Yüksek Mimar, Prof. Dr. SUPHİ SAATÇİ ile
Selçuklu ve Osmanlı Türkleri Tarafından
ORTADOĞU'DA İNŞA EDİLEN MEDENİYET
Hakkında Konuştuk.


‘Bu muhteşem medeniyet, günümüzde vahşi batı tarafından yok ediliyor.’


Oğuz Çetinoğlu: Asırlar boyunca ecdâdımız Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın âdil ve müşfik yönetimi altında huzur ve barış diyarı olan Orta Doğu, 1918 ve özellikle 2003 yılından bu yana, hoyrat ellerin tahribine mâruz kaldı. Oralarda, din kardeşlerimiz soydaşlarımız var. Perişan durumdalar. Sizinle Orta Doğu’yu ve Irak’taki soydaşlarımızı konuşalım.
Orta Doğu’nun sınırlarını çizerek genel bir değerlendirmenizle görüşmemize başlayabilir miyiz?

Yüksek Mimar, Prof. Dr. Suphi Saatçi: Ortadoğu derken belli bir coğrafyayı kastediyoruz. Belki Türkiye de o coğrafyanın içinde. Türkiye'nin özellikle güneyinde yer alan, bugünkü Suriye, Irak, Ürdün, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan -buna İran da dâhil edilebilir- yâni bölgenin aktörleri belli. Bir de araya İsrail girdi. O da hem bölge aktörü hem de milletlerarası büyük aktörlerin arasında yer alan bir devlet. Küçük bir ülke olmasına rağmen İsrail’in, milletlerarası aktörleri de yönlendiren önemli bir devlet olduğunu düşünüyorum.
Türkler olarak, Türkiye'nin bir parçası olan Irak’ta bin sene yaşamışız. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda bölge, kaderin hazin bir cilvesi olarak İngilizler tarafından işgal edildi. Türkiye, Anadolu’dan, Urfa’dan, Antep’ten işgalci Fransızları söküp attı.  Ege Yunanlılardan temizlendi. İstanbul’u da İngilizler bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Bunun başlıca sebebi Anadolu’dur. Tarih boyunca Anadolu kimin olmuşsa İstanbul da onun olmuştur. Kurtuluş Savaşında da görüldüğü gibi, işgal kuvvetleri Anadolu'ya hâkim olamadılar. Anadolu’dan atıldıkları için İstanbul’u boşaltıp gittiler.
Ortadoğu’ya hâkim olan Selçuklular ve Osmanlılar, izleri günümüze kadar devam büyük bir medeniyet mirası bırakmışlardır. Hiç şüphesiz Abbasiler de, Emeviler de bir şeyler bırakmışlar. Fakat en büyük şehirler olan Kudüs, Şam, Bağdat, Halep, Musul, Mekke, Medine birer dînî merkez olarak da önem taşıyan câzibe noktaları olmuştur. Zâten bütün dünyanın kavgası Kudüs üzerinden başlamış. Hıristiyan, Yahudi, daha sonra Müslüman ve Hıristiyan Haçlı Seferleri, kısacası bütün kavgalar bir dînî tema üzerinden oluşmuş ve günümüze kadar maalesef bu kavga daha dinmemiştir. Kavga ve çatışmaların adı belki değişmiş, medenî ülkeler birbirleriyle alışveriş yapmış, Birleşmiş Milletler kurulmuş; ama herkes birbirinin kuyusunu kazmaktan vazgeçmemiştir. 
Selçukluların 1071’de Ortadoğu coğrafyasına dâhil olduğunu görüyoruz. 1071’de Malazgirt’ten başlayan bu uzun yürüyüş 1453’te İstanbul'da tamamlanmıştır. Bu uzun yürüyüş, 382 yıl devam etmiştir. Enteresan bir şey, yani 382 yıl, neredeyse 4 yüzyıl süren bu yürüyüş aynı istikamette devam etmiştir.

Çetinoğlu: Türkler, Asya bozkırlarından Orta Asya’ya nasıl bir medeniyet getirdiler?

Prof. Saatçi: Selçukluların gelişiyle birlikte Anadolu'da şehirler iç kalelerin dışında gelişmeye başlamıştır.

Çetinoğlu: Bu neyi gösterir, neyi ifade eder?

Prof. Saatçi: Güvenlik sağlanmış, insanlar daha rahat, güven ve huzurlu bir barış ortamı içinde yaşamışlar. Anadolu’da Selçuklular tarafından 100’ün üzerinde kervansaray yapılmıştır. Bu da ticâretin geliştiğini ve güven ortamının sağlandığını gösteriyor. Bu arada büyük tehlikeler de atlatılmış, yani Haçlı ordularını da Selçuklular çok başarılı bir şekilde kırabilmişlerdir. Yoksa İslam dünyasını bir hayli sıkıntıya sokacak gelişmeler muhakkak olabilecekti.

Çetinoğlu: Türkler savaşçı bir millet, fethedip vatan yaptıkları toprakları istilacılardan korudular.

Prof. Saatçi: Doğrudur. Türkler savaşçı bir millettir. Ancak sadece savaşçı değil, bunun yanı sıra bulundukları bölgeleri imar ettiler. Selçuklular Erzurum’dan, Kayseri’den, Sivas’tan İstanbul'a kadar gelirken, geçtikleri şehirleri, medeniyetleri ile donatmışlardır.  Şehirlerin mevcut olan medeniyetlerine yeni dokular eklemişlerdir. Kendi kültürümüzde olan yapı türlerini Anadolu'da uygulamışlar ve büyük bir ufuk açmışlardır. Daha sonra misyonu Osmanlı Devleti devralmış ve İstanbul'un fethiyle birlikte artık Balkanlara rahatça açılma ve büyük bir devlet olma yoluna girilmiştir.
Fatih’in döneminde bir imparatorluk düzeyine yükselmiş, Sultan Yavuz Selim’in büyük ve başarılı operasyonuyla İran ve Mısır problemi kesilip atılmıştır. Bunun sonucunda Türkiye cihangir bir statüye kavuşmuştur. Bazı tarihçiler, ‘Bu yapılmasaydı, Osmanlılar mahallî bir beylik olarak kalacak ve komşuları ile didişerek yok olacaktı’ diyor. Yavuz Sultan Selim Han, büyük bir operasyon yaparak, Oğlu Kanunî Sultan Süleyman’a altın tepsi içinde büyük bir cihan devleti sunmuştur.
1512’de tahta geçen Yavuz, 1520’de vefat etmiştir. Yani 8 yıl iktidarda kalmış ama çok büyük işler başarmıştır. Kemal Paşazâde, Yavuz hakkında güzel bir mersiye yazmıştır. Mersiyesinin sonunda diyor ki:
Şems-i asr idi asırda şemsin
Zıllı memdûd olur zamanı kasir

Çetinoğlu: Günümüz Türkçesiyle ifâde etmeniz mümkün mü?

Prof. Saatçi: Şems ile asr burada cinaslı olarak kullanmıştır. Asır hem ikindi hem de yüzyıl demektir. Şems-i asr idi (yüzyılın güneşiydi) asırda şemsin (ikindi vakti güneşin), zıllı memdûd olur zamanı kasir (gölgesi uzun ama zamanı kısa olur). Yâni Yavuz’un büyük bir gölge, büyük bir devlet, geniş bir sınır sağladığını ifade ediyor. Gerçekten de Yavuz’un başarısı Osmanlıların önünü açmıştır.
Yavuz gerçekten ufku çok geniş bir padişahtı. Akdeniz’de varlık gösteren Barbaros’u çok iyi tâkip etmiş ve değerlendirmiştir. Barbaros Hayrettin Paşa’nın çok samîmi bir Müslüman olduğunu ve Haçlılara kan kusturduğunu bildiği için O’na hediye olarak bir altın kılıç göndermiştir. Büyük bir güç olmasına rağmen Barbaros Hayrettin Paşa’nın da sırtını büyük ve güçlü bir otoriteye yaslamak istediğini biliyor. Yavuz Selim ona kılıç gönderince, dünyalar kendisine verilmiş gibi olmuştur. Bunun üzerine Osmanlı padişahına 4 kadırga dolusu hediye göndermiştir.
Oğlu Kanunî Sultan Süleyman’a da: ‘Bu adamı kolla; bu çok önemli bir kişi, O’nu kazanmaya çalış’ diye vasiyet etmiştir.
Osmanlıların kara ordusu çok güçlü; buna karşılık çok büyük donanmaları yok. Özellikle Avrupa’yla kapışacak bir donanmaya sahip olmaları için çok uzun bir süreye ve Barbaros gibi büyük amirallere ihtiyaç var. Barbaros çok cesur, çok cingöz bir denizci, adeta su üstünde, deniz üstünde yürür gibi sağa sola hücum ediyor. Hem de çok güçlü bir donanması var.
Kanunî Barbaros’u İstanbul’a dâvet ediyor. İstanbul'da çok güzel bir karşılama merâsimi hazırlanıyor. Top atışları ile karşılanıyor. Barbaros eğilip padişahın eteğini öpüyor. Kanunî: ‘Sen artık kaptanıderyamsın (yani deniz kuvvetleri komutanımsın), Cezayir beylerbeyini de sen tâyin et, buradan yönet donanmayı’ diyor. Barbaros da: ‘Padişahım; ben kaptanıderya olurum ama vallahi denizsiz duramam’ diyor
Barbaros’un hayatı denizde geçtiği için, denizden ayrı yaşayamam diye düşünüyor ve ‘Ancak bu şartla kabul ederim’ diyor. Kanunî de akıllı adam, yâni bu mesele yüzünden işi yokuşa sürmemiş, ‘Tamam, nasıl istersen öyle yap’ demiş ve tersaneyi emrine vermiş.
Barbaros ilk defa İstanbul'a geliyor. İstanbul'u hiç görmemiş. Hatta Beşiktaş’ı görünce çok heyecanlanmış, ‘Öldüğümde, beni burada gömün’ diye vasiyet etmiş. Ömrünün son 2 ayını İstanbul'da geçirmiş, hastalanmış ve vefat etmiş. Türbesi de Mimar Sinan tarafından, söylediği yerde yapılmış.

Çetinoğlu: Kanuni-Barbaros ittifakından Hıristiyan batı rahatsız olmuştur…

Prof. Saatçi: Tabii, Avrupa ittifakı duyunca ayaklanmış, ‘Böyle bir korsanı nasıl meşrulaştırır?’ Çünkü Osmanlı’dan da çekiniyorlar, burunlarını kırmış kaç defa. Dolayısıyla kıyametler kopuyor. Andrea Doria’ya kilisede yemin ettirmişler: ‘Barbaros’un kellesini getireceğim’ diye. Yani Preveze Savaşı böyle başlıyor.
Andrea Doria Preveze’de perişan olunca, Barbaros O’nu esir almıyor, ‘Git, yine hazırlanıp gel’ diyor. O’nu kendi halkı, ‘Hani Barbaros’un kellesini getirecektin, bizi rezil ettin’ diyerek parçalıyor. Akıllı bir siyâset, bir ülkede çok işleri rahatça çözer.
Ben şuna inanıyorum. Mübalağalı gelebilir size. Arapları aşağılamak için söylemiyorum, Arapların da İslam medeniyetine büyük hizmetleri olmuş; fakat Selçuklulardan itibâren bu iş, bu bayraktarlık Türklere geçmiş ve Selçuklu, Osmanlı olmasa, bana göre, İslam bu günkü gücüne ulaşamazdı. İslam’ın bayraktarlığını bu Anadolu toprakları üstlenmiş.
Biliyorsunuz, Selçuklular Oğuz boyları, yani özbeöz Türkmen. Osmanlılar Kayı Boyundandı. Fakat hiçbir zaman bunlar etnisiteye vurgu yapmadılar, kavmiyetçilik, kabilecilik yapmadılar ve Allah rızası için savaştılar. Belki de en büyük başarıları bu samîmiyetlerinde saklı. Allah'ın ismini yüceltmek için mücadele etmişler ve gerçekten Allah onları sanki kollamış.

Çetinoğlu: Orta Doğu’ya dönersek… Sizin çalışmalarınız var. Kitabını yazdınız. Musul’un kaybından bahseder misiniz?

Prof. Saatçi: Musul meselesi Lozan’da anlaşmaya konulmadı, ‘Anlaşma dışı kalsın, 9 ay-1 yıl içinde çözülsün. Çözülmezse, Birleşmiş Milletlerin hakemliğine gidilsin’ denildi. Tabii, Lozan imzalandıktan sonra iki tarafın meclislerinde onaylanması lazım. Musul meselesi görüşülürken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kıyamet kopmuş. ‘Musul olmadan Doğu da olmaz’ demiş milletvekilleri, ‘Behemehâl Musul’u da almalıyız ve anlaşmaya sokalım. Yoksa biz anlaşmayı onaylamıyoruz’ denilmiş. 
Irak Türkmenlerine sorsanız, ‘Türkiye bizi Lozan’da sattı’ derler. Birkaç tane kitap var; böyle şeyler yazıyor: ‘Lozan zafer mi, hezimet mi?’ Biz de tabii, Osmanlı’nın dışında kalmanın verdiği üzüntüyle, kahırla bazı yanlış şeylere kapılmıştık; fakat Musul meselesi mecliste tartışılınca o kadar tehlikeli yerlere gitmiş ki, gizli celse yapmışlar.
Ben Türkiye'ye 1968’de geldim ve ne olduğunu anlayamadım. 1984 yılında Türkiye İş Bankası, 4 cilt hâlinde Musul gizli zabıtlarını yayınladı. Oradan öğrendim ki, Atatürk, ‘Evet arkadaşlar, haklısınız’ diyor, ‘Şu anda Musul için savaşa girmemiz lazım.’ Asker kalmamış, erkek yok, köylerde ölen insanları artık kadınlar gömüyormuş. Genellikle kadınlar ölü gömmekten korkarlar, erkekler yapar o işi. O hâle gelmiş. Salgın hastalık, bütçede beş kuruş para yok, mermi yok ve ayrıca, birkaç devlete karşı savaş vereceksin. Mustafa Kemal Paşa diyor ki: ‘Lozan’da önemli kazanımlar elde ettik. Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı, istiklali tesis ediliyor ve dünya tanıyacak bizi. Bunu garanti altına alalım. 6 ay sonra Musul için kıyam ederiz.’ Konuşma aynen böyle. Yani ‘Musul’u savaşla alırız’ Bunun üzerine milletvekilleri ikna olmuşlar. Yani çok akıllıca bir siyaset uygulamış ve meclisin heyecanını yatıştırmış, Lozan Antlaşması böylece onaylanmış.
Bunu okuduktan sonra doğrusu fikrim değişti. Kerkük, Musul, Türkiye'den daha önemli değil benim için. Burası Türklüğün son kalesi. Bu coğrafyadan dünya idare edilmiş, sadece Osmanlı değil. Roma, Bizans, İstanbul'dan yönetmiş dünyayı, eski dünyayı. Eski dünya, ABD’nin keşfinden önceki dünya. Dünyanın merkezi olmuş. Osmanlı da buradan dünyayı idare etmiş ve Ortadoğu’ya 600 yıl süresince asude bir hayat yaşatmışlardır. Ne kimseyi sömürmüşler, ne sömürge yapmışlar, ne kimseye zulmetmişler. Arapların ülkelerine, şehirlerine Arap hâkimler koymuşlar; yani böyle bir etnik vurgu yapmamışlar.

Çetinoğlu: Farklı milletleri, farklı kültürleri ve farklı inançları bir arada tutmak, Osmanlı’nın İslam anlayışından kaynaklanan bir siyaset tarzı. Bu tarzı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Saatçi: Osmanlıların politikası bence bugün cihanşümul geçerliliği olan bir politikadır. Çok tartışmalarda gündeme geldi. Yani Balkanlardaki dindaşlarımızı, soydaşlarımızı katlettiler. ‘Osmanlı Devleti; Sırpları, Hırvatları kılıçtan geçirseydi, başımıza o felaketler gelmezdi.’ Deniliyor.  İngiliz tarihçi diyor ki, ‘Osmanlı bunu yapsaydı cihan devleti yani evrensel olamazdı.’
Osmanlı, sâdece Müslümanları değil, İsevîleri de, Musevîleri de, hepsini koruma altına almış. Onların havralarını, manastırlarını, kiliselerini bile restore eden Osmanlı bu kadar akıllı bir siyaset gütmüştür.
Şunu da ilave etmek isterim: Osmanlı yönetimi Şiîleri de iyi idare etmiş. Şiîler Sünnileri idare edememişler, onu söyleyeyim. Şu da bir gerçek: Osmanlı Sünniliği, çok müsamahakâr bir yaklaşım içinde. Türk Müslümanlığı Emevi Müslümanlığı gibi kavmiyetçi ve sert-katı değildir. 
(DEVAM EDECEK)


MİSÂFİR KALEM


Geçen hata bu sayfada yayınlanan Ömer Lütfi Taşcıoğlu imzalı, ‘KIBRIS’IN GELECEĞİ İÇİN’ başlıklı yazı ile alakalı olarak gelen mektup:

Sayın Mustafa Akıncı 
KKTC Cumhurbaşkanı


Seçildiğiniz günden beri Kıbrıs Adasındaki iki toplumlu oluşumun ‘topallayan’ yapısına koltuk değneği -protez- inşa gayretlerinizi sessizce devam ettirdiğinizin farkındayım.
Kıbrıslı olduğunuzdan Haleflerinizin bu yolda 40 yıldır yaptıklarını ve elde edebildiklerini en iyi bilenlerden olmalısınız.
Muhataplarınızın pastadan büyükçe bir parçaya sahip olmakla yetinmeyip pastanın hepsini elde etmedikçe tatmin olmayacaklarını anlamış olmalısınız.
Uzlaşma, hakkaniyet zemininde​,​ herkesin karşısındakinin haklarına saygı ölçüsünde​,​ elde ediliyorsa değerli olu​​r. Aksi halde adı anlaşma da olsa sonuç​,​ kandırma-aldatma- satma- ihanet vb gibi olumsuzlukla anılmaktan i​leri gitmiyor. Buna imza atanların ise hangi sıfatlarla anıldığı tarih bilenler için gizli değildir.
VER KURTUL! şeklinde bir anlaşmaya sağduyulu halkı​n rıza gösterme​si beklenemez. Lakin Rumların gözünde, her anlaşma denemesinde daha da azına razı ol​unduğu bir defa daha doğrulanmış olacaktır.
Bunun da akıllılık ve dürüstlük olacağı söylenemez…
Kıbrıs davasını 60 yıldır ​ibretle ​ve hayıflanarak izleyen bir Türk vatandaşı olarak​;​ ben de hatırlatayım istedim.
Saygılarımla. 
Dr. Necati Saygılı
Kimya Yüksek Mühendisi

DERKENAR:


BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATI
OĞUZ ÇETİNOĞLU

Günümüzde ‘Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’ adı ile faaliyet gösteren devletlerarası kuruluşun başlangıcı sayılan ‘Cemiyet-i Akvam / Milletler Cemiyeti’ adı ile 1920 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın galip ülkeleri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere ve Fransa’nın önderliğinde kuruldu. Teşkilatın merkezi İsviçre’nin Cenevre şehri idi. 

İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışını önleyemeyince, 18 Nisan 1946 târihinde Cenevre'de yapılan toplantıda cemiyetin dağılmasına karar verildi.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı 24 Ekim 1945'te ABD’nin başşehri New York’ta, İngiltere, ABD, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin öncülüğünde kuruldu. Daha sonra Fransa’nın iştirakiyle ve dağılan SSCB’nin vârisi olarak kabul edilen Rusya Federasyonu ve Çin Cumhuriyeti temsilcilerinden oluşan 5 kişilik Güvenlik Konseyi oluşturuldu. Güvenlik Konseyi’nin veto hakkı vardır.

Adı, kısaca ‘Birleşmiş Milletler BM) olarak anılan teşkilat, gerçekte milletlerin değil, devletlerin bir araya geldiği bir kuruluştur. 2015 yılındaki üye sayısı 193’tür.

Dünyada barışı ve adaleti sağlamak maksadıyla kurulan ve ‘Birleşmiş Milletler Teşkilatı BMT’ olarak anılması gereken kuruluş, 5 ülkenin veto yetkisine sâhip olması sebebiyle âdil bir teşkilat olmadığı gibi, insanlığa barış getirme konusunda da başarılı olamamaktadır. Hatta denilebilir ki günümüzde en vahşi şekilde devam eden savaşların müsebbibi, Güvenlik Konseyi üyesi olan 5 ülkedir. Günümüzdeki savaşlar, onların isâbetsiz kararlarıyla çıkmıştır ve onların ihtirasları sebebiyle teşvik edildiğinden devam etmektedir.