CUMHURBAŞKANI Erdoğan, Kazakistan ziyareti öncesinde, Atatürk Hava Limanı’nda yaptığı açıklamasının önemli bir bölümünde, ABD’nin Reza Zarrap üzerinden Türkiye’ye saldırmasının nedenlerini anlatmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan hakkında tutuklama kararını değerlendirirken, “Pis kokular geliyor” diyordu. 

Okyanus Ötesi’nden gelen bu “pis kokular” ne olabilirdi; ABD, Zafer Çağlayan hakkında tutuklama kararı çıkarırken, aslında neyi ya da kimi hedefliyordu? Reza Zarrap davasında olayın yönü neden değiştirilmişti?

Biraz daha geriye giderek bakalım, Cumhurbaşkanı Erdoğan, 29 Mart 2016’da, Washington’da yapılacak Nükleer Güvenlik Zirvesi öncesinde, Reza Zarrap’ın tutuklanması konusunda yaptığı açıklamada, “Ülkemizi ilgilendiren bir konu değil” diyerek ABD’deki paralel üssü işaret etmişti: “Kara para aklama meselesi midir, gerekçesini bilmeden değerlendirme yapmak istemiyorum. Kara paranın babaları Pensilvanya’da”

Eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın tutuklama kararına uzanan Reza Zarrap davasıyla ilgili en önemli ayrıntı, ilgili mahkemenin davayı “Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası”yla ilişkilendirmesi. Bu yasa ABD Başkanı’na, “ulusal güvenliğine ve dış politikasına yönelik sıra dışı ve olağanüstü tehditlerin üstesinden gelme” yetkisi veriyor. Yani Türkiye, İran’ın çıkarlarını korumak ve bu yolla bölgesel bir güç olduğunu ispatlamak amacıyla, ABD’nin ulusal çıkarlarını zedeleyen bir dizi para transferi gerçekleştirmiş.. Bu açıdan bakıldığında, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın tutuklanmasına ilişkin karar, Türkiye’nin, ambargo kararlarına rağmen, İran’ın petrol ticareti yapmasında yardımcı olmakla sınırlı değil; “Okyanus Ötesi’nde pis kokular geliyor.” 

Ortadoğu siyasi haritasını kendi amaçları doğrultusunda şekillendirme konusunda geç kalan ABD, Zarrap davasını Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanmak niyetinde. ABD’nin, BM’nin ve AB’nin yaptırım kararlarını dikkate almayarak, İran’ın petrol ve doğalgazı ticaretini sürdürebilmesine aracılık eden Türkiye’nin bu girişimini “ulusal güvenliğine ve dış politikasına yönelik sıra dışı ve olağanüstü tehdit” sayan ABD, Zarrap davasını uluslararası arenaya taşıyarak Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya, kendi yanına çekmeye çalışıyor. 

DÜNYA DA ABD’DEN İNTİKAM ALMA PEŞİNDE

2008’deki küresel krizin ABD tarafından kurgulandığını ve bir ekonomi silahı olarak kullanıldığını gören ülkeler, doların egemenliğinden kurtulmak amacıyla, yeni bir para birimi arayışına girmişlerdi. Nisan 2009’daki G-20 Zirvesi öncesinde yayınlanan makalesinde, Çin Merkez Bankası Başkanı Dr. Zhou Xiaochuan doların ayrıcalıklı olmasının nedenlerini sorguluyor, Batı merkezli para birimi sisteminin üçyüz yıllık paradigma yerine yeni bir paradigmanın hayat geçirilmesini savunuyor, “Doların egemenliğine son vermeliyiz” diyordu. 

Çin Merkez Bankası Başkanı Xiaochuan bu çıkışı Washington’da büyük bir kaygı ve heyecan yaratmıştı. Bu rahatsızlıktan duyulan kaygı, Çin Borsası’nda yaratılan yüzde 8’lik bir depremle açığa vurulmuştu. 

Bu sırada, doların egemen olduğu uluslararası ödemeler sisteminde 100 milyar dolarlık bir karadelik açılıvermişti. ABD’yi şok eden bu gelişmede Türkiye’nin ve 2009 yaptırımları nedeniyle ekonomik sorunlar yaşamakta olan İran’ın rolü vardı

ABD’nin uluslararası sistemde oluşan 100 milyar dolarlık karadelik, Türkiye’nin, İran’ın petrol ve doğalgaz alacaklarının dolar dışında bir para birimiyle ya da altınla tahsil etmesine aracılık etmesi nedeniyle oluşmuştu. Türkiye, İran ve Hindistan’ın işbirliği yapmaları sonucunda oluşan bu “uluslararası ticarette doların devredışı bırakma operasyonlarında başroldeki ülke Türkiye idi. 

Türkiye’nin, İran’ın petrol ve doğalgaz alacaklarını dolar dışında bir para birimi ya da altınla tahsil etmesine Halk bank gibi küresel çapta iş gören bankalarıyla aracılık etmesi, Washington tarafından, “İran’a uygulanan yaptırım kararlarının delinmesi” ve “ABD’nin ulusal çıkarlarını hedef alan bir hareket” olarak yorumlandı ve not edildi. 

BM’nin Mayıs 2010 tarihli ve 1929 sayılı kararı, “kritik nükleer çalışmalar için kullanılabilecek bütün askeri ve sivil mal ve hizmet ticaretini ve bu ticaretten doğacak para kaynaklarının transferini önlenmesini” öngörüyordu. BM’nin, Türkiye ve Brezilya’nın “hayır” oyu kullandığı bu yaptırım kararının hemen ardından, 2010 Haziran’ında, ABD Senatosu, “İran petrol gelirlerini nükleer silah yapımında kullanabilir” gerekçesiyle, İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin transferini yasaklayan bir karar aldı. Bu kararla, İran’ın petrol ve doğalgaz gelirleri artık kara paraydı! Yani İran’ın petrol ve doğalgaz satışlarından elde edeceği gelirlerin İran’a aktarılmasına aracılık etmek, kara para aklama, yani uluslararası bir suç sayılacaktı. 

ABD Hazine Bakanlığı’nın “Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan Sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Closer başkanlığında bir ekip, İran’a yardım etmekle suçlanan bazı ülkeleri ziyaret etti ve bu ülkelerin bankacılık ve finans sektörü temsilcilerine Amerika’nın bu konuda ne ölçüde duyarlı ve kararlı olduğunu anlattılar. 

Gloser, 2010 Ağustos ayında Türkiye Bankalar Birliği’nde yapılan toplantıda, İran bankaları ile işbirliği yapan banka yöneticilerinin yurtdışına çıktıklarında tutuklanabilecekleri uyarısında bulunmuştu. 

Banka yöneticileri ürkmüşlerdi, ama dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan cesur olmalarını söylemiş ve “ABD’nin yayınladığı ve türlü finansman hareketine kısıtlama getiren bir ambargo kararı var. Bizi yalnızca BM’nin kararları bağlar, ABD’nin değil” demişti.

2010 yılı boyunca sürdürülen Türkiye-ABD görüşmelerinde Amerika’nın Zafer Çağlayan ve Ali Babacan’a ilettikleri isteklere olumlu yanıt verilmemişti. Bunun üzerine AB, ABD’nin de yönlendirmesiyle, İran’ın petrol ve doğalgaz sektörüne teknoloji ve yatırım yasağı getiren bir karar almıştı. AB’nin bu kararı da, İran’ın petrol ve doğalgaz satmasına ve İran’a para akmasına engel olamamıştı. 

2002’de 3 milyar dolar olan ticaret hacminin 2010 yılında 11 milyar dolara yükselmesi üzerine ABD Hazine Bakanlığı Terör ve Finansal İstihbarat Müsteşarı Davit Cohen Türkiye’ye gelmiş ve ABD’nin İran konusundaki duyarlılığını daha net bir dille seslendirmişti.  Cohen, İran ile ticari ilişkilerimizi bütünüyle kesmemiz gerektiğini söylüyordu. Çünkü, transferine aracılık ettiğimiz paralar, İran’ın ısrarla sürdürdüğü “nükleer araştırma geliştirme programında” kullanılıyordu. 

Türkiye ile ABD arasında yaşanan bu gerginlik aslında, İran’ın petrol ve doğalgaz satışına aracılık etmemizden kaynaklanan sıkıntıyla sınırlı değildi. Çin’den sonra Hindistan’ın da İran’dan petrol alımlarındaki sorunları gideren Türkiye’nin para transferi konusundaki “becerisi” ABD’yi son derece kaygılandırmaya başlamıştı. 

RIZA SARRAF’IN MİAMİ GEZİSİ

ABD, Türkiye’nin İran konusunda yapılan bütün uyarılara duyarsız kalması üzerine, sorunu kaynağında çözmeye karar vermişti. 17-25 Aralık olarak andığımız süreci birlikte yaşadık; ayrıntılarına girmiyoruz. 

Bakanların yolsuzlukla suçlanmasının ardından hükümet değişikliği ile sonuçlanan bu fırtınalı sürecin ardından, olayın baş kahramanı Rıza Sarraf’ın, eşi Ebru Gündeş ve oğluyla birlikte gezmek için gittiği Miami’de tutuklandığı haberi, gündemimize bomba gibi düşüverdi. 

Sarraf’ın ABD’ye gezmek için değil, İstanbul’da Amerikan istihbarat elemanlarıyla yaptığı anlaşma çerçevesinde gittiği konuşuluyordu. O DÖNEMDE Hürriyet’in Washinnton Temsilcisi olan Tolga Tanış, Sarraf’ın tutuklanacağını bilerek ABD’ye gittiğini açık açık söylemişti. Sarraf’ın İran’a iade edilmemek ve oradaki ünlü ortağı Babek Zeccani gibi idamla yargılanmamak için Amerikan istihbarat elemanlarının “Gel, ABD adaletine teslim ol” tekliflerini kabul ettiği anlaşılıyor. 

Sarraf’ın tutuklanmasını sağlayan New York Güney Bölge Savcısı Preet Bharara iddianamesindeki suçlamalar, Türk siyasetçilerden, Türk bankaları yöneticilerinden, Cengiz Holding’ten Çin’i ABD borsalarına taşıyan New York Global Group’un sahibi Wey’e kadar uzanıyordu. Sarrap’ın ifadeleriyle bu yelpazenin oldukça genişleyeceği anlaşılıyor. 

Reza Sarraf’ın ABD istihbaratı tarafından tehdit edilerek Miami’ye uçurularak tutuklanmasının ardından, New York Güney Bölge Savcısı Preet Bharara iddianamesi çerçevesinde eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan hakkında da tutuklama kararının çıkması, ABD’nin Türkiye’yi hedef alan saldırılarının güçlenerek sürdüreceğinin, Türkiye’yi uluslararası arenada sıkıştırmaya çalışacağının işareti sayılmalıdır. 

NELER OLABİLİR?

Çin 2009’da ABD’ye başkaldırdığında, Şanghay borsası yüzde 8’lik bir depremle sarsılmıştı. ABD, içinde bulunduğumuz küresel konjonktürde, Türkiye’den bazı ödünler koparma adına saldırılarını yoğunlaştırdığında ekonomi ve terör silahlarını kullanmayı deneyecektir. Bu yönde yoğunlaşacak saldırılar, Türkiye’de ekonominin ve toplumsal istikrarın olumsuz etkilenmesine neden olabilir. ABD, Ortadoğu petrol kaynaklarını ve dağıtım yollarını biran önce kontrol altına alarak Çin’in Yeni İpek Yolu projesinin önünü kesme telaşında olduğundan, Türkiye’ye, 25 Eylül’de Irak’ın kuzeyinde yapılacak bağımsızlık referandumu sonuçlarını tanıma konusunda baskı yapabilir. Türkiye’yi bir takım ödünler vermeye zorlayacak ekonomik ve siyasi baskılarla karşılaşabilir, terör saldırıları yaşayabiliriz. Bütün bu olası gelişmelerin nedenlerini bilirsek, 15 Temmuz’da olduğu gibi, oyunu milletçe dayanışarak bozabiliriz. 

Not: Reza Sarraf’ın New York'ta yargılandığı davada mahkeme, eski New York Belediye Başkanı Rudy Giuliani ve eski ABD Adalet Bakanı Michael Mukasey'in, Sarraf'ın avukatlığını yapabileceklerine karar vermesi davanın yeni ufuklara yelken açtığının göstergesidir. Sarraf uzun bir süre gündemimizde olacaktır.