Daha önceki bir tarihte, farklı İslam toplumlarında gözlemler yapan Will Durant “…İlköğretim karakteri teşekkül ettirmeyi, ikinci öğretim bilgi vermeyi hedef tutuyordu” diyerek hem eğitimdeki okul öncesi döneme, hem de eğitimin amaçlarına işaret etmektedir. Durant’ın “karakter teşekkülü” olarak adlandırdığı özelliği, Osmanlı’yı gözlemleyen Ubicini “Türkiye’de öğretim, birkaç istisna ile genel olarak tamamen içe dönük ve ferdi olagelmişti” ifadesiyle dile getirmekte ve eğitimdeki bu özelliğin “aile prensibini her yerde, sosyal prensibin zararına olarak hâkim kılmada” etkili olduğunu belirtmektedir. 
“İlköğretim yaşları birçok kişilik özellikleri için psikolojik ‘damgalanma’ çağıdır” derken Erol Özbilgen de karakter eğitiminin önemini vurguluyor olmalıdır.
Will Durant, İslam eğitim sisteminin hafızaya dayandığını söylemektedir. Şüphesiz bu eksik bir gözlemdir. “hayır yapmak istediğinde, çocuğun eline vererek yaptırılır ki çokça iyilik yapmayı öğrenmiş olur.” diyen bir sistem öğrenmeyi hafıza seviyesinde bırakamazdı. Nitekim Will Durant, “…Kuran hariç, diğer ilimlerde kitap değil, öğretmenin söyledikleri esastı. Yani öğrenciler kitaptan değil, insandan öğreniyor; kitabı değil insanı öğreniyorlardı.” derken öğretimi kavrama ve uygulama seviyesine çıkartmanın esas alındığını ifade etmektedir.
Elbette her türlü öğretim seviyesinin temeli hafıza (ezber)dır. Ancak bu seviyede kalınırsa bilgi üretmek mümkün olmaz. O yüzden sırasıyla kavrama ve uygulama seviyesinde öğretimden söz edilmektedir. Erol Özbilgen, mahalle mekteplerindeki bu özelliği şöyle anlatıyor: “Yine çağdaş görüşe göre ilköğrenimde önemli olan verilen bilgiler değil bu bilgilerin öğrenme yeteneğinin çocuklara kazandırılmasıdır. Bunun iki önemli faktörü çocuğun hafıza ve taklit kabiliyetinin geliştirilmesidir”
Osmanlı okul öncesi eğitiminin hedefinden başka gözlenilen ilk özelliği erken yaşta başlamasıdır. Belirtilen özellik yabancı gözlemcilerinde dikkatini çekmiştir. Bu durumu sadece eğitime başlama yaşının küçüklüğü olarak değerlendirirsek, ilkokula (temel eğitime) başlama yaşı beş olan günümüzün İngiltere, Singapur ve Hong Kong’una benzetebiliriz. Ama başlanan eğitim temel eğitim kademesi değil, okul öncesi eğitimi kabul etmesi bakımından günümüzün Japonya’sına benzetmek mümkündür. Okula kutsal günlerde başlatılması, okula başlama yaşının da kutsal ve uğurlu bir sayıya isabet ettirilmesi, dinin Osmanlı toplumunda kimlik belirleyici etkisini gösterir. Dört yaş dört ay dört günlükken okula başlatılma uygulamasının temeli, izlerine günümüzde de rastlanılabilen, dört halifeye sevgi ve hürmetin göstergesi olarak, dört rakamının uğurlu kabul edilmesinden kaynaklanıyor olmalıdır.
Yine de Osmanlı sisteminin farklı yanı, okul öncesi eğitimi temel eğitimin içerisine alarak, onun vazgeçilemez parçası gibi değerlendirmesi, hatta okul öncesi ile temel eğitimi, sınırları çoğu kez birbirlerinden ayrılamayacak kadar bütünleştirebilmesidir. Öte yandan okula başlamanın belli bir tarihi bulunmaması, çocukların gelişim özelliklerine uygun bir tarihte okula başlamalarına imkân vermektedir.
Osmanlı okul öncesi eğitiminin günümüz Türkiye´sine çok aykırı bir özelliği eğitim süresinin uzun olması veya tatillerin kısa olmasıdır. Bu durum, eğitimi sürekli bir süreç olarak tanımlayan modern anlayış için zengin bir kaynaktır. Perşembe günü öğleden sonra (yılda 26 gün), Cuma günleri (yılda 52 gün), arife günü öğleden sonraları (yılda bir gün), bayram günleri (yılda yedi gün), kandil günleri (yılda beş gün) tatildir ve tatil günlerinin toplamı bir yılda 91 günden fazla olamaz. Halen Türkiye´de ders yapılmayan günlerin toplamı yılda 240 gündür. Eğitimin sürekliliği ve tatillerin kısalığı sadece Osmanlı´ya has bir özellik değildir.
Osmanlı eğitiminde değerlendirmenin tek kıstası başarıdır. Başarının yanı sıra zaman gözetilmemekte, akranlarına göre daha kısa zamanda programı bitiren öğrenci, bir üst programa geçebilmektedir. (“Kredili sistem” adıyla kısa bir süre orta öğretimde yaptığımız uygulamanın da temelinde böyle bir yaklaşım yatmaktaydı). Bu sayede Celal Esat Arseven, dokuz yaşında ilkokulu bitirip Galatasaray Sultanisi’ne başlamıştır. Bu sistem üstün yeteneklilerin zaman engeline takılmadan önünü açan bir özellik göstermektedir.
Okul müdürü ve öğretmenlerin seçiminde de önemli farklar göze çarpmaktadır. Örneğin Hamidiye Mektebi İptidaisinin Müdürü, Bahriye´den Şükrü Paşa´dır. Sistemin en fazla eleştirildiği nokta falaka ile müşahhaslaşan, eğitimde dayağın yeri ve rolü konusudur, öncelikle, eldeki bilgiler, şiddetin ne derece yaygın olduğunu tespite imkân vermemektedir. Acaba falaka nadiren başvurulan, uygulamadan ziyade varlığı ile etkili bir disiplin vasıtası mıydı? Bilemiyoruz. Falakanın kalkması dışında, Cumhuriyet döneminde eğitimde dayağın tamamen önlenebildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değildir.
Osmanlı ülkesini gezen bir yabancı: “…Şunu da söyleyeyim ki çocukların bunca sevgi ve özen gördükleri bir başka ülke daha görmedim; gariptir, erkekleri kadınlarından daha titiz ve şefkatlidir... Çocuk büyüdükçe bu şefkat, baba otoritesinin sürmesi için gerekli olacak şekilde daha az belirli olmaya başlar ve yerini daha ağırbaşlı ve mesafeli bir sevgiye bırakır” demektedir. Aşırı sevgi gösterisi ve kollayıcı tavırların çocuğun eğitim ve öğretimini olumsuz etkileyeceği kabul edilmektedir. Bir nasihate göre “Oğlancıklar hüneri, ilmi ve edebi çubukla öğrenirler yani (çocuk) dövülmek korkusuyla öğrenir. (Bu yüzden) Hoca öğretirken, oğlunu döverse, gereksiz şefkat gösterme, bırak dövsünler”. W. Durant, bir babanın, oğlunu teslim ettiği özel öğretmene: “Onun zihni kabiliyetini boğacak kadar sert, tembelliğe alıştıracak kadar yumuşak olma... Onu mümkün olduğu kadar iyilikle, tatlılıkla terbiye et; ama eğer bundan anlamazsa o zaman şiddete başvurmaktan da kaçınma” dediğini nakleder. “Öğretmen az dövmeli, fakat çok tesirli davranmalıdır. Her gün bir miktar tembellik ve oyuna müsaade edilmelidir.”
Dayakla ilgili ilk şikâyetler dayağın varlığından değil daha çok yoksul çocuklarına atılmasından dolayıdır. Balıkhane Nazırı Ali Rıza ve Ahmet Hilmi Bey bu durumu aynı ifadelerle: “… Zengin çocuklarına yüz vermekle yüzsüz, fakir çocuklularına da hırpalayarak, hakaret ederek arsız ederlerdi”. Sık ve yaygın olarak dayağa başvurulmasının sonucunda ortaya çıkan durumu Balıkhane Nazını Ali Rıza şöyle anlatıyor: “…gelişmiş çocuklar artık dayaktan yılmaz, azarlamaktan utanmaz olurlardı. Bunların işi gücü nasıl bir yaramazlık ve arsızlık yapacaklarını düşünmekti, kendilerinden küçük olanlara da bu yolu gösterirlerdi.”
Modern eğitim, “Eğitimde dayağın yeri yoktur” sloganıyla bir yargı üretmiştir. Bu ifade hiç kuşkusuz doğruluk payı taşımaktadır Bu gün korkunun yerine sevgi ve benimsetmenin hâkim olduğu eğitim disiplini anlayışıyla dayağı bağdaştıramayız. Her şeyin yolu sevgiden, sevmekten geçer. Bu anlayış eğitim anlayışımızın temeli olmalı ve bunu ilke edinebilmeliyiz. Aksi bir durumda, sevgisiz, toplum bireyleri olarak, mutsuz, üretemeyen, başaramayan yaralı işe yaramayan toplum oluruz.
SEVGİ dolu iletişimlerin, eğitimin, insanlığın var olduğu mutlu tebessümlerimizin her daim olması dileğiyle…