Bir makamı ziyaret esnasında tanıdığımız hocanın sohbetiyle başlamış olduğumuz perdeler yazımızın ikincisine, bilmeyenler için konunun anlaşılması bakımından devam etmek istedik:

Kalbin mühürlenmiş olması kâfirler için, katılaşması münafıklar için, kararması da müminler için perdedir. Hakk’ın her bir tecellisi aynı zamanda onun bir üstündeki tecelliyi örten nûrânî perdedir.

Sûfîlere göre Hakk ile sâlik arasındaki ilk ve en kalın perde nefis ve benliktir. Sûfîler bu perdeyi fenâ ve mahv yoluyla kaldırmaya çalışmışlar. Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre avam için nefse, halka ve dünyaya, havas içinse ibadete, sevaba ve kerâmete güvenmek perdedir.

Bazı sûfîlere göre dört hicab (dünya, nefis, halk ve şeytan), bazılarına göre yedi hicab (yeme içme, şehvet, çoluk çocuk tutkusu, mal ve makam hırsı, riya ve bencillik) vardır. İnsanda bu beşerî sıfatların baskın olmasına “istitâr” ve “ihticâb” denir. 

“Hakk’ın hicabı nurdur, bu hicabı açacak olsa zâtının nurları bütün varlıkları yakar” meâlindeki hadis, tasavvufî eserlerde, “Hakk’ın nurdan ve zulmetten yetmiş bin perdesi vardır” şeklinde rivayet edilir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, sonsuz olan ilâhî isimlerin her birinin bir üsttekine perde teşkil ettiğini, nefsin karanlık perdelerini riyâzetle aşan bir sâlikin nur perdelerinde de yükselmesi gerektiğini belirtir. İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden Kâşânî hicabı, “ilâhî tecellileri kabule engel olacak şekilde maddî sûretlerin kalbe yerleşmesi” şeklinde ifade eder ve genellikle bu tarif kabul edilir.

Mutasavvıflar Hak’la veya ilâhî hakikatla arasında perde bulunan, bu yüzden ilâhî gerçeklerin özüne nüfuz edemeyen âlimlere ve hatta bazı mutasavvıflara “mahcub” (perdeli) derler. 

Gazzâlî mahcubları üçe ayırır: Önlerine yalnız karanlık perdesi çekilenler, karanlık-nur karışımı perde çekilenler, saf nurdan perde çekilenler. Birinciler tabiat ve maddeden başka bir şey görmeyen inkârcılar, ikinciler bâtıl bir dinin veya mezhebin mensupları, üçüncüler ise filozoflardır.