İnsanoğlunun en masum, tatlı evresi, “çocukluk dönemidir”. Bu dönemin şansını, güzelliğini yaşayan çocuklarımızla, Osmanlı dönemindeki çocukluk dönemini yaşayan çocukların arasındaki psikoloji farkını düşünmeden edemiyoruz.
Araştırmalardan yola çıkacak olursak; Tarih araştırmalarında pek fazla konusu bulunmayan çocuklar, aslında Osmanlı’da toplumun önemli bir kısmını oluşturuyordu. Tabi ki, bu önemli yer günümüz çocukları kadar şanslı değildi. Haklarındaki bilgileri Osmanlı dönemine ait mahkeme tutanak kayıtlarından ve terbiye kitaplarından temin edebiliyoruz. Osmanlı dönemine ait resim eserlerini incelediğimizde yine; yabancı ressamların çizdiği resimlerde minik yürekli çocuklar, minik çocukça görünümlerinden çok “Küçük Adam” gibiler.
Çocukların, çocukluk geçmişini inceleyen bir çok tarih araştırmacısına göre; Osmanlı’da çocuğa yüklenen misyon, çocukken adam gibi olma sorumluluğuydu.
Osmanlı döneminde okula başlayan çocukların resimlerine baktığımızda, başlarında fes var, fesin üzerindeki kıymetli taşlar ve başak figürü; bereketi, elindeki kitap ise; azimli, çalışkan olduğu sembolünü vurguluyor.
Küçük yaşta, “Adam” olma sorumluğuyla yetişen çocuklar çok küçük yaşta eğitime başlamışlardır.
Osmanlı dönemindeki çocukların, oyun dönemini yaşamadan okula başlaması ve ağır baba, anne rolü altındaki, küçük hanım, küçük adam olma ruh halleri de o dönemin çocuklarının psikolojisine vurulan en büyük travmadır.
Osmanlı çocukları, 7 yaşlarına girdiklerinde yetişkin olarak görülüyordu o dönemde. 13 Mayıs 1696 tarihinde Afyon Mahkemesi’nde Ümmühan adındaki köylü bir kızın, “Ben on beş yaşındayım, baliğa ve akile olmam hasebiyle kendi adıma karar alabilecek hakka sahibim.” diye haykırması ve üzerine “Çocukluğumda nişanlandırıldığım Yazıcızade Mustafa ile evlenmek istemiyorum. Ben kendimi Allah’ın emri ve Peygamber’in şeriat mutahharası üzerine... Ahmed’e evlendiriyorum.” demesi toplumun belli bir yaştan sonra çocuklara yetişkin gözüyle baktığını ortaya koyuyor. Üstelik bu örnekte, karara mahkemenin karşı çıkmaması Osmanlı toplumunda çocuk haklarının üstünlüğünü de ortaya koyuyor. Aileler küçük yaşta çocuklarını istedikleri kişi ile nişanlayabiliyordu. Ancak bu nişan 7 yaşından sonra, bizzat çocuk tarafından bozulabiliyordu. Şunu belirtmek gerekir ki Osmanlı’da buluğ çağı yetişkinliğe geçiş olarak kabul ediliyordu.
KIZ-ERKEK ÇOCUK AYRIMI YOKTU…

Kardeş sayısı bugün sanıldığı gibi çok değil o dönemlerde. Nüfus araştırmaları 16. ve 19. yüzyıllar arasında Osmanlı Anadolu’sunda aile başına iki ya da üç çocuk düştüğünü ortaya koyuyor. Ancak buna mukabil doğum oranı yüksekti. Çünkü hastalıklar ve yetersiz beslenme nedeniyle çocuk ölümleri çok oluyordu. 16. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar çocuk ölümleri, devletin ve ebeveynlerin korkulu rüyasıydı. Çocukların pek çoğu ya vebadan ya ev kazalarından ya da doğal afetlerden hayatını kaybediyordu.
Osmanlı Sarayı’nda da durum farklı değildi. Enderun’da görev yapmış İlyas Ağa isimli biri ‘Şehzadelerin Cennete Gidişi’ (1812-1830) adlı yazısında şehzadelerin bir yaşına girmeden vadelerinin dolduğunu anlatıyordu. Sırf bu yüzden hekimler çocukların yaşam direncini artıracak iksir ve şuruplar yapıyordu. Aynı sebeplerden dolayı düşük yahut erken doğum oranı da fazlaydı. Osmanlı’da anne rahmine düşen çocuklardan birçoğu dünyaya gelemiyordu. Tüm bu etkenler, anne-babaların çocuklarına düşkünlüğünü artırıyordu. Günümüzde yeni yeni aşılmaya başlanan cinsiyet ayrımı, Osmanlı toplumunda oldukça az görülüyordu. Ebeveynler için kız ya da erkek fark etmiyordu; önemli olan sağlıklı bir çocuğa sahip olabilmekti. Çocukların anne sütü ile beslenmesine de fazlasıyla önem veriliyordu. Hatta devlet, gerekirse sütanne tutulmasını bile tavsiye ediyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde anne sütü içemeyen çocuklar için İslamî usullere uygun bir süt bankası dahi açıldı.
“Ya parçalanmış ailelerin çocukları, onların talihi nasıldı?”
Kuşkusuz, Osmanlı’da da her evlilik mezara kadar sürmüyordu. Mahkeme kayıtlarından görüldüğü üzere, çeşitli nedenlerle bazen kadınlar bazen de erkekler izdivaçlarını sonlandırmak için kadıya başvuruyor ve boşanmalar oluyordu. İşte böylesi durumlarda çocuğun vekâleti tıpkı şimdi olduğu gibi taraflar arasında önemli bir mücadele meselesiydi. Kimi anlaşarak çocuğunu ayrıldığı eşine veriyor kimi ise mahkemeye tabi oluyordu. Mahkeme eğer anne bekârsa çocuğu genelde ona emanet ediyordu. Fakat anneler, erkek çocuklarını yedi, kız çocuklarını ise dokuz yaşına kadar yanlarında tutma hakkına sahipti. Bu evreden sonra babalar çocuklarını yanlarına alabiliyor, anneye çocuk için artık nafaka vermiyordu. Yalnız, bunların hiçbiri mutlak değildi. Devlet, çocukların ahlâkını kim daha iyi etkileyecekse ona verilmesini öngörüyordu. Ebeveynlerinden birini kaybedip üvey anne ya da babaya düşmüş çocuklarsa, tıpkı bugün olduğu gibi Allah’a emanetti o dönemde. Ancak devlet, yetimlere sahip çıkmayı bir borç biliyordu halkına karşı. Bu yüzden her yetim çocuğa bir vasi atanıyordu. 19. yüzyılda ise isteyenler yetimhanelerde kalabiliyordu.
Topaçla oynuyor, masal dinliyorlardı…
Tanzimat’a kadar toplumun yapı taşını oluşturdukları düşünülmeyen çocukların terbiye meselesi, oldukça önemliydi. Öyle ki anne ve babalara ‘terbiye nameler’ bile kaleme almıştır yazarlar. Acaba Osmanlı’da çocuk nasıl terbiye ediliyordu?
Dindarlık en önemli kıstastı terbiyede. Bu yüzden her çocuğun medreseye gitmesi ve Kuran’ı talim etmesi gerekirdi. Ancak Yazar Karaçelebi Zade’nin söylediğine göre, her kabahati çocuktan bilmemek ve onu her şeyde dövmemek, çocuğun maddî imkânları aşacak şekilde giyindirilmemesi, her istediğinin yerine getirilmemesi de aile içi terbiyede uygulanan yöntemlerdendi.
Küçüklerin vazgeçilmezi olan eğlence ve oyun kültürü ise Osmanlı çocuklarının hayatında fazla yer kaplamıyordu. Terbiye kitaplarında, oyun olarak satranç ve tavladan bahsediliyor sadece. Toplum içinde çocukların terbiyesinin bozulacağı düşüncesi hâkim olduğundan sokakta oyun kültürü oluşmamıştı. Bu konuya ilişkin bilgiyi yalnızca Eyüp oyuncakçılarından bahseden Evliya Çelebi veriyor. Ona göre, Osmanlı’da çocuklar şakşak, hacıyatmaz, canbaz, dönmedolap, salıncak, aynalı beşik, tahta kılıç, kamış tüfek, ipli ok, davul, trampet, topaç gibi şeylerle oynar. Okuyabilecekleri renkli kitaplar ise 18. yüzyıldan sonra basılır. Bundan önceki tarihlerde küçükler, sadece masalcılardan masal dinlemekle yetinirler.
Okul öncesi eğitimin II. Meşrutiyet döneminde gayrı Müslimlerin öncülüğünde gelişen bir eğitim kademesi olduğu fikri de pek isabetli değildir. Çünkü başlangıç dönemlerinden beri Osmanlı’da okul öncesi eğitim kurumları vardı. II. Meşrutiyetten sonra gayrı Müslim tebaa öncülüğünde gelişen, program ve araçları Batılı olan okul öncesi eğitim kurumlarıdır.
“Mahalle Mektebi Hatıraları” adlı derlemeden yola çıkarak, Osmanlı okul öncesi eğitim kurumlarının hedefleri üzerinde fikir yürütebiliriz. Aslında birden fazla hedef değil, bir hedefe giden muhtelif aşamalardan söz etmek daha doğru olur. Mahalle mektebi: “Nasıl Osmanlı olunur?” sorusunun cevabını vermektedir. Öğrenci, bu müesseselerde bir Osmanlı gibi davranmayı, düşünmeyi, konuşmayı vs. öğrenmektedir. Okumak, hatim indirmek, yazmak bu hedefin ara kademeleridir ve her öğrenci için belli zaman dilimi içerisinde mutlaka başarılması gereken işler de değildir. Mesela; Yahya Kemal üç sene mahalle mektebine devam ettiği halde okumayı sökememiştir.
Devam Edecek...