Tarihin değişik dönemlerinde Türk ülkelerini çeşitli maksatlarla gezip-gören seyyahların yazdıkları seyahatnameler, milli kültürümüz için kıymetli kaynak malzemesini ihtiva eder. Bu seyyahlar Türk Milleti’nin faziletlerini öğen ciltler dolusu kitaplar yazmışlardır.

Onlardan birisi de Fransız seyyah Jean Thevenot’tur. Jean Thevenot, 1633 yılında Paris’te doğmuştur. Varlıklı bir aileye mensuptu. 2 Aralık 1655 tarihinde İstanbul’a varan Jean Thevenot, 30 Ağustos 1656 tarihine kadar dokuz ay İstanbul’da kalır. Bundan sonra Bursa, İzmir ve bazı Ege Adaları’nı gezdikten sonra Kudüs’e gitmiştir. Thevenot Türk Milleti için bugün ibret ve örnek alacağımız o günkü güzel hasletlerimizi şöyle anlatır:

“Türkler uzun ömürlüdürler ve az hasta olurlar, bizim maruz kaldığımız böbrek taşı ve buna benzer birçok diğer tehlikeli hastalıkları onlar bilemezler. Onların bu şekilde sıhhatli olmaları sık sık gittikleri hamamlardan, yeme ve içme konusundaki ölçülülüklerinden ileri geldiğini tahmin ediyorum. Çünkü onlar ölçülü yerler, Hıristiyanlar’ın yaptığı gibi çeşitli şeyler yemezler, çoğu şarap içmekte aşırılığa kaçmaz ve spor yaparlar, hiç doktorları yoktur, belki bu da onların sıhhatli ve uzun ömürlü olmalarının sebeplerinden biridir. Hasta oldukları zaman çok kere Frenk ve Yahudi doktorlarını çağırırlar ve bunları bulamazlarsa, içlerinden birinin doktorluk yaptığı ve hastaların zararına tecrübe sahibi olacak olan dönemlerde başvururlar.

Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almağa gider ve bunların serbest bırakırlar. Söylediklerine göre, bu kuşların ruhları, kıyamet gününde Tanrı huzurunda onların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir. Bir hayvanın acı çekmesinden ızdırab duyarlar, tavuklarını kesmek istedikleri zaman onlara fazla ızdırab vermemek için başlarını bir darbede keserler; eğer onların, Fransızların yaptıkları şekilde öldürüldüklerini görselerdi yapana bir kaç sopa atmaktan kendilerini alamazlardı;. Ölen bazı kimseler mallarını haftada birkaç defa köpek ve kedileri beslemek üzere bırakırlar, bu vasiyetlerini yerine getirmek için sadakada ve dindar bir şekilde bunu yapan fırıncı veya kasaplara paralarını bırakırlar. Ve her gün yanında et taşıyan insanların köpek veya kedileri çağırarak bu hayvanları çevresine toplayıp onlara parçalar halinde bunları atması hoş şeydir.

Ben burada Türklerin hayvan severliğine ait yüz misal verebilirdim, ben bu hususta bizde pek az rastlanan örnekler gördüm, sokakta, yeni yavrulamış bir köpeği yanına almış ve üzerinde yürüyemeyeceği korkusuyla ona küçük bir duvar yapmak için taşlar arayan pek çok kişi ve buna benzer olaylar gördüm.

…………Sert bir hükümdar olduğu bilinen Sultan IV. Murat bir gün (hayvanlara eziyet edenleri asla af etmezdi) .İstanbul’da bir parça ekmek ve kızarmış et alıp köşe başında yiyen bir adam gördü; satmak için pazara getirdiği buğday yüklü atının yularında tutuyordu; hükümdar atı yük altında bekletilmesine kızarak atın sırtından yükleri indirtti ve yükü adama yükletti., atın önüne de bir miktar ot koydurttu ve at bu otları yiyinceye kadar adamı sırtında yükler olduğu halde bekletti. Bununla kendisi dinlenirken hayvanın da dinlenmesi gerektiğini belirtmek istiyordu..”

Türkler her hususta düzeni severler ve bu düzeni sağlamak için ellerinde geleni yaparlar; zaptiye, asayişi sağlayan kuvvetlerin başında gelmektedir; onlar asayişi temin etmek için büyük bir gayret sarf ederler. İstanbul'da her şey bol ve ucuzdur; orada, sebzeler ve taze meyveler başka memleketlerde olduğu gibi ateş pahasına satılmaz, Her şey daima uygun bir fiyatla satılır ve meyveleri daha erken pazara getiren, diğerlerinden daha çok para kazanma imkânına sahiptir. Eğer malını bir Türk'e pahalı bir fiyatla satmak isteyen birisi bulunursa ona dayak atılırdı veya yargılandıktan sonra dövülürdü ve ayrıca para cezasına çarptırılırdı. Bu sebeple malların satılmasında ölçüleri kontrol eden memurlar bulunmaktadır, onlar her gün dolaşırlar ve eğer hatalı terazi kullanan yahut mallarını pahalıya satan birine rastlarlarsa orada sopa atarlar ve para cezası verirlerdi. Bütün bu cezalardan korkarak satıcılar size daima istediğiniz miktardan biraz fazla verirler, Bu sebeple alış veriş yapmayı öğrenmesi için küçük bir çocuk dahi pazara gönderilebilir, Çünkü kimse onu aldatmağa cesaret edemezdi ve bazen zabıta memurları ona rastlayarak malı kaça aldığını sorar ve onu tartar ve aldatılıp aldatılmadığını kontrol ederlerdi. Eğer çocuk aldatılmışsa satıcıya ceza vermek üzere onu kendileri ile birlikte götürürlerdi.

Ben, kilosunu beş akçeye, kar satan bir adama ayaklar altında nasıl sopa atıldığını gördüm. Çünkü tartıda hile yapmıştı. Bir diğeri de bir çocuğa iki misli fiyatla soğan satmıştı, bu çocuğa rastlayan zabıta memurları ona soğanın eksik verildiğini gördüler ve satıcıya giderek, ona otuz değnek vurdular. Türklerin, hileli tartı kullanan satıcılar için başvurdukları daha az can yakıcı fakat cemiyet içinde onu utandırıcı olan bir başka cezalan daha vardır. Onlar adamın boynuna iyice birleşen iki levha koyarlar ve bunun ortasında yuvarlak bir delik olacak şekilde oyarlar, bu delikten adamın boynuna geçirirler, bu levhalara ağır yük asarlar ve çıngıraklar bağlarlar; bu adamı herkes tanısın ve kendisiyle alay etsin diye bu vaziyette şehirde dolaştırırlar

Türklerin adetlerini uzun uzun anlattıktan sonra burada küçük bir özet yapmak onların huy ve adetlerinin ana hatlarını belirtmek iyi olur. Hıristiyanların çoğu Türklerin şeytan, barbar, imansız kişiler olduklarına inanırlar, fakat onları tanımış ve onlarla konuşmuş olanlar farklı bir düşünceye sahiptirler. Zira muhakkak ki, Türkler iyi kimselerdir ve ”kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına da yapmayınız” emrine çok iyi uyarlar.

Ben burada Türkler’den bahsediyor isem bunlar başka dinden Müslümanlığa,  geçmiş olan Türkiye’de oldukça fazla sayıda fazla bulunan ve türlü kötülüğü yapabilenleri değil de gerçek Türkleri kastediyorum. Türkler Müslüman, Hristiyan yahut Musevi herkes için iyi şeyler isterler. Türkler, Müslümanları olduğu kadar Hıristiyanları da aldatmaya ve hırsızlık yapmaya müsaade etmezler. Tefecilik Türkler arasında büyük bir günahtır ve pek az yapılır.

Onlar çok dindar, çok yardım severdirler, dinleri için çok gayret gösterirler, onu bütün dünyaya yaymakla vazifelidirler ve onlar bir Hristiyan’a değer verirlerse ondan Müslüman olmasını rica ederler. Onlar hiç kimseye sataşmazlar ve şehirde askerler de dâhil kılıç taşımazlar yalnız hançer taşırlardı. Türkler az kavga ederler, düelloyu hiç bilmezler. Bu esasen Hz. Muhammed (S.A.V.)'in akıllı politikasından ileri gelmektedir: Türkler arasında kavganın iki büyük kaynağı vardır, şarap ve oyun. Çünkü kendini bilen Türkler şarap içmezler ve içenlere, sarhoş eden afyon veya balık otu çiğneyenlere de hiç değer vermezlerdi. Oyuna gelince, kim ne oynarsa oynasın bunun sonucu daima hiçtir; asla dövüşmezler, çünkü eğer aralarında bir kavga çıkarsa, ilk çıkaran uzlaşır veya şikâyetçi olan karşısındakini şahitler önünde adaletin huzuruna çağırır, o da gitmeyi reddedemez ve mahkûm olurdu. Orada her biri kendi durumunu anlatır, haksız olan mahkûm edilir ve ekseriya sopa yiyerek bu cezasını çekerdi. Türkler kanaatkârdırlar…. “Onların yemek için yaşadıkları değil yaşamak için yedikleri söylenebilir.” 

Peki, bize ne oldu da; dün bize övgü dizenlerin; bugün öğütlerine muhtaç olduk! Biraz daha düşünelim de kendimize gelelim!