..dünden devam Soru: Türkiye’nin AİHM’nin benimsediği bu görüşleri ve tutumu kabul etmesi mümkün müdür? e) “Vardığımız bu sonuç hiçbir surette ‘KKTC’ nin kuruluşu hakkında uluslararası toplumun benimsemiş bulunduğu pozisyonu veya Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hükûmetinin Kıbrıs’ın tek yasal hükûmeti olduğu olgusunu tartışmalı hale getirmez.” Soru: KKTC’ni tanımış ve O’nunla diplomatik ilişki kurmuş olan Türkiye’nin ve ayrıca KKTC’nin AİHM’nin bu anlayışını kabul etmesi mümkün müdür? Bu sakat anlayış, Türkiye’nin Sayın Cumhurbaşkanımız ve MGK tarafından da çeşitli vesilelerle açıklanmış olan “adada iki ayrı halk, iki ayrı devlet ve iki ayrı demokrasi bulunduğuna ve bu olguların adadaki gerçekleri oluşturduğuna” dair görüşüyle bağdaşabilir mi? f) “Mahkeme, davalı Devlet’in kendisine isnad edilen kusurları düzeltmesine imkân verilmesinin, devletler hukukuna göre yasadışı olan bir rejimin dolaylı yoldan yasallaştırılması sonucunu doğurmayacağı yolundaki görüşünü muhafaza etmektedir.” g) “Bir işgal gücü tarafından kuvvet yoluyla zorla ortaya çıkarılan kurumlar ve yöntemler Devlet’in yasal Hükûmeti tarafından ihdas edilmişler gibi muamele göremez. Bununla beraber, ‘KKTC’ nin uluslararası plânda tanınması ve Kuzey Kıbrıs’ta egemen olduğu iddiasında bulunması konusu ile Sözleşme’nin 35. Maddesinin 1. fıkrasının uygulanması arasında doğrudan ve otomatik bir karşılıklı ilişki yoktur.” Soru: Hangi kontekst içinde olursa olsun Türkiye’nin davalı olduğu bir davaya ilişkin hükümde “işgal veya işgal gücü” gibi kavramların yer almasına göz yumulabilir mi? h) “Sözleşme’nin 35. Maddesinin 1. fıkrasının amaçları bakımından ‘KKTC’ de bulunan hukuk yolları, özellikle de TMK yöntemi, davalı Devlet’in ‘iç hukuk yolu’ kabul edilebilir.” Soru: Türkiye’nin ve KKTC’nin anlayışı da bu yolda mıdır? Bu anlayış egemen ve bağımsız KKTC olgusu karşısında geçerli olabilir mi? Bizim anlayışımız TMK’ nun KKTC’nin yasal bir kurumu olduğu yolundadır. i) “Mahkeme, Loizidou davasında uluslararası toplumun ‘KKTC’ ni devletler hukuku çerçevesinde bir Devlet olarak görmediğini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıs’ın tek yasal Hükûmeti olarak kabul ettiğini not ederek, Kıbrıslı Rumları mülklerine sahip olmaktan mahrum etmeği amaçlayan (KKTC Anayasası’nın) 159. Madde’nin hükümlerine Sözleşme’nin amaçları bakımından hukukî değer atfedemediği görüşünü benimsemiş olduğunu hatırlamaktadır.” Soru: KKTC ve Türkiye bu görüşü kabul etmesi tasavvur edilebilir mi? j) “Mahkeme Türk Hükûmeti’nin Sözleşme çerçevesinde ‘KKTC’ nin kontrolü altında bulunan alanlarda kendisinin sorumlu olduğu hususuna artık itiraz etmediğini ( no longer contested ) ve esas itibariyle Kıbrıslı Rum mülk sahiplerinin haklarının ihlâl edilmesi durumunda 1 Numaralı Protokol’ün 1. Maddesi tahtında haklarının iade edilmesini talep etme haklarının bulunduğunu kabul ettiğini not eder.” Soru: Mahkemenin bu iddiası doğru mudur? Gerçek odur ki, Türkiye’de ve KKTC’de “zafer” şeklinde dahi değerlendirilmiş olan Karar, Türkiye’yi Kıbrıs’ta işgalci gören; KKTC’ni yok hükmünde sayan; TMK gibi KKTC’nin kurumlarını dahi Türkiye’nin “hukuk yolu” olarak kabul eden bir zihniyetin ürünüdür. Mahkeme, davacıları öncelikle TMK’na yönlendiren bu emsal kararı alırken, kuşkusuz kendi dava yükünü hafifletme amacını da gütmüş bulunaktadır. Kıbrıs Rum siyasetçilerini Karara tepki göstermesini “Türk tarafının ak dediğine, kendilerinin kara” deme reflekslerinin yeni bir tezahürü olarak görmek doğru olur. Rumlar aslında kendi temel çizgilerine ve tezlerine uygun düşen ANNAN Plânı’nı da bu zihniyetle reddetmemişler miydi? Onlar bu defa da AİHM’nin Kararına tepki göstermek suretiyle yakında uluslararası toplumdan yeni tavizler elde etme peşindedirler. KKTC ve GKRY Cumhurbaşkanları birbirleriyle “toplum liderleri” olarak görüştükleri için nasıl ki karşılıklı tanıma sözkonusu olmuyorsa, AİHM’nin “Türkiye’nin bir hukuk yolu” olarak nitelediği TMK’na Rumların başvurmasının da KKTC’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini söylemeğe lüzum yoktur. Rumların niyeti “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” olduğu için şimdi AİHM’nin Kararına hoşnutsuzluk göstermektedirler. Türkiye’nin Loizidou’nun açmış olduğu dava hakkında AİHM’nin hükmettiği tazminatı davacıya ödemesinin, millî Kıbrıs Davamıza ilişkin politikamızın temel taşlarının yerinden oynamasına sebep olduğu görüşümüzü muhafaza etmekteyiz. Türkiye’nin AİHM nezdindeki Ajanı olarak görev yaptığımız dönemde, Türkiye’nin hangi formül tahtında olursa olsun Loizidou’ya tazminat ödemesinin sakıncalı olduğunu düşündüğümüzü açıklamış bulunuyoruz. Çünkü, Kıbrıs Barış Harekâtımızla ilgili temel olgu, Garantör Devlet olarak Türkiye’nin uluslararası Andlaşmalardan doğan bir hakkını uluslararası hukuka uygun olarak kullanmış olmasıdır. Türkiye bu pozisyonunu, Avrupa Konseyi’nin organları ve AİHM dahil, bütün forumlarda uzun yıllar muhafaza etmiştir. Avrupa Konseyi Parlâmenterler Meclisi de 29 Temmuz 1974 tarihinde kabul ettiği 573 sayılı kararında “Yunan askerleri tarafından Kıbrıs’ta gerçekleştirilen askerî darbeyi kınamış” ve “Türkiye’nin müdahalesini 1960 Garanti Andlaşması’nın 4. paragrafından kaynaklanan bir hakkın kullanılması” olarak nitelemiştir. Kıbrıs siyasî bir konudur. Uluslararası bir siyasî kuruluş olan BM’in (önce 1954’de BM Genel Kurulu’nun, daha sonra da 26 Aralık 1963’de BM Güvenlik Konseyi’nin) gündemine bu niteliğiyle girmiş ve siyasî bir sorun olarak muamele görmüştür. BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs sorununun, BM Yasası’nın siyasî sorunların çözümü hakkında belirlediği yöntemlerle (bölüm VI, madde 33) çözülmesini öngörmüştür. Kıbrıs sorununa çözüm arama gayretlerinde uluslararası hukuk organlarının kararlarına yer yoktur. ORAMS konusunda alınan mahkeme kararlarına karşı çıkılıp bu kararlar “müzakere sürecine darbe oluşturmuştur” denilirken, AİHM’nin son kararını alkışlamak ve “zafer” olarak nitelemek tutarsızlık teşkil eder. Kaldı ki, AİHM’nin kararı KKTC ve Türkiye tarafından kabul edilmeleri tasavvur dahi edilemeyecek olgular üzerine bina edilmiş ve Türk Tarafı için çok sakat olan anlayışların ürünü olmuştur. AİHM’nin Kararı bir bütündür. Bu Kararı “zafer” olarak niteleyip alkışlayanlar, içindeki sakat unsurları da kabul etmiş olurlar. AİHM’nin son Kararını ille de “zafer” kelimesini kullanarak değerlendirmek gerekiyorsa, yukarıda aktardığımız Karardan alıntıların ışığında, “pirus zaferi” olarak nitelenmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.