Bugün Osmanlı’nın bıraktığı ülkelerde barış ve huzurun çok az olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Çünkü Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgelerde adalet vardı, merhamet vardı, şefkat vardı dahası adil yönetim vardı. Oysa Osmanlı’dan hemen sonra birçok ülke halkının aydın kişileri ve liderleri barış ve huzuru bulmak için Osmanlı’yı aramak zorunluluğuna düşer olmuşlardır. İşte bu özlem ve hasretin gerek siyasal gerekse bilimsel boyutları aşağıda birkaç örnekle özetlenmiştir.

On altıncı yüzyılda, Osmanlı’nın gelişme yolu üzerinde direnen ve pek çok defa savaşa tutuşmuş olmasından ötürü Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hıristiyan Şövalye” unvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan ise, ölüm döşeğinde evlatlarına gayet düşündürücü olan şu nasihati vermiştir: “Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın; haindir sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılara emanet edin; âdil ve merhametlidirler.”

Ortaçağda. Hıristiyan İspanya ve İtalya’nın Musevî göçmenlerine Türk Cennetini açan kâfir denilen Türk değil de kimdir?” Diyen Ernest Jackh, Osmanlı’nın, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin zorda kalmış bütün mağdur milletlere kol-kanat gerip kucak açmakla; büyük bir İnsanlık ve yardımseverlik şaheseri sergilediğini tarihi ve ilmi açıdan, Hakkı teslim vazifesi olarak itiraf etmekten göz ardı etmemiştir.

Türkiyeli Yahudi ilim adamlarından Avram Galanti de, J. Nehaman’ın; “Selanik İsraillilerinin Tarihi” isimli eserinden iktibasla şu müthiş tespitleri nakletmektedir: 

“Avrupa’da Hıristiyan’ın Yahudi’ye karşı yaptığı muamele, tıpkı bir kartalın avına karşı yaptığı muameleye benzerken; Türkiye’de yaşayan Yahudi cemaatları, bağlarının ve asma çadırlarının gölgesi altında, Sultanların mübarek topraklarında şen güneşte, bolluk içinde, rahatlıkla yaşayarak inkişaf ederler.”

500. Yıl Vakfı’ndan Bensiyon Pinto’nun aynı mevzudaki mütalaası, yukarıdakilerden aşağı kalmayacak kadar çarpıcıdır: “Osmanlıların bize yaptıkları iyilik, beş yüz sene öncesine dayanıyor. 

Çünkü Sultan Orhan Gazi, Bursa’yı fethedince, orada bulunan Museviler, Onun huzuruna çıkıp: “Siz adil bir hükümdarsınız, insanların inançlarına saygı gösteriyorsunuz. Bizanslı idareciler bize mabet yaptırmadılar. Bize yardımcı olmanızı istirham ediyoruz.” Dediler. Orhan Gazi de bir arsa verip bizimkilerin mabet yapmalarına yardımcı oldu. Daha sonra büyük camiler yapıldı. Şu anda İstanbul’daki Osmanlı döneminden kalma Darü’l-Aceze içinde hem Cami. Hem Kilise, hem de Havra vardır.”

Türkler aleyhinde ağır iftiralarla dolu kitap yazan Ermeni Pastırmacıyan bile, Osmanlı’nın gayrimüslimlere hoşgörü ve himayesini gizleyememiştir: “Büyük Sultanların döneminde. Hıristiyan halkın kısıtlı haklarına hemen hemen riayet edilmiş ve mahkemelerce adalet oldukça tarafsız şekilde tevzi olunmuştur. 

Son olarak, Çanakkale Savaşı’ndaki kanlı çarpışmalarda, Mehmetçiklerin gösterdiği yüksek insanî hasletlerle ilgili birkaç çarpıcı olay aktaralım! 

Osmanlı Genel Karargâh Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Üsteğmen Ruhi Bey’in şahit olduğu hâdise de tam bir insanlık şaheseridir: “Seddülbahir’de düşman çıkarma yaparken ona karşı ilk savunmayı yapan bizdik (26. Alay). Tepemizde uçan düşman uçaklarına topçularımızın ateşi isabet ederek, bir uçak cephemiz tarafına düştü. Uçaktakiler kendilerini denize atarak yüzmeye başladılar. Pilotlar, bir buçuk kilometre kadar kıyımıza geldiler. İki adam feryat ediyordu; yani ölüyordu.

Kıyıdan bir yardım umuyorlardı. Yardımlarına benimle beraber Teğmen Kâşif de iştirak etti. Ne yazık ki uçaktakilerden birisi boğuldu. Ötekini kurtardık. Mıntıka Kumandanı Yarbay Mahmut Bey havacıyı 5. Ordu’ya teslim etti. İngiliz havacı giderken Mahmut Bey’e “Türkleri, şöyle cesurdurlar, böyle âlicenaptırlar diye kitaplarda okurduk. Bu defa bizzat gördüm. Fakat böyle şiddetli ateş altında bu derece fedakârlık edeceklerini bilemezdim.” Demiştir.”

1954-1955 yıllarında Bükreş’teki bir elçilikte, Yugoslavya Büyükelçiliği mensuplarından birisinin, 15-20 yabancı diplomatın bulunduğu bir toplantıda dile getirdiği ve eski politikacılardan Sadi Koçaş’ın şahit olduğu olarak aktardığı şu itiraflar, Stefan’nın yukarıdaki görüşlerini destekler mahiyettedir:

“Biz Sırplar mevcudiyetimizi Zembilli Ali Efendi’ye borçluyuz! Bazı Sırplar, padişaha yaranmak için. Sırbistan’ın tamamen İslamlaştırılmasını telkin etmek istemişlerdi. Zembilli Ali Efendi bu hususta fikri sorulduğu zaman:

“Hâşâ Sultanım İslâm dininde böyle şey olmaz. Herkes isterse Müslümanlığı kabul eder. Birkaç kişinin tavassutu ile zorla bir kavim ihtida ettirilemez. Bu İslâmiyet’e aykırıdır!” Demiş ve böyle yanlış bir icraata mani olmuştu. İşte bu yüzden biz Sırplar varlığımızı ona borçluyuz. 

Kısacası: “Bütün bunları, tarihimize methiyeler düzüp kuru kuruya övünmek; Osmanlı’yı yeniden ihya edip orada yaşamak; hele de geçmişe özlem duyup hâl ve gelecekten ümidimizi kesmek için kaydetmedik.

Osmanlı’nın geride bıraktığı coğrafyada bugün kopan kızıl kıyamet dağdağaları karşısında, onun yerini doldurmaktan kilometrelerce uzak olan sözüm ona çağdaş ve medenî olan ve dünyaya nizam vermeye kalkışan ABD ve Batı’nın  Osmanlı’nın hemen ardından bu kadar kısa zamanda bölgeyi nasıl allak bullak edip kana buladıklarını ve savaşa son verip barışın yeniden sağlanabilmesi için hangi yolların izlenmesinin gerektiğini anlatmak için yazdık. 

Sonuç; Türk Milleti tarihini iyi bilmeli ve geçmişinden devr aldığı meselelerden ve sorumluluklardan kaçmamalı; Osmanlı’nın yaşadığı kayıp coğrafyalara sahip çıkmalıdır!

Kaynak: İ. Çolak; Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak