Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın "terör örgütü yöneticiliği", "terör örgütü propagandası yapmak", "Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'na muhalefet", "halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik", "halkı kanunlara uymamaya tahrik", "suç işlemeye tahrik", "suçu ve suçluyu övme" suçlarından yargısı devam ederken, bu süreçte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) yapılan başvuruya yanıt geldi.

AİHM, ‘Selahattin Demirtaş makul sürede yargılanmadı. Bu nedenle serbest bırakılmalı’ kararı aldı.

Peki bu karar ne anlama geliyor, Türkiye’yi bağlar mı? Süreç nasıl işler? Tahliye mümkün olabilir mi? Türkiye bu kararı uygulamazsa ne olur?

Merak edilen tüm bu soru ve konu başlıklarını, ANKASAM (Ankara Kriz Ve Siyaset Araştırmaları Merkezi) Uluslararası Hukuk Danışmanı Dr. Levent Ersin ORALLI ile konuştuk..

Öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının hukuksal niteliği nedir, bunu biraz açar mısınız?

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, devletlerin egemen eşitliği ve içişlerine karışmama prensipleri bağlamında kaleme alınmış, uluslarüstü niteliğe sahip olmayan ortak payda arayışına dayanan bir insan hakları düzenlemesidir. Bu sözleşmenin kuvvetlendirilmesi ve taraf devletlerin uymakla yükümlü oldukları prensiplerin ortak bir zeminde buluşması adına oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, sözleşmenin tamamlayıcı unsurunu oluşturmaktadır.

Bu noktada gerek mahkeme kararlarının uygulama sahasından gerekse sözleşmede yer alan madde metinlerinden anlaşılacağı üzere sözleşme mekanizması ikincil ve tamamlayıcı bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla Sözleşme tarafından garanti altına alınan hakların bireylere uyarlanması noktasında asli yetkili unsur taraf devletlerdir ve uluslar arası yargı organlarının kararları içişlerine ve bağımsız yargıya müdahil olma niteliğine sahip değildir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ‘Demirtaş’ kararı ne anlama geliyor, nasıl yorumlanmalı?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Demirtaş kararında, “makul şüphe” ile gözaltına alınmanın doğru şekilde uygulandığına ve tutukluluğun haklılığına işaret etmektedir. Mahkemenin üzerinde durduğu asıl husus, tutukluluk süresinin uzaması noktasındadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5. maddesi, kişilerin gerekli haller dışında ve yasanın öngördüğü usule uygun olmadan özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağına vurgu yapmıştır ki, mahkeme de kararında bu maddenin ihlaline ilişkin bir söylem geliştirmiştir.

Mahkemenin nihai olmayan kararında, Demirtaş’ın tutukluluk süresinin uzamasının siyasi faaliyetlere doğrudan katılamaması, ifade özgürlüğüne ilişkin kısıtlamaları beraberinde getirdiği ve çeşitli özgürlük alanlarından mahrum bırakıldığı şeklindeki yorumu, hukukilik denetiminin sınırlarının aşıldığı, bağımsız yargıyı etki altında bırakacak bir söylem geliştirildiği, iç siyasete müdahale niteliğinde bir yerindelik denetimine yer verildiği şeklinde yorumlanmalıdır.

Mahkemenin, Türkiye’deki yargı mekanizmasının işleyişi ile ilgili karar alma kabiliyetinin ötesine geçerek, Türkiye’de demokrasi anlayışını sorgulaması ve geçmiş kararlarından farklı olarak, siyasi faaliyetlerin ve muhalefet söyleminin etkin şekilde gerçekleştirilemediğine ilişkin yorumsal yönü ağır basan kararı objektif yargılama sürecinin gerçeklerinden oldukça uzak, siyasi söylemler içermektedir.

 Peki bu karar nihai midir?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin almış olduğu bu karar nihai bir karar değildir. Sözleşmenin tarafı olan devlet olarak Türkiye’nin üç ay içerisinde itiraz yolu ile 17 üyeden oluşan Büyük Daire’ye bu süreci taşıma ve yeniden görüşülmesini talep etme hakkı bulunmaktadır. Türkiye’nin bu yolu izlemesinin ardından dosya nihai karar organı olan Büyük Daire’nin önüne gitmeden önce, 5 kişiden oluşan ön inceleme komisyonu tarafından değerlendirilmektedir.

Komisyon dosyayı sadece şekil şartları itibariyle inceleme yetkisine sahiptir ve esasa girme kabiliyeti bulunmamaktadır. Dolayısıyla dosya üzerinde ön incelemenin ardından, nihai karar için süreç Büyük Daire’ye taşınacaktır. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken hadise, Büyük Daire’nin sadece bir temyiz mercii olarak çalışmadığı, iç hukuktaki mantık ile “yargılamanın yenilenmesi” şeklinde bir süreç izleyerek, yeni bir yargılama safhası ile işin esasına ilişkin bir karar vereceğidir.

Hukuksal yorum itibariyle, Türkiye’nin bu olağan kanun yolunu izleyeceği değerlendirmesini yapmak yerinde olacaktır. Mahkemenin büyük dairesinden nihai karar çıkıncaya kadar da icrai bir süreç işletilmesi doğru olmayacaktır. Kaldı ki, Türkiye’de ilgili dava bağımsız yargı organları önünde derdest şekilde işletilmektedir ve kararın kesinleşmesini beklemek şeklinde bir kaygı güdülmemektedir. Görülmekte olan bir dava sürecine ilişkin Ceza Muhakemesi Kanunu tutukluluk süreçlerine ilişkin gerekli tedbirleri içermekte ve limitlere işaret etmektedir.

Aslolan yargılamanın dış etkilerden uzak ve seri şekilde yönetilmesi olduğuna göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin nihai kararının icrasından ziyade, Türk yargısının süreci neticelendirmeye yönelik uğraşının dikkate alınması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı nihai hale gelmeden önce, bir devletin içişlerine karışarak ne yapılması gerektiğini belirtme kabiliyeti bulunmamaktadır.

 Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu kararını uygulamazsa süreç nasıl işler?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, teknik olarak bir ihlali tespit eder, ama bu ihlalin giderilmesi hususunda atılacak adımları üye devletlere bırakmaktadır. Bu adımların denetimi ise Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne gerçekleştirilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının üye devletler tarafından yerine getirilmemesi durumunda uygulanabilecek yaptırımlar ve bu yaptırımların ne şekilde işletileceği, Avrupa Konseyi Statüsü’nde düzenlenmiştir. Statünün 8. maddesi bu konuya ilişkin hükümler ihtiva etmektedir:

“Avrupa Konseyi’nin üçüncü madde hükümlerini ciddi surette ihlal eden, her üyesi temsil hakkından bir müddet için mahrum edilebilir ve Bakanlar Komitesi tarafından yedinci maddedeki şartlar dahilinde Konsey’den çekilmeye davet edilebilir.”

Bakanlar Komitesi üye devletlerin bu kararlara uyması adına öncelikle insan hakları raporları dahilinde bir baskı mekanizması oluşturmakta, şartların gerektirdiği noktalarda üye devletlerin üyeliklerini askıya alabilmekte ve son noktada üye devletin Avrupa Konseyi üyeliğine son verme hamlesini gerçekleştirebilmektedir. Ancak, Avrupa Konseyi’nin Soğuk Savaş dönemi sonrasında bu tip bir tasarrufta bulunmaktan umumiyetle kaçındığı gibi, insan hakları açısından ortak bir zemin oluşturmak adına rijit adımlar atmaktan uzak durduğu temel bir realitedir. Hiçbir uluslararası mekanizma, devletin iç egemen unsurlarına müdahale etme kabiliyeti taşımamakta ve içişlerine karışmama prensibinin ötesine geçememektedir.

İzlenecek yol, görülmekte olan bir davada Türk yargı organlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukukilik bazlı yaptığı kısmi değerlendirmeyi dikkate alarak, yargılamaya ilişkin usul sürecini şekillendirmesini beklemek ve AİHM’den nihai karar çıkmadan önce Demirtaş davasına ilişkin kararın verilmesi şeklinde olgunlaşacaktır.