Bugün zamanda bir yolculuk yapalım ve çocukluk yıllarımıza gidelim istedim. 
Unutmaya yüz tutulan çocukluk günlerimizi rahmetle birlikte analım ne dersiniz?
Aklımıza ilk gelenlerden biri mahalle aralarında özgürce koşup oynadığımız sokaklar, düşüp bir yerimizi acıttığımız zamanlarda yardımımıza koşan komşular, birbirini koruyan ve kollayan eş, dost ve tanıdıklarla kuşatılmış sıkıntılar olsa dahi, sevgi dolu yaşadığımız sokağımız gözümüzün önüne geliyor.  
Annelerimizin yaptığı, üzeri kristal gibi parlayan kesme şekerine batırılan kurabiyelerin, horoz şekerlerinin, limona batırılmış macunların, yaz günleri her gün aynı saatte yoldan geçen dondurmacıların lezzetleri hala damaklarımızda. Sıcak yaz akşamları gidilen açık hava sinemaları, sinemayı izlerken yediğimiz tuzlu çekirdek ve üzerine içilen gazozun verdiği keyif. İlk yudumun ardından derin bir soluk alışımız henüz dün gibi gözlerimin önünde.
En büyük hayalimizden biri de bisikletimizin olması, en büyük tehdit ise büyüklerimizin ‘karnene pekiyi getir o zaman, getirmezsen almayız’ sözleri olurdu. 
Bizler o dönemlerde sevgi ile kuşatılmış bir dünyada, çevremizde olan çirkinliklerden habersiz yaşardık. Büyüklerimiz bu konularda hassas ve duyarlı davranarak kötü ve çirkin olayları bizlere mümkün olduğunca yansıtmamak için ellerinden geleni yaparlardı.
O günlerin birinde, akşam karanlığı çöktüğü zaman büyüklerimiz bize evdeki ışıkları yakmamamızı ve televizyonu açmamamızı söylemişlerdi. Nedenini sorduğumuzda “karartma yapıldığını, eğer ışıkları açarsak gökyüzündeki uçaklardan, yaşadığımız yeri tespit edeceklerini’’ söylemişlerdi. 
O günlerde Kıbrıs Çıkartması gerçekleşmişti.
Çocukluk aklı ile akşamın karanlığında bütün çocuklar kaldırıma dizili bir şekilde oturmuş ve gürültü yaparsak bizi duyacaklarını düşünerek, kulaktan kulağa oynardık. Büyüklerimiz sürekli radyodan gelen haberleri takip eder, gelişmelerden bilgi edinirlerdi. 
Hasan Mutlucan adını ilk o günlerde duymuştum. Radyoda sürekli çalan kahramanlık türkülerini ilk o zamanlar ondan öğrenmiştim.  
Bizler savaşın ortasında olmasak dahi savaşı büyüklerimizin anlattığı kadarı ile dinlerdik. En çok da savaş yıllarında yaşanan olaylar, bizlere masal gibi anlatılırdı. Anlatılan olayları hayalimizde canlandırmaya çalışırdık. 
Yine o günlerin birinde çıkartmaya katılan komşu oğlu geri gelmişti. Gelmişti gelmesine ancak; eskisi gibi değildi. Gördükleri ve yaşadıkları üzerinde derin izler bırakmıştı. Psikolojisi bozulan gencecik biri vardı karşımızda, sonradan birçok tedaviden geçmişti.
Günümüzde, yazılı ve görsel basın sayesinde savaşın ortasında çocuk olmanın ne demek olduğunu, çocuklarımız ve bizler gözlemliyor, en acı haliyle canlı olarak izliyoruz. 
Onlara bırakabileceğimiz öfke ve nefret dolu, sisli bir dünya için kendimizden utanıyoruz. 
Küçücük üşüyen eller, yarınlara uzanabilecek mi? 
Uzattığı elini bir yakını, sevdiği kişi tutabilecek mi? 
O günleri görebilecek mi? 
Henüz küçük yaşında, anlam veremediği bir kaosun arasında insanların insanlıktan çıkışına şahit olan çocuklar! 
Sokaklarında koşup oynadığı yerlere, silahların, bombaların atıldığı, gözlerinin önünde sevdiği büyüklerinin katledildiği çocuklar!
İnsanın, insana olan düşmanlığını gören, insanlıktan çıkışına şahit olan çocuklar!
Yaşamak için kaçması gerektiğini bilen çocuklar!
Hepsi bizim çocuklarımız. Çünkü onlar suçsuz ve günahsız. 
Artık ne bir parkları kaldı oynayacakları, ne de evim diyecekleri bir yer, yanlız ve çaresiz çocuklar.
Bir çocuğun gözlerinde küçülüyordu kocaman dünya. 
Kaçmalıydılar, biliyorlardı. 
Eğer sağ kalırlarsa yarınları olacaktı, bir de sevdikleri.
Biz büyükler olarak, bir çocuğa dahi bu duyguları yaşatıyorsak, o çocuğun bütün geleceğini çalmış, hayallerini yakmışız, umutlarını söndürmüşüz demektir. 
Düşlerine öfke, gözlerine kan, ruhuna nefret tohumlarını attığımız çocukların hayallerini satıp, yüzünde açan gülüşlerin katili olmuşuz demektir.
O masum, gözlerine bakmaya doyamadığımız çocukların düşlerini birer birer yakmışız demektir. 
Bizler çocuklardan daha çocuk olup, dünyayı kâbusa çevirmiş ve bu kâbusun içine çocukları atmışız. 
O çocukların hayallerinde artık sokaklarında koşup oynadığı, şen kahkahaların atıldığı ve ileride yüzündeki tebessüm ile hatırlayacakları bir anıları olmayacak. Ne hayalini kurdukları bir bisikletleri, ne de pekiyi yazan karneleri olmayacak. Başlarını kaldırdıkları gökyüzünde uçurtmalar yerine, hayallerinin bombalandığı, yağmalandığı, ürkek ve çekingen gözler yarınlara bakacak.
Bizler yetişkin olarak telafisini hiçbir zaman yapamayacağız. Hangi çocuk yaşatılanlardan dolayı büyüklerini affeder?
Onlara böyle bir dünya bırakacağımız için bile ‘affet bizi çocuk’ demeye yüzümüz yok.
Bunca travmanın içine atılan hangi çocuk bizleri affeder?
Yarınlarda çocukların gülen yüzlerini görmek umudumuz hiç bitmeyecek. 
Bizler o günleri görür müyüz bilmiyorum ancak; kendi adıma ‘ affet bizi çocuk’ demekten kendimi alamıyorum.
Sevgi ile kalın.