Prof. Dr. ORHAN KAVUNCU ile
Türk Dünyası’nın Çevre Problemleri üzerine sohbet.

GİRİŞ:
İnsanoğlu’nun ve bilumum canlı varlıkların, üretime katkı sağladıkları için canlı varlık sayılan hava, su ve toprağın bulunduğu her yer, çevre olarak kabul ediliyor. Çevremiz giderek kirleniyor. Çevrenin kirlenmesi sebebiyle; insan hayatı ve hayatın devamı için gerekli maddelerin üretimi zorlaşıyor.

Çevre kirliliği, toprağın verimini azaltıyor. Su ve havadan yararlanma imkânlarını kısıtlıyor. İnsan sağlığını tehdit eden olumsuzluklar çoğalıyor.

Yakın zamanlara kadar insanoğlunun amacı, rahat ve çağdaş şartlarda yaşamaktı. Bu amacın gerçekleşmesi için,  kaynaklar hiç bitmeyecekmiş gibi sınırsız bir şekilde kullanıldı. Çevre kirliliği denilen oluşum hiç akla getirilmedi. Bu gün gelinen noktada, kaynakların sonsuz olmadığı, tabiatın da kirlenebileceği ve kirlenme sebebiyle kaynakların verimlerinin azalabileceği anlaşıldı. Olumsuzlukların farkına varılınca yeni standartlar, kavramlar ve ilkeler geliştirilmesi gündeme geldi.  Bu yeni düzenlemelerin kamuoyuna tanıtılması ve kirliliğe dikkat çekilip önlem alınması şuurunun yerleştirilmesi için  bütün dünyada Çevre ile ilgili günler, haftalar ihdas edildi.

Çevre ile ilgili çalışmaların ilmî metotlarla yürütülmesi için üniversitelerde Çevre Mühendisliği bölümleri açıldı. Çevre mühendisleri bir taraftan insanlarda çevre bilincini oluşturmaya çalışırlarken, diğer taraftan çevrenin kirlenmemesi için araştırmalar yapıyorlar, kirlenen çevrenin temizliği için projeler geliştiriyorlar.

Türk dünyasındaki çevre tahribatı, geliştirilen projelerle de onarılabilecek durumda değil. Oralarda çevre faciası il insanlık faciası iç-içedir. İçler acısı bu durumu, bölgeyi ve konuyu çok iyi bilen Ziraat Yüksek Mühendisi Orhan Kavuncu ile konuştuk.
OĞUZ ÇETİNOĞLU



Oğuz Çetinoğlu: Türk Dünyası, çevre problemlerinin çok olduğu bölgelerin başında yer alıyor. Özellikle Aral Gölü, Doğu Türkistan, Kazakistan ve Türkiye…
     Uygun görürseniz, Aral Gölü’nden başlayalım… Aral Gölü’nü, çevre faciasının yatağı hâline getiren sebepler ve bu günkü durumu hakkında bilgi verir misiniz?
 Prof. Dr. Orhan Kavuncu: Söylediğiniz çok doğrudur. Çevre problemleri, ‘Yeryüzünde nimetlerle külfetlerin dağılımında dengesizlik’ diye ifâde ede geldiğimiz duruma tipik bir örnek teşkil ediyor. Sadece Türk Dünyası değil, dünyanın başka yerlerindeki çevre problemlerine de bakarsanız bu kolayca görülür. Meselâ nükleer denemeler: Fransa niye Avrupa’da kendi topraklarında değil de Güney Doğu Asya’nın okyanus uzantısı olan yerlerinde yaptı? Rusya niçin Moskova’ya yakın bir yerlerde değil de, Kazakistan’ın Semipalatinski vilâyetinde yaptı? Amerika Birleşik Devletleri niçin Kaliforniya’da veya Florida’da değil Kızılderililerin yaşadığı Nevada çöllerinde, Çin niçin Lop Nor havzasında yaptı?
     Aral faciası da bunlardan biridir. Sovyetler Birliği döneminde Moskova’dan yapılan merkezî planlamaya göre 15 cumhuriyetin her birinin ne yapacağı, ne üreteceği belirlenmiş, oldukça detaylı bir ekonomik bütünleşme ile cumhuriyetler birbirine ve hepsi Moskova’ya bağlı hâle getirilmişti. Buna göre sulak ve verimli topraklarında yüzlerce senedir pamuk yetiştiriciliği yapılan Özbekistan’a pamuk üretimi düşmüştü. Aslında pamuk trajedisi Türkistan’da komünizmden önce 19. asır sonlarında başladı. Komünist rejim, tarım tekniklerini, toprağı erozyona ve çoraklığa karşı koruma tedbirlerini bir tarafa bırakarak ülke tarımını, bir pamuk mono kültürüne dönüştürdü. Aral’ı besleyen Sırderya üzerinde 750 kilometre uzunluğunda Fergana sulama kanalı ve Amuderya nehri üzerinde 1100 km. uzunluğunda Karakum (eski adı Lenin) kanalı açıldı. Barajlar ve hidroelektrik santral ünitelerindeki kaskadlar da, suyu kanal veya baraj yatağında tutabilme teknikleri dikkate alınmadığı için, devamlı su kaybetti. Sonunda Aral beslenemez hâle geldi ve kurudu.
     1960’larda 68.000 kilometre kare olan Aral, dünyanın dördüncü büyük iç deniziydi. Bugün Aral ¾ oranında küçülmüştür. Yani, Aral’ın kuruyan kısmı 41.000 kilometrekareden daha fazladır. Tuzluluk oranı çok yükselmiştir. Tatlı su balıkçılığı yapılan gölde bugün ancak bazı tuzlu su türleri yetiştirilmeye çalışılmaktadır. 1960’ta Seyhun ve Ceyhun’dan yılda 110 kilometre küp su alan Aral, 1990’larda neredeyse beslenemez duruma düşmüştür. Göl bugün ikiye ayrılmış durumdadır. Başta Biyolojik mücadele silâhlarının üretildiği yer olarak şüphelenilen Vozdrejdenya adası ve diğer birçok ada ana karayla birleşmiş ve Aral’ı ikiye bölmüş durumdadır:  Kuzeyde küçük bir bölüm, Göçük (Küçük) Göl, güneyde ise Büyük Göl. Aral ölü bir denizdir. Aral Gölü yerine şimdi Aralkum denilen bir çöl oluşmuştur.  
Çetinoğlu: Gölün, bu günkü durumu ile çevre insanına verdiği zararlardan söz eder misiniz?
Kavuncu: Çeşitli milletlerarası gözlem raporlarına göre, bugün balıkçılık ölme noktasına gelmiştir. Dolayısıyla nüfus da azalmıştır. Aral’da suyun azalması, üzerinde yükselen buhar duvarını kaldırmıştır. Bu düzensiz bir iklimin oluşmasına sebep olmuştur. Düzensiz rüzgârlar, Aral’ın su çekilen çorak tabanından tuzlu kumlar kaldırmakta, bunların Japonya’nın çeltik tarlalarına kadar savrulduğu söylenmektedir. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) 2009 yılı ‘Değişen Dünyayla Yüzleşme: Kadınlar, Nüfus ve İklim’ başlıklı raporunda, Aral Denizi'nin küçülmesi, mahallî bir sağlık krizine yol açacak dramatik boyutlardaki çevre bozulmasına örnek gösterildi.
     Bu rapora göre, Aral Denizi bölgesindeki tüberküloz, hepatit ve solunum yolları ve ishale bağlı hastalıklar gibi vakaların görülme oranı ve tekrarlama sıklığı eski Sovyetler Birliği ülkelerinin tamamı arasında en yükseklerde yer alıyor ve millî ortalamaların oldukça üstünde bulunuyor. Kalp rahatsızlıkları, farklı kanser türleri, böbrek rahatsızlıkları, hipertansiyon ve solunumla ilgili hastalıklar gibi kronik sağlık problemlerinin yükselen oranları da bölgedeki çevre yıkımıyla ilişkilendiriliyor. Anemi oranları son 20 yıldır sürekli artıyor. Bölgede, benzer biçimde, 20 yılı aşkın bir süredir üreme sistemi hastalıklarında yüksek oranlar gözleniyor.
Çetinoğlu: Aral Gölü, çevreye, ekonomiye ve insanlığa nasıl kazandırılabilir, bu yönde neler yapılıyor?
Kavuncu: Aral, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) gibi bir Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT) çerçeve sözleşmesine konu olmalıdır, Aral’ı kurtarma bir BMT faaliyeti haline gelmelidir. Bu durumda bile, Aral eski durumuna dönmez. Kazakistan tarafındaki daha küçük kuzey parçada ıslah çalışmaları bir miktar sonuç vermiş gibidir. Ancak büyük parça olan Güney Aral’da hem sudaki kimyevî kirlilik çok yüksek düzeydedir; hem de su kaybı telâfisi çok zorlaşmış boyutlardadır. Yine de milletlerarası ilgi Güney Aral’da da olumlu sonuçlar doğuracaktır. Şunu unutmamak lazımdır: Aral’ı bu hale getiren irâde, bölge sakinlerinin irâdesi değildir. Aral’ın katili, Sovyet dönemi yönetim anlayışıdır. BMT Aral’ı ıslah çalışmalarını finanse ederken bu gerçeği dikkate alarak malî destekleyici aramalıdır. Bölge ülkelerinin gücü buna yetmez.
     Aral ile Hazar’ı birleştirecek bir kanal projesinden bahsediliyor. Baykal Gölünden su taşımaktan bahsediliyor. Bunlar, gerçekçi olmayan çözüm önerileridir. Tabiatın kendi mecrasında çözümler aramak durumundayız. Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin pamuk sulama suyu atıklarından arındırılması, kanallarla bu nehirlerin suyunun çöle akıtılması önlenmelidir. Aral’ı besleyen bu nehirlerin oluşturduğu delta tekrar eski haline kavuşturulmalıdır.
     Bütün bunlar için 1993 yılında beş bölge cumhuriyeti tarafından oluşturulmuş Milletlerarası Aral’ı Kurtarma Fonu (IFAS), BMT ve diğer milletlerarası kuruluşlardan ciddî destek almalıdır. Kuzey ile Güney Aral’ı birleştirmek yerine araya bir set (Gök Aral) koyarak iyice bölmeye çalışma projesi iyi düşünülmelidir. Nitekim oluşturulan set, Sır Derya’nın bol suyu ile 1999’da yıkılmıştır. Şimdi onu daha sağlam malzemeyle yeniden yaptılar. Güney’deki Büyük Aral da Amu Derya’nın suyu ile besleniyor. Tabii haline kavuşturmaktır asıl çözüm.
     Türkistan cumhuriyetleri arasında halen de anlaşmazlık sebebi olan yeni barajlar, hidroelektrik santraller oluşturma çalışmaları Aral’ı kurtaracak yönde bir sisteme kavuşmalıdır. Aral öldükten sonra elektrik ne işe yarayacak ki?  
Çetinoğlu: Aral Gölü’nün bir kısmını toprakları içerisinde bulunduran Kazakistan’da, çevre adına olumlu gelişmeler var. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev; ülkesini bölge lideri konumuna yükseltecek nükleer çalışmalardan vazgeçti. Büyük bir fedakârlıkla, çevreyi ve insanı korumaya yönelik projeleri uygulamaya koydu.  Bu teşebbüsüyle Nobel Barış Armağanı’na aday gösterilmesi teklif ediliyor. Konu ile ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?  Kavuncu: Niçin olmasın? Batılıların gözüne soksanız yine de görmez bazı gerçekleri. Kazakistan lideri Nursultan Nazarbayev, ülkesinde huzur ve barışı bütün etnik çeşitliliğe rağmen koruyabilmiştir. Kırgızistan’daki son etnik çatışma bunu bir kere daha hatırlatıyor, Nazarbayev’in kıymetini anlıyoruz. Türkler günümüz dünyasında gerçekten görülmesi gereken işler yapıyor. Nazarbayev’den sonra, 2011 yılı Nobel Barış ödülüne aday olması söz konusu olan diğer bir isim de Kırım Türklerinin efsanevî lideri Mustafa Cemil Kırımoğlu’dur. 1944’te Stalin zamanında yurdundan sürülen Kırım Tatarlarının bugün 300.000 kadarı yurduna dönmüştür. Kırım Türklerinin hakkını arayan, yurtlarına dönme mücadelelerine önderlik eden ve bunu silahsız, barışçı ama ısrarlı bir yöntemle başarıya götürmekte olan Mustafa Cemil Kırımoğlu bütün hürriyet mücadelelerine örnek olabilecek bir yol izlemektedir. Batılılar bilmese de, Nobel Barış ödülü alamasalar da her iki lider ülkelerini ve toplumlarını barış ve huzur içinde başarıya taşımaktadırlar. Kendi ülkelerinde ve çevrelerinde, dolaysısıyla küresel barışa katkıda bulunmaktadırlar.
Çetinoğlu: Nazarbayev’in gayretlerine rağmen Kazakistan, çevre problemlerinden tamamen arındırılabilmiş değil. Ahmet Yesevî Milletlerarası Üniversitesi’nin bulunduğu Çimkent Eyâleti’nin Türkistan Bölgesi’nde mâden üretimi yapılan 11 adet ocak, bölgenin ekolojik dengesini tehdit ediyor. Durum hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Kavuncu: Türkistan’a 30-40 kilometre mesafedeki Kentav şehrindedir bu ocaklar. Kentav, yanlış hatırlamıyorsam Kazakça ‘maden dağı veya maden ocağı dağı’ gibi bir anlama gelmektedir. Bölgede maden arama çalışmalarından daha ziyade Aral’ın kurumasının yol açtığı bir iklim değişmesi ve düzensizliği söz konusudur. Kimyevî zehirlenme bakımından da pamuk sulamasının atıklarının yol açtığı kirlilik maden ocaklarındakini kat be kat geçmektedir. Bununla beraber, maden ocaklarında da insan sağlığını doğrudan tehdit eden eski usullerden vazgeçilmesi gerekir. Hatırladığım kadarıyla bu ocaklar,  1995’lere kadar çalışmıyordu. Ondan sonra faaliyete geçtiyse, elbette teknikleri yenilemek gerekir.
Çetinoğlu: Sovyetler Birliği döneminde Kazakistan’da yapılan nükleer çalışmalar, bağımsızlıktan sonra durdurulmuş olmakla birlikte olumsuzluklar devam ediyor. Gelişmeler hakkında bilgi verir misiniz?
Kavuncu: Semipalatinski, şimdiki adıyla Semey eyaleti Kazakistan’ın doğusunda bir vilayettir. 1945’ten sonra Semey şehrinin 150 kilometre yakınında Beria tarafından, ‘insan yaşamıyor’ denilerek bir nükleer test alanı belirlendi. Oysa burada insan yaşıyordu; birkaç ayrı yerde kurulan poligonların çok yakınlarında köyler vardı. 1949’daki ilk denemeden 1989’daki son denemeye kadar tam 456 deneme yapıldı.
     1987 yılında meşhur Kazak şair ve yazarı Olcas Süleyman, Nevada Semey Anti Nükleer Halk Hareketi’ni kurdu. Bazı Rus aydınlarının, bilim adamlarının da desteğini alarak ciddî çalışmaklar yaptı. Test bölgesi 1991 yılı Ağustos ayında resmen kapatıldı. Şu anda Kazakistan’daki dört nükleer reaktörden üçü bu vilayette bulunuyor. Bu reaktörlerin faaliyeti hâlen devam ediyor. Bu santrallerin teknolojileri hakkında şahsen bir bilgim yok. Çernobil faciasını hatırlayınca insan korkuyor. Ama Kazak kardeşlerimizin böyle bir faciaya imkân vermeyecek dikkatte olduklarını sanıyorum.
     2006 yılında beş Türkistan cumhuriyeti bir anlaşmayla Semipalatinski’yi (şimdi adı Semey) Nükleer silahtan arınmış bölge ilan etti. Dolayısıyla artık burada nükleer denemeler yapılmayacak. Önceki denemelerin etkisi hakkında ise ciddî bir çalışma yapılmadığı için bir şey söylemek zor. Ancak o 456 denemenin insan ve diğer canlılara yaptığı olumsuz kalıcı etkilerinin çok uzun süre devam edeceğini bilmek ve bir şey yapamamak insanı üzüyor.
Çetinoğlu: Aynı bölgede, içme ve kullanma suyunun da sağlığa zararlı olduğu söyleniyor…
Kavuncu: Baykal Gölü Türkistan’ın en önemli su kaynaklarından birisidir. Aral faciasını dengeleyebilmek için bir ara Baykal’ın temiz suyunu taşımaktan bahsedildi. Bu yanlıştır. Kaldı ki Baykal’ın da radyoaktif zehirlenmeden etkilenmesi söz konusudur. Aral, Aral’ı besleyen ırmaklar pamuk ziraatında kullanılan gübre ve ilaçların artıklarıyla olarak kirlendi. Bölgede artık bu sular içilemiyor. Aral’da balıklar öldü, şimdi yeni türler yaşatılmaya çakışılıyor. İkinci sorunuzu cevaplarken bahsettiğim BMT Nüfus Fonu’nun raporu, suyun kimyevî kirlenmesinden kaynaklanan çok önemli hastalıklara işaret ediyor.
     Kırgızistan’daki Issık Göl de, kimyevî ve radyoaktif zehirlenmeye mâruzdur. Orası da bir sayfiye yeri olmaktan çıkmaktadır.
Çetinoğlu: Çin Halk Cumhuriyeti’nin Lop Nor Çölü’nde yaptığı atom bombası denemelerinin çevreye ve çevrede yaşamakta olan Doğu Türkistan Türklerine verdiği zararlardan söz eder misiniz?
Kavuncu: Doğu Türkistan’ın güneydoğusundaki Taklamakan Çölü’yle Kurugtag çölleri arasında tarım havzasında yer alan göl yatağı üzerinde mevsimle ilgili olarak su tutan yerler vardır. Aslında Lop Nor eski çağlardaki 10.000 kilometrekarelik Tarım Gölü’nün küçülmesinden arta kalan bir göl olup 3.000 kilometrekare büyüklüğündeydi. 20. yüz yılın başlarında bu kalan göl de kurumaya başladı ve bugün mevsimlere bağlı olarak su tutan bölgeleri olan bir kum çölü durumundadır. Burada Çin ilk nükleer denemesini 1964 yılında yaptı. İlk Hidrojen bombasını da yine burada 1967’de attı. 1995’e kadar 45 nükleer bomba denemesi yapıldığı belirtilmektedir.
     Bunun verdiği zararlar da tam olarak ölçülebilmiş değildir. Zararın görünen boyutu, radyoaktif zehirlenmeden dolayı ortaya çıkan hastalıklar, somatik anormalliklerdir. Fakat daha da ürkütücü olan boyutu, genetik yapıdaki kalıtımla ilgili değişmeler, yani mutasyonlardır. Bunları gelecek nesillerde nelere yol açacağı, anomalilerin kaç generasyon devam edeceği tam olarak söylenemese de yapılacak tahminler bizi gerçekten endişeye sevk edecektir.
 Çetinoğlu: Türk dünyasının; içilebilir ve kullanılabilir su miktarı ve kalitesi konusunda bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?
Kavuncu: Su kaynaklarında azalma ve bunların da kirli olması bir vakıadır. Bunun sebebi nedir? Kimi idarecilere sorarsanız Türkistan’da nüfus artışını sebep olarak gösteriyor. Bu tamamen yanlıştır. Türkistan cumhuriyetlerinde nüfus 1920’den bugüne en fazla üç misli artmıştır. Bunun da önemli bir bölümü Rus, Koreli ve sürgünlerle gelen diğer göçmenlerdir. Doğum ortanı çoktur ama ölüm ortanı da çoktur. Türkiye’nin nüfusu aynı dönemde beş misli artmıştır. Bizdeki su problemi bu nüfus artışına bağlanabilir belki ama birincisi bizde su problemi Türkistan’dakine kıyasla çok önemsizdir. İkincisi asıl sebep olarak itiraf edilmesi gereken yanlış sulama politikalarından kaynaklanan çoraklaşma ve su kirliği Çumra havzasında meselâ tipiktir. Dolayısıyla Türkistan’daki sıkıntıların da asıl sebebi, Moskova merkezli yanlış planlamaların doğurduğu pamuk mono kültürüne dayalı tarımdır. Dolayısıyla hem suyu artırma hem de kalitesini düzeltme yolunda yapılacak ıslah çalışmalarında Rusya’nın ciddî para ödemesi gerekir.
Çetinoğlu: Kyoto Protokolü’nün Türkistan Türk Cumhuriyetlerindeki uygulamalarının sonuçlarından ümitli misiniz?
Kavuncu: Kyoto protokolü, 1992’de Rio’da imzalanan BMT İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin bir uygulama protokolü olarak 1997 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde imzalandı. Protokolün amacı, sera gazları olarak bilinen gazların atmosfere salımını azaltmaktır. Protokolün doğrudan Türkistan Cumhuriyetlerinin ekoloji problemlerinin çözümüne katkı sağlayacak bir maddesi yoktur. Ancak ormanların geliştirilmesi gibi konularda bir yardım söz konusu olabilir. Bu konuda, Milletlerarası Aral’ı Kurtarma Fonu’na (IFAS) yardım eden BMT’nın diğer kuruluşları ve başka milletlerarası kuruluşlar ve Sivil Toplum Kuruluşları vardır. Bunların yardımının gereken seviyede olmadığını düşünüyorum. Rusya Federasyonu’nun elini taşın altına koyması gerekir. Oysa Rusya bir kenara çekilmiş olayları dışarıdan bir aktör gibi seyrediyor, hatta 1980’li yıllardan kalan baraj ve Hidro Elektrik Santralleri (HES) projelerini hayata geçirmeleri yönünde Tacikistan’ı ve Kırgızistan’ı teşvik ederek Türkistan’ın su problemini bir anlamda kaşımaya devam ediyor.
Çetinoğlu: Türkiye, çölleşme tehdidine karşı yeterli derecede korunaklı mı? Gelişmeler, hâli hazırdaki durum ve muhtemel sonuçları ve alınması gerekli tedbirler hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz?
Kavuncu: Sürdürülebilir kalkınma modelleri geliştirmemiz lâzım. Çumra ovasında yanlış sulama projelerinin yol açtığı erozyon ve buna bağlı çoraklaşma ve çölleşme hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Bir taraftan sulanabilir tarım arazisine ihtiyacımız var. Diğer taraftan da yanlış sulamanın yol açacağı yeni çoraklaşmalar söz konusu. Sulama yapmadan olmaz ama doğru sulama yapmak gerekiyor.
     Öte yandan yeni ve küçük HES projeleri çok iyi yapılmış etütlerle hayata geçirilmelidir. Karadeniz Sinop’ta kurulması düşünülen nükleer reaktöre karşı çevreci endişelerle karşı çıkanlar, bir nükleer santralin kaç tane HES’in veya termik santralin sağlayacağı enerjiyi üretebileceğini dikkate alırlarsa sanırım daha gerçekçi olurlar. Enerji ihtiyacını karşılayacak yollar aramaktan vazgeçemeyiz. Burada Türkiye çok radikal projelere cesâret etmelidir. Yeni enerji kaynakları ve alternatif enerji teknolojileri geliştirmek için Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu TÜBİTAK ve ilgili bölümler çok çalışmalıdır. TÜBİTAK bünyesinde bazı projelerin çalışıldığını biliyorum. Bunlar için ayrılan tahsisat çoğaltılmalı, yeni projeler teşvik edilmelidir. Hidrojen enerjisi üzerinde daha yoğun çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Güneş enerjisini daha küçük kolektörlerle toplayacak araştırmalar yapmak lazım. Bir zamanlar bir oda büyüklüğündeki bilgisayarların yerini alan mini bilgisayarlar onların birkaç milyon fazlası hafızlara sahipler ve onlardan yüzlerce daha hızlı çalışıyorlar. Bunun gibi, güneş ve rüzgâr enerjisi için de benzer şekilde daha küçük alanlarda daha çok enerji toplayabilecek teknolojiler düşünülmelidir.
Çetinoğlu:  Marmara Denizi’nde, çevre kirliliği açısından, yakın bir gelecekte olumsuz gelişmeler yaşanacağından endişe ediliyor. Görüşlerinizi alabilir miyim?
Kavuncu: Sanayi ve kanalizasyon atıklarının denize dökülmemesi lazımdır. Karadeniz’de bir zamanlar ortaya çıkan meçhul varillerin içinde neler vardı kim bilir? Petrol, madenî yağ ve benzeri kimya maddeleri atıklarının deniz ekolojilerini mahvettiğini, ekosistemlerin bozulduğunu dehşetle izliyoruz. Endişelere katılmamak mümkün değil.
     Ancak endüstriyel çalışmalardan da vazgeçemeyiz. O halde yapılması gereken şey insanî gerçekliğimize uygun bir anlayışla üretim yapmaktır. ‘Ne yaparsam daha çok kazanırım?’ sorusunu soran insan bunun yanında ‘Ne yaparsam tabiata daha az zarar veririm?’ sorusunu da eklemelidir. Ekonomik bilinç yanında ekolojik bilinç… Bütün dünyada ilköğretim müfredatında çevrebilim derslerinin konması gerektiğini düşünüyorum. Sadece insanın değil, bütün canlıların çevresini koruma bilincine sahip nesiller yetiştirebilmeliyiz. Tabii ülkeleri yönetenler çok eğitimli olmalı.
     Bir Türk Milliyetçisi olarak şöyle düşünüyorum: ‘Avustralya bizden çok uzakta bir coğrafya. Orada meydana gelen bir ekolojik dengesizlik benim ülkeme kadar uzanan bir -zincirleme etkiler- meydana getirebilir. Orası yok olursa ben de yaşayamam. O halde benim milletimin var olması için dünyanın, hatta evrenin bir bütün olarak var olması lazım. Onun için hiç bir ülke, ötekinin ekolojik problemini umursamazlık edemez. Gemi bir yerden su alırsa tümüyle batar. Onun için bir Türk Milliyetçisi olarak Türk Milletinin refahını ve Türk Ülkesinin yaşanabilirliğini dünyanın geri kalanından bağımsız düşünemiyorum.”  
     Oysa bugün BMİDÇS ve Kyoto Protokolüne taraf ülkelerin yıllık toplantılarında (16’ncısı 13-15 Aralık 2010 tarihinde Meksika’nın Cancun şehrinde yapıldı) ülkelerin bencil ve câhilane bir milliyetçilik sergilediklerini, batan gemide herkesin kendi kamarasını kurtarmak gibi bir imkânsızla uğraştığını görüyoruz.
     Dünyayı bu hale getiren materyalist telâkkilerin kurtarma çalışmalarında böyle davranması sürpriz değildir. Bu bir zihniyet meselesidir. Bizim kültürümüzün kodlarında diğerlerini ötekileştirmek değil, Allah’ın bir emâneti olarak algılamak vardır. Dolayısıyla ihtiyacımız olan ‘küresel adalet’, biz güçlü olursak sağlanabilir. Türk genci bu özelliğini idrak ederek, kendi büyüklüğünün farkında olarak yetiştirilmelidir.  
     Tabii bazı ülkelerin böyle bir yüksek bilince erişmesi, diğerleri ilkel ve câhil bencilliğe devam ettiği sürece bir işe yaramayacak. Yüksek bilinçli ülkeler affedersiniz ‘keriz’ durumuna düşecekler. O bakımdan BMİDÇS ve Kyoto Protokolü’nün yükümlülükleri yerine getirmeyi, ülkeleri serbest bırakarak sağlamak yerine mecburiyetler ve müeyyidelerle sağlamaya çalışmak, insan gerçekliğine ne yazık ki daha uygun bir yaklaşım olacaktır.


Prof. Dr. ORHAN KAVUNCU
Aslen Özbekistan Türklerindendir. 1949 yılında Adana’nın Bahçe İlçesi’nde doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kahramanmaraş'ta tamamladı. Üniversite tahsilini, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde yaptı.

Akademik hayata, aynı üniversitede devam etti. 1977'de Zirai Genetik ve İstatistik bilim dalında doktorasını tamamladı. 1981–1982 yıllarında Kanada Alberta Üniversitesinde doktora üstü çalışmalar yaptı. 1984'te Doçent, 1991'de Profesör oldu.

1985-993 seneleri arasında Türk Ocakları'nda çeşitli görevlerde bulundu. 1993-1995 senelerinde Kazakistan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi'nde Kurucu Rektör Vekilliği ve Mütevelli Heyet Üyeliği görevlerinde bulundu.

1995-1999 yılları arasında Büyük Birlik Partisi Adana Milletvekili olarak görev yaptı.

Mayıs 2000-Haziran 2002 arasında Avrupa Nizam-ı Alem Ocakları (Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği) Genel Başkanlığını üstlendi.
 
Hâlen Türk Ocakları Genel Merkezi’nde Genel Sekreter ve Ankara Ticaret Odasında Danışman olarak hizmet görmektedir.  

Prof. Kavuncu; evli ve üç çocuk babası ve üç torun dedesidir. İngilizce ve Türk lehçelerinden Kazakça ve Özbekçe bilmektedir.