Öncelikle Ramazan ayınız mübarek olsun. Ramazan “yanmak” demektir. “Ramaz” kelimesi güneşin sıcaklığının şiddetinden gayet kızmasıdır ki böyle pek kızgın yere “ramda” denir. “Ramazan” “ramda” mastarından “yanmak” manasına gelir. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu aya “Ramazan” denmesinin bir sebebi; bu ayın günahları yaktığıdır. Bu ayda açlık, susuzluk hararetinden ıstırap çekilir. Veyahut oruç hararetinden günahlar yakılır. Ramazanın bir başka manası da “yağmur” demektir. Yaz sonunda güz mevsiminin başlangıcında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur manasına gelen “Ramadiyu” mastarından gelir. Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi şehr-i Ramazan da ehl-i imanı günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için bu isim ile isimlendirilmiştir.  (E.H.Yazır). Rahmet, bereket ve kurtuluşa ermek olan Ramazan ayı ile ilgili Artvin Çoruh Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr.Svitlana Nesterova’nın “3 Ramazan” isimli denemesini hiç değiştirmeden siz aziz okurlarla paylaşmak istiyorum.  
“Güneş denize batarken ne hoş, ne yumuşak renklerle boyamıştı şu gökyüzünü… Hafif maviden mora, lilaya ve pembeye ve henüz adını koyamadığımız binlerce tonlara giydirdi güneş ayrılırken gök kubbesini…
Hala ılık olan sahildeki çakıl taşlarda oturuyorduk, önümüzdeki sonsuzluklara bakarak: Denizin ürkütücü derinliğine, ufuk çizgisinin ulaşılmazlığına, göklerin sonsuz yüksekliğine… Ve aynı zamanda herkes (bundan eminim) içindeki sonsuzlukları veya sonuçsuzlukları düşünüyordu: bitirilmemiş hikâyeleri, geleceğin süregelen belirsizliğini, bir türlü bitmeyen giderilmeyen yalnızlığını… Gökyüzünde oynatılan bu muhteşem renkler oyunu karşısında bizim yüzlerimizin dağınıklığı ve bakışlarımızın dalgınlığı ancak bununla açıklanabiliyordu. Evrenin tüm sonsuzluklarının kesiştiği şu sahil hattında yatan küçük çakıl taşlarından farklı değildik - biriktirdiğimiz sıcaklığı korumaya çalışarak, büzülerek sessizce oturuyorduk..
“Bakın, hilal” dedim.
Sanki görünmez bir el tüy kalemini süte batırıp gök yüzeyinde ince bir çizgi çizmiş. Eflatun zeminde şeffaf ve narin görünüyordu, masalsı; çok güzeldi… Yeni ay doğdu, demek… Doğru, Ramazana girdik…
“Ramazan Ayı bu” dedi aramızdan birisi…
Şimdi sonuçsuzlukları boş vererek tüm dikkatimi genç aya çevirdim. O, gittikçe koyulaşan gökyüzünde belirginleşiyordu, iç ışığıyla doluyordu. Birden onu, uzay boşluğunda duran bir gök cismi olarak değil, tersine, bizden aydınlık âlemini saklayan göğün lacivert örtüsündeki yarık olarak gördüm.
Sanki görünmez bir el kapı araladı; ışık saçan dünyaya açılan kapıyı…
Bu ay boyunca gün geçtikçe gittikçe açılacak o kapı, hayatın yeni bir dönemine, kimiler için yeni bir aşamaya bir tür geçit oluşturacak… Ramazan Ayı’nın anlamı birden kurgulandı kafamda. Belki, bazı sonsuzluklara ve sonuçsuzluklara son vermemiz için bir vesiledir bu diye düşünerek uzun uzun baktım genç aya ve herkes mutluluğuna ulaşsın diye bir temenni yolladım göğün siyah kadifesine...
Çakıl taşları iyice soğudu, dönmemiz lazımdı… Eve girmeden önce bir daha baktım gökyüzüne:
Yüksekti Hilal.” Ve işte Ramazan, güzellikleri ve düşürdürdükleri...
Yazımızı Mesnevi ile bitirelim:
“Sabahleyin uykudan uyanmak da, mahşerde dirilmenin bir örneğidir: “Surun üfürülmesi Hakkın bir emridir. Onunla bütün halkın bedenleri yerden kalkar. Sabah uyanınca aklımız nasıl bedenimize geliyorsa, herkesin canı da öyle bedenine girer. Her ruh, kendi bedenine girer. Kuyumcunun ruhu, terzinin vücuduna girmez. Âlimin canı, o âlimin bedenine; zalimin ruhu, o zalimin tenine girer. Ayak bile karanlıkta kendi ayakkabısını keşfederken, can niçin tenini bilmesin? Sabah vakti küçük haşırdır haşır. Büyük hasrı ondan kıyas et. Uyku ve uyanıklık, akıllılar için Ölümle mahşere iki şahittir. Küçük haşir, büyük hasrın; küçük ölüm büyük ölümün örneğidir.” (Mesnevi, V/l781–96)