Oğuz Çetinoğlu: Röportaj teklifimi lütfedip kabul buyurduğunuz için teşekkür ederim efendim. Babanızla alakalı bir hâtıranızla başlayabilir miyiz?

Prof. Dr. Ümit Meriç: Cemil Meriç’in görme kabiliyetini ilk kaybettiği zamanlarda yatak odasından salona, oradan elleriyle yoklayarak, zor bularak girdiği kütüphanesinde, çepeçevre kitaplarla çevrili olan mekânda kitaplıklardan birine yaklaşıp, içlerinden rastgele birini seçip açarak, kitabı koklaması ve başını içine gömerek hüngür hüngür ağlaması… Ben yatak odamdan babamın ağlama sesini duyardım.

Şimdi lokanta-restoran olan o evin girişin sol tarafındaki oda 1955-1960 yılları arasında bu hıçkırık seslerini çok duyan duvarlara sahip.

Çetinoğlu: Babanızın görme kabiliyetini kaybetmiş olması O’nda nasıl bir değişikliğe sebebiyet verdi?

Prof. Meriç: Cemil Meriç’in 1954 yılında, 38 yaşındayken gözlerini kaybetmiş olması, O’nun hayatının bir mânâda Milattan Önce ve Milattan Sonra diye ikiye ayrılması olmuştur. Gerçekten de, Rabbin lütfettiği bu muhteşem vücudun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu, çok defa ancak bir uzvunu kaybettiğimizde, ufak bir yara aldığımızda dahi hissediyoruz; ama onun dışında çok hovardaca kullanıyoruz vücut nimetini.

Çetinoğlu: ‘Milat’ olarak vasıflandırdığınız hâdisenin, sizin üzerinizdeki tesirleri ne oldu?

Prof. Meriç: Babamın bu hıçkırıkları, bu gözyaşları benim hayatımın da seyrini değiştirdi. Küçükken bana sorulan ‘Dünyada en çok kimi seviyorsun?’ sorusu karşısında, ben, hiç değişmeyen bir sırayla, ‘Önce Allah’ı, sonra Peygamber’i, sonra babamı, sonra annemi seviyorum’ derdim.

Genelde çocuklar annelerini öne koyarlar; ama ben, gözlerini kaybetmiş olan bir babanın evladı olarak, babamın hıçkırıklarına duyduğum hürmet dolayısıyla O’nu annemden önceye alırdım ve âmâlığın çok vahim bir şey olduğunu zannederdim.

Çetinoğlu: Değil miymiş?

Prof. Meriç: Bu zannım bundan birkaç sene önceki bir tecrübeyle, sona erdi diyemem, ama biraz boyut değiştirdi.

Gayrettepe metro istasyonunda bir Alman doktor, bütün beşeriyete gözlerin kıymetini hissettirmek için bir deney hazırlamış. İstanbulluların da gittiği bu deneye ben de katıldım. Girmeden önce bir mekâna, bütün eşyalarınızı bırakıyorsunuz ve elinize beyaz bir baston veriliyor. Bir kapı açılıyor, 10 kişilik grup halinde içeri giriyorsunuz, kapı arkanızdan kapanıyor ve mutlak bir karanlık içinde kendinizi buluyorsunuz. Birden tatlı bir ses sizi karşılıyor; Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduğunu ve kendisinin doğuştan âmâ olduğunu söyleyen bu ses, burada geçireceğimiz 1 saatlik tecrübeyi kendisiyle paylaşacağımızı ifâde ediyor. Onun rehberliğinde, elimizde rengini dahi göremediğimiz beyaz bastonlarla o zifiri karanlıkta ilerledik. Önce bir ormandan geçtik; kuş sesleri. Sonra bir köprüden geçtik; akan bir suyun şırıltısı. Sonra bir manava geldik; önümüzde muzlar, portakallar vardı. Ben o zamana kadar ne kuşların sesinin bu kadar güzel olduğunu fark etmiştim, ne akan suyun şırıltısının bu kadar ruhu okşadığını fark etmiştim, ne portakalın üzerindeki pürüzlerin bu kadar derin olduğunu anlamıştım, ne de muzun bu kadar güzel koktuğunu fark etmiştim. Bu tecrübe bir saat kadar devam etti ve bitmesine yakın, körlüğün içinde büyük bir lezzet olduğunu hissettim. Bu lezzet, duyu organlarınızın birinin kapanması halinde, diğerlerinin, bir saatlik bir tecrübe içinde dahi, müthiş bir genişleme, müthiş bir derinleşme kazandığını bana gösterdi. Ve dışarı çıktığım zaman dedim ki: ‘Evet, babam kör olduğu zaman çok ağladı; ama aslında körün körlüğü içinde de derin bir şehvet varmış. Bir tür şehvet bu…’

Çetinoğlu: Görme fonksiyonunu kaybettikten sonra eser vermeye devam ediyor. Cenab-ı Allah babanızın kaybını bir şekilde telâfi ediyor…

Prof. Meriç: Şu soruyu sormak hakkına sâhip değiliz: ‘Cemil Meriç 38 yaşında gözlerini kaybetmeseydi, acaba bugün 12 ciltlik külliyatını bizlere bırakarak aramızdan ayrılmış olur muydu?’ Eserlerini yazma sürecinde dış dünyayla olan irtibatının sona ermesi, dolayısıyla detaylarla dikkatinin dağılmaması, karanlıklar içindeki aydınlığı yakalayarak; bu aydınlığı, aslında gözleri gördüğü halde gerçek karanlıklar içinde olan, gözü gören insanlara iletmesi acaba mümkün olabilecek miydi?

Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Ama kesin olan şu ki, 38 yaşından 70 yaşına kadar geçen süre zarfında dünya târihinde örneği görülmeyen bir şekilde...  Gözlerini kaybeden ve 12 ciltlik külliyatı arkasında bırakan bir başka isim yok çünkü. Bunun altını önemle çizmek lazım. Yani Cemil Meriç aslında dünya özürlüler târihi açısından da bir kahramandır. O’na bu açıdan ayrıca teşekkürlerimizi bildirmek mecburiyetindeyiz.

Bu olumsuz ayrıcalığı olumlayarak, kendisinin içinde, zihninde, gönlünde yaratmaya mecbur olduğu aydınlığı önce kendi içinde inşa etti, sonra bizlerle paylaştı Cemil Meriç. Yâni kendisi ‘Lisem üniversitemdir’ demiştir, malum. Kendisi Türkiye için tek başına bir üniversite oldu.

Çetinoğlu: Cemil Meriç Külliyatı gençler için mükemmel bir rehber. Diliyle, ilmiyle ifâde gücüyle, 7 gün 24 saat hizmet veren bir açık üniversite… İnşallah yeterli ölçüde istifade ediyorlardır.  

Prof. Meriç: Şu tavsiyede bulunuyorum: Cemil Meriç’i okumaya başlarken, bir kere 12 cildi karşınıza dizin. Birçok umûmî kütüphanede var. PDF’leri var. Ama tabii ki kitap olarak okumak,  Cemil Meriç’e özel olarak söylersek, kitaptan okumak çok önemli…

Çetinoğlu: Hangi kitaptan başlamalarını tavsiye edersiniz?

Prof. Meriç: Cemil Meriç’i okumaya ‘Jurnaller’den başlayanlar, Cemil Meriç’le kurdukları yakınlık dolayısıyla, diğer kitapları daha kolay, daha hızlı ve daha aşkla okumaktadırlar. Çünkü gerçekten karşınızda bir düşünce devi var. Bu devle güreşmeniz için, aslında O’nun bir dev değil, bir insan olduğunu bilmeniz lazım geliyor. İşte insan, Cemil Meriç’in bir insan olduğunu, zaaflarının olduğunu, utandığı tarafları olduğunu, ancak kendisine söyleyebileceği tezatları olduğunu ‘Jurnaller’i okuyup bitirdikten sonra anlamanın ötesinde hissediyor ve Cemil Meriç’le dost oluyor.

Çetinoğlu: Jurnallerin basılmasının doğru olmadığını düşünenler var…

Prof. Meriç: Bundan 30 yıl önce ben de bu düşüncedeydim.  Çünkü Jurnaller, İzzet Tanju’nun telkiniyle yazılmaya başlandı. Buradan İzzet ağabeye, Jurnaller’i bize kazandırarak Cemil Meriç ile O’nu müstakbel okurlarına dost kıldığı için teşekkür ediyorum.

Çetinoğlu: Jurnaller’in basılması hususundaki düşüncenizi değiştiren ne oldu?

Prof. Meriç: Jurnaller, Cemil Meriç’in hiç kimseyle paylaşmak istemediği, iç âleminin bütün iniş çıkışlarını, hiçbir örtüye bürünmeden, çırılçıplak dile getirdiği sayfalardır. Önce Fransızca tutmaya başlamıştır, hiç kimse okumasın diye. O’nun Fransızcası hakkında Târık Zafer Tunaya’nın bir şakası var. Hukuk Fakültesinde babam okutman olarak çalıştığı için, o yıllarda Târık Zafer Tunaya da henüz babamı tanımıyor. Sınava girip büyük başarı gösteren bir çocuğa soruyor, ‘Sen bu Fransızcayı hangi kolejde öğrendin?’ diye. Çocuk, ‘Ben kolejde öğrenmedim efendim, ben Cemil Meriç ile çalışıyorum, O’nun talebesiyim’ diyor. Aradan birkaç öğrenci geçiyor, yeni gelen öğrenci yine çok başarılı; ondan da aynı cevabı alınca, ‘Bu Cemil Meriç galiba bir adam değil, bir kolej’ diyor.

Çetinoğlu: Bu kadar mükemmel Fransızcayı nerede, nasıl öğreniyor?

Prof. Meriç: Fransız mandası olan Hatay’da büyüdüğü için, Lycee D’Antioche (Antakya Lisesi)’ndeki arkadaşları ve hocaları tarafından kendisine Victor Hugo lakabı takılacak kadar Fransızcaya hâkim olduğu için ve kurmuş olduğu 11 bin ciltlik kütüphanenin aşağı yukarı 10 bin cildi Fransızca kitaplardan oluştuğu için, herhalde Türkiye'de Fransız kültürünü kendi yaşadığı dönem için en iyi temsil eden isimdir diyebiliriz.

Paris’te gözlerinin açılması için ameliyata gittiği sırada, Kenzven Hastanesinde, Madam Shift, o zaman katarakt ve retina yırtılmasının dünya çapındaki en önemli ismi, bir Yahudi hanım doktor ve o sırada Japon İmparatorunun ameliyatını yapıp Fransa’ya dönmüş. Dolayısıyla hastanede büyük bir hasta birikimi var; yatmak şöyle dursun, randevu almak bile mümkün değil. Cemil Meriç defaatle gidip geliyor, resepsiyona başvuruda bulunuyor, ‘Mümkün değil’ diyorlar. Babam 6 aylık bir izinle gitmiş Türkiye'den ve sanki gözleri Fransa’da kapanmış gibi bir düzenek hazırlamışlar o sırada. Babam kimseye derdini anlatamıyor. Ancak, o gün, yâni belki on beşinci gidişi... Oradaki Türk talebelerle, onların koluna girerek gidiyor. Fransa’ya gidişi apayrı bir hikâyedir. Salı Pazarı Rıhtımından Tarsus Vapuruna tek başına biniyor, gözleri görmeden ve Marsilya’da tek başına vapurdan inip trene biniyor, yine tek başına Paris’e gidiyor. Gerçekten apayrı bir roman veya bir film konusu olacak kadar insanın içini yakan bir hikâye. Hastaneye bu defaatle gidişinde, mesela O’nu götürenlerden biri de rahmetli Nevzat Yalçıntaş’tır. Madam Shift tesadüfen resepsiyonun yanından geçiyor ve birden duruyor. Çünkü Cemil Meriç konuşmaktadır. Babamı sonuna kadar dinliyor ve sonra yanına giderek, ‘Beyefendi, siz kimsiniz?’ diyor. Babam ona anlatıyor derdini. Onun üzerine Madam Shift diyor ki, ‘Ben, benim dilimi bu kadar mükemmel konuşan bir insana bugün git yarın gel diyemem. Hemen kendi özel odamı açtırıyorum ve sizi oraya yatırıyorum.’

Çetinoğlu: Türkçesi kadar muhteşem bir Fransızca…

Prof. Meriç: Cemil Meriç’in Jurnaller’i Fransızca kaleme alışı bundan kaynaklanıyor. Yâni Chateaubriand’ı mı okuyorsunuz, Andre Gide’i mi okuyorsunuz, herhangi bir Fransız bunu ayırt edemez. Bu kadar büyük bir üslup zirvesidir Fransızcada da. Türkçesinden bahsedildi, ama Fransızcası da zirve bir Fransızcadır ve zaten şunu söylerdi: ‘Evladım, yabancı bir dili iyi öğrenmek istiyorsanız, önce anadilinizi mükemmelen öğrenin, ondan sonra yabancı dile başlayın. Bu, 18 yaşından sonra da olabilir. Üstelik yabancı dili iyi öğrenmeniz için o dilin konuşulduğu ülkeye gitmenize de ihtiyaç yoktur.’

Çetinoğlu: Jurnaller’e dönersek efendim…

Prof. Meriç: Jurnaller’i Cemil Meriç Fransızca kaleme almaya başladı. Kopuşlar olmuştur. İlk üç parçadan sonra büyük aralıklarla yazılmıştır. İzzet ağabey ile Hint edebiyatına başladıktan sonra, İzzet ağabey, kendisine iç dünyasını kâğıda dökerek ferahlamasını tavsiye etmiştir. ‘Hoca, çalışmaya başlamadan önce ne istersen onu söyle, ben onu yazacağım daktiloda’ demiştir. Jurnaller’in mahrem kalmasına, onun yazılmasına sebep olan İzzet ağabey bizzat o kadar saygı duymuştur ki, Jurnaller, karbon kâğıdı vardı o dönemde, ikinci bir nüsha veya birçok nüsha basılabileceği halde, karbon kâğıdı kullanılmadan, tek bir nüsha olarak yazılmıştır.

Jurnaller’in böyle bir mahremiyeti var.

Jurnaller bu şartlar altında kaleme alındı ve Cemil Meriç, bazen iç dünyasını, bazen okuduklarını, bazen düşündüklerini, bazen karşılaştığı insanları Jurnallerde, hiç kimse tarafından okunmayacağından emin olarak yazdı.

Çetinoğlu: Yayımlanması nasıl oldu?

 Prof. Meriç: İletişim Yayınları, Cemil Meriç’in bir sigara kâğıdı üstüne dahi olsa yazılmış olan her cümlesini basmak istediği için, Jurnaller’in basımı konusu kardeşim ile benim aramda bir tartışmaya yol açtı. Ben, ağabeyime, babamın rızası olmayacağını, çünkü basılmasını düşünerek bunları yazdırmadığını ve bunların, bir ailenin saygıdeğer evrakı gibi, kuşaktan kuşağa aktarılan bir hâtırası olarak saklanması gerektiğini söyledim. Ağabeyim de dedi ki, ‘Eğer böyle düşünüyorsan, ben sana Jurnaller’in olduğu dosyayı vereyim, sen bunu bir naylon torbaya koy...’ (O zaman Göztepe’de oturuyoruz. Her sabah Kadıköy’den Karaköy’e vapurla geçiyorum.) ‘Torbaya da birkaç tane tuğla ya da ağaç koy, vapur Haydarpaşa açıklarından geçerken arkasından torbayı denize bırak’ dedi. O zaman, ‘Ben bunu da yapamam’ dedim. ‘O halde basılacak’ dedi ve Jurnaller bu şekilde kamuoyuna mal oldu.

Fakat şunu söyleyeyim: Tashihleri için bana da geliyordu. Fakültedeki odamda okurken, böyle kendime hâkim olamayıp zaman zaman ‘Aaa!’ deyip elimle ağzımı kapattığımı, ‘Eyvah!’ deyip iki yanağıma elimle vurduğumu da hatırlıyorum. Ama Jurnaller çıktı.

Çetinoğlu: Efendim, lütfettiğiniz röportaj, gazetenin tam sayfasına ancak sığacak hacme ulaştı zannederim. Söyleyeceğiniz çok şeyler olduğunu biliyorum. Onları ikinci röportaj için kullanmama müsaadeniz olursa, bu günkü görüşmemizi, Babanızla Aziz Nesin arasında geçen bir hâdise ile sona erdirebilir miyiz?

Prof. Meriç: Aziz Nesin ‘Aydınlar Hareketi’ diye bir oluşum hazırlığı içerisindeydi ve solcu aydınları bu oluşuma katmaya niyetliydi. Babama da geldiler; bir bildiri hazırlamışlar ve babamın da imza atmasını istiyorlar. Aziz Nesin ve arkadaşları geldiler, ben de babamın yanındayım her zamanki gibi. Babam Aziz Nesin’i dinledi ve hiçbir şey demeden bana döndü: ‘Ne dersin evladım, imzalayayım mı?’ dedi. Düşünebiliyor musunuz, o kadar solcu aydının ortasında babam benim düşüncemi istiyor. Ben: ‘Hayır babacığım, atmayın o imzayı. Siz bir çobansınız, bu bir sürü hareketi. Hâlbuki bu millet size çobanlık görevi vermiş. Siz bir çobansınız sürü olamazsınız, sürü olursanız bir daha çoban olamazsınız’ dedim. Ortalık buz kesildi, fenâ halde bozuldular ve nihâyetinde babam metni imzalamadı. Aziz Nesin, benim için ‘O gerici kızı olmasaydı, Cemil Meriç imzalayacaktı’ demiştir. Henüz başım açık olduğu halde Aziz Nesin, üstün zekâsıyla benim ta o zamanlar gerici olduğumu farketmişti! (gülüyor)

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Efendim.

Prof. Dr. ÜMİT MERİÇ:

Cemil Meriç ve coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu Meriç'in kızıdır. Çamlıca Kız Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü bitirerek aynı bölüme asistan oldu. Aynı fakültede profesörlüğe yükseldikten sonra kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 

Yayımlanmış eserlerinden bâzıları: *Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü: (4. Baskı), *Babam Cemil Meriç (4. Baskı),  *Sosyoloji Konuşmaları, *Türkiye Kanatlarınızın Altında, *Ahmet Hamdi Tanpınar Ebediyetin Huzurunda, *Seyyahların Aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul, *5 Vakit İstanbul, *İçimdeki Cennete Yolculuk, *Dualar ve Âminler.

Prof. Meriç, Dünden Yarına Sosyoloji ve Sosyolojik Düşünce Atlası isimli eserini hazırlamaktadır.

Bant çözümü: KORKUT ÖZELSÜ: 0.534-596 02 33 [email protected] //  www.duzeltici.com