriz. Vicdan; düşünmek ister, aldanmak istemez. IQ diye bilinen zekâ testleri, beynin bu bölümünün kabiliyetini ölçer.

Beynimizin en hızlı ve en verimli çalıştığı zaman hangisi?

Huzurlu, uykusunu almış, iyi beslenmiş bir bedenin beyni egzersizlerini yapmışsa en iyi sabah saatlerinde çalışır. 07.00-10.00 arası önemlidir. Öğrenme saatidir bu. Yemeklerden sonra uykuyla birlikte beynin odaklanması azalır. Beynin bir de siesta dönemi vardır. Bu dönemlerde beyin az çalışır ve pek verimli olmaz. Siestalar aslında beyne iyi gelir. Öyle bir zamanda yarım saat uyursunuz ki bazen 10 saatlik uykuya bedeldir. Beyin, akşam saatlerinde odaklanarak çalışmaya başlar. Aç mide, önemlidir burada. Beynin gıdası, şekerdir. Kan şekeri düşerse beyin çalışmaz. Sık ama az yemek, kan şekerini iyi seviyede tutmak için önemlidir. 

Sizce bizim en ihtiyaç duyduğumuz şey, beyin mi kalp mi? Neden?

Beyin derken, son derece duygusal bir veri depolama merkezinden söz ediyoruz. Beynin işi ne biliyor musunuz? Çok basit. Bizi hayatta tutmak tabi. Düşünsenize bir insanı, Aralık ayında Kaz Dağları’na bırakın, 2 gün bile hayatta kalamaz. Pençesi yok, kürkü yok. Peki, on binlerce yıldır nasıl hayatta kalmış? Beyni sayesinde, aynen öyle. Dolayısıyla bedende önemli olan her şey beyinde olur. Kalp dediğimiz zaman ruhani bir anlamı karşılıyor, diye değerlendirmeliyiz. Lakin konu hep beyindir. Kalp olgusu dâhilinde değerlendirdiğimiz her şey de beyinde olur. Örneğin aşk, basit bir kimyasal aktivitedir. Acı da öyledir. Duygular, duyular hep beyin aracılığıyla anlamlandırılır. 

Önemli olan kararlarımızdır. Her gün yatırım kararlarımızdan, otomobil lastiği seçimine, çocuklarımızın okullarından, kullanacağımız deterjana, kiralayacağımız evden, tuttuğumuz takımlara kadar çok farklı kategorilerde kararlar alıyoruz. Doğru karar vermenin yarattığı hormonal etki, kusursuz bir mutluluğu karşılıyor. Her markanın yaşatmak isteyeceği bu duygu, sürekli satışın da anahtarlarındandır. Sonuçta mutlu bir beynin, bedende güçlü olumlu etkiler yarattığını biliyoruz. Mutlu bir beyin, vücudun grip aşısına tepki olarak ürettiği ortalama antikor miktarından yüzde 50 daha fazlasını üretiyor. Her nevi tatmin, beyinde bile bile yaratılan fiziksel bir durumdu ve mutlu bir beynin taşıdığı fiziksel özellikleri anladıkça, bu özelliklerin bedenin geri kalan bölümleri üzerinde de güçlü bir etki yarattıkları ortaya çıkıyordu.

Zaman yönetimi, stres yönetimi, motivasyon ve başarı, kişisel gelişim için hep önemli alanlar. Buna beyin ve karar bilimini fazlasıyla eklemek gerekmiyor mu?

Elbette; beynimizin dünyayı nasıl algıladığı ve aldığı verilerden nasıl davranışlar ürettiği son zamanlarda en çok çalışılan, en çok bilgi biriktirdiğimiz konuların başında geliyor. Özetle söylemek gerekirse, sadece beyin bilimlerinin bizlere söylediklerini temel düzeyde anladığımızda, tüm bu alanlarda bizzat kendimiz devrimsel fikirler üretebiliyoruz ve bunun için uzman olmamız da hiç gerekmiyor. Fakat kişisel gelişim literatürünün “hazır formül” takıntısı, meselenin özünü ve insan çeşitliliğini bilmediğinizde, sizin için faydasız olmak bir yana, gelişiminizin önünde ciddi bir engel dahi olabiliyor. Bu nedenle bizler de yıllardır bilimin karmaşık teknik jargonundan öğrendiklerimizi herkesin anlayabileceği bir dile dönüştürerek insanlığın belki de en önemli bilgi birikimi olan beyin ve davranış bilimlerinin dikkate değer sonuçlarını tüm insanlarla paylaşmaya çalışıyoruz. Deneyimlerim bana, bu konuyu az da olsa bilmenin hayatımızda devrim niteliğinde kararlar alabilmek için ciddi bir motivasyon ve birikim sağladığını gösteriyor.

Yazarlık, gerçekte nedir?

Ben, yazarlığı bir meslek olarak kabul etmiyorum. Bir şeyin meslek olabilmesi için bazı şartlar taşıması gerekir. Mesleği yapan kişinin bundan düzenli ya da düzensiz bir gelir elde etmesi gerekir. Meslek tanımının belli regülasyonlara bağlı kalması gerekiyor. Meslek denilen şeyin her durumda tekrar edilebilir, belli normlar etrafında şekillenmesi gerekir. Sanat ve edebiyat grubundaki işlere meslek dersek eğer dünyanın en iyi ressamı belki de hiç para kazanamıyordur. Çok iyi ressamdır, olağanüstü resimler yapıyor ama para kazanamıyor. O zaman ressamlık bir meslektir, diyebilir miyiz? Bence sanat bir meslek değildir. Yazarlık da değildir.

Ülkedeki kitap okuma alışkanlığı ve edebiyat hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ülke çapında okuma oranımız çok düşük. Kitap satışlarına bakıyoruz. Gayet iyi. Ama okuma oranına baktığımızda sonuç çok kötü. Tüyap fuarına katılımın 600 binlerde olduğunu okumuştum. Bunun için haberde rekor katılım ibaresi vardı. Sadece 15 milyon insanın yaşadığı bir şehirde kitap fuarına katılan 600 bine rekor demek bizim için çok utandırıcı bir sonuç bence.

Türkiye’de edebiyatta seksen yirmi kuralı işliyor. Satılan her kitabın yüzde sekseni yüzde yirmilik bir yazar grubuna ait kitaplar… Satılan her yüzde yirmilik kısım geri kalan yüzde seksenlik bir yazar grubuna ait kitaplar… Yani insanlar kitap alıyor ama aynı kişilerin yazdığı kitapları alıyorlar. Türkiye’de çok iyi yazarlar var ama o yüzde yirmilik grupta yer almadıkları için hak ettikleri ilgiyi görmüyorlar. Çok iyi yazarların maalesef harcandığını düşünüyorum. Çünkü bir ezber var. Mesela ben size söyleyeyim. Kahve, kitap, fotoğraf. ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ı orada fotoğrafta kahve ile çikolata ile göstermek çok havalı bir şey haline geldi. İşte tüketim kültürü. Yazarı önce keşfedersin, sonra bakarsın, ikinci kitabını da alırsın, bakalım adam aynı, tat da ilerlemiş mi? Beğenmezsen bırakırsın ama beğenirsen üçüncüsüne de bir bakayım, dersin. Ee adamı okumuyorsun ki. Demek ki birincisini de almıyorsun. Niye yazdığını bilmeyeceksin. İkincisini de almayacaksın. Ama diğerininkini alacaksın, o da bu yüzden 500 bin-1 milyon satacak ama okumayıp oraya koyacaksın. Neden? Fotoğrafta iyi duruyor diye. Türkiye, yoksa kitap satışının kötü olduğu bir ülke değil. Avrupa’da ilk 10 dayız. Okumanın düşük olduğu bir ülke. Gösteri Sanatlarından pek farkı yok.  Her alanda olduğu gibi gerçek kalitenin peşinde değiliz. Maalesef sığ bir toplumuz. Hep aynı noktaya varıyoruz. Çünkü okumuyoruz.

Son olarak gazetemiz okurlarına ve kendi okurlarınıza neler söylemek istersiniz?

Özellikle okuma seçimleri konusunda birkaç mesaj vermek istiyorum. Hep denildiği gibi bu konuda da insanların seçimleri onların kaderidir. O nedenle hep şöyle derim; İyi kitap Bağdat’ta bile olsa gidip onu bulmak gerekir. Ben de bu konudaki önerilerimi madde madde sıralayacağım. Biraz doğrudan olacak olsun, böyle mesajlar iyidir.

1. Ayda 5 kitap okuyorlarsa, senede 60; 10 yılda 600; ömürleri boyunca -diyelim 50 yıl- 3000 kitap okuyabiliyorlar, seçimlerini dikkatli yapmalılar.

2. Ruhlarındaki arabeski, dışlarındaki narsisti, akıllarındaki değersizi, nefislerindeki ganimetçiyi dürten kitaplardan uzak durmalılar.

3. Ne kadar çok iyi kitapla tanışırlarsa birlikte olmaktan zevk aldıkları kişilerin sayısı o kadar azalacaktır. O nedenle okudukları kitaplarla arkadaşlarının sayısı azalıyorsa o istikametten devam etmeliler.

4. Okuduklarında; “Aha bunu hafta sonu ben de yazarım.” diyorlarsa o kitapları okumalılar. Mektup yazıp onu okusunlar, hiç olmazsa nostalji olur!

5.Kitabın kapağını kapattıklarında içlerindeki dünyayı özlediklerini fark ettikleri oluyorsa o yazarın kitaplarından devam etmeliler.

6. Kötü kitap, kötü yaşamak gibidir. Daha iyisini hak ettiklerini düşünüyorlarsa, bırakmalılar o kitabı.

7. Okudukları kitabın yazarı yaşıyorsa onu da takip etmeliler. “Ben, bu tiple aslında kahve bile içmem.” diyorlarsa o kitabı okumalılar. Sevdikleri bir arkadaşıyla kahve içsinler.

8. İyi kitap okumak, geçmiş yüzyılların iyi insanları ile konuşmaktır unutmalılar. Yüz yıllık güzellik peşinde koşmalılar, hem macera olur.

9. Kafataslarında taşıdığınız donanım beyin, eşsizdir. Ona hak ettiğini verdiğini düşündükleri kitapları okumalılar.

10. Bir görüşü çok bağırarak savunmak gerekiyorsa orada görüş yok, demektir. Kitapta da aynıdır!

11.İnsanlar, hep söylenildiği gibi sürü halinde düşünür, sürü halinde çıldırırlar ancak akıllanmaları tek tek ve yavaş yavaş olur. Sürüyle birlikte kitap seçmeliler.

12. Bu kriterlere rağmen iyi kitap seçemediklerini düşünüyorlarsa bıraksınlar, son okudukları kitap ‘Cin Ali’ kalsın. Hiç olmazsa orada içlerindeki çocuk var.