Mevlânâ gibi dünya çapında bir oğul sahibiydi Âlimler Sultanı Bahaeddin Veled (Belh 1151 – Konya 1231). Hani babasının oğlu derler ya! Biz de, oğul babasını fersah fersah geçtiği için “Oğlunun Babası” desek yeridir. İşte öyle bir mânevî babayiğittir. Mevlânâ’nın pederi, maddî – mânevî Sultanlar Sultanı Bahaeddin Veled.
     Böyle zâtlar, Yüksek İslâm Ahlâkı’nın âdeta somutlaşmış hâli. Kesafet peydâ etmiş görüntüsüdür. Her devrin müslümanına nümûne-i imtisal. Örnek alınacak kişidir.
     Nitekim Anadolu’ya gönderilişinin bir sebebi de, anlatacağımız bu vasfıdır. Anadolu’ya yönlendirilişinin bir nedeni de, bu yerinde davranışıdır.
     Dünya sebepler dünyasıdır. Güzellikler; çirkinlikler arkasında saklıdır. Doğrular; eğrilerin arasından çıkıyor. İyiler; kötüler ortamında boy atıyor. Çünkü, çiçeklerin tâcı gül de, gübrelikte yetişiyor.
     İşte Âlimler Sultanı Bahaeddin Veled de bir gül idi. O da çevresinde var olan çirkin, eğri ve kötüler ortamının yetiştirmesiydi. Böyle bir zeminin güzîde, seçkin, tatlı, hoş meyvesi ve güzel bir sonucuydu.
     Onu baş tacı edecek, onu en lâyık yakaya takacak insanlar; bekleyiş hâlindeydiler. Gözler ufukta, eller alınlarda gözetlemedeydi millet.
     İşte, böyle bir diyara, göç ettirilmek için hazırlanmıştı Âlimler Sultanı. Bunu anlamış, bunu sezmişti gerçi. Bir mânevî işarete muntazır ve intizardaydı. Bu anlamda sanki nöbette sanki bekleyişteydi.
     Kader kozasını örüyor. Büyük gün sessiz sadasız yaklaşıyordu. Ortalık karışıyor, nifak tohumları etrafa saçılıyor, güneşe rağmen gündüz kararıyor gibiydi.
     İnsanlarda bir dalgalanış vardı. Kıpır kıpırdı insanlar. Söylentiler çeşit çeşitti. Halk hop oturup hop kalkıyordu. Bir şeyler olacağı seziliyor. Ama kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
     Ağır mânevî hava herkesi bunaltır olmuş. Ne olacaksa olsun diyenler, sabırsızlık alâmetleri göstermeye başlamıştı. Evet, artık ne olacaksa olmalıydı.
     Söylentiler, iftiralar, lâf dokundurmalar, iğneli konuşmalar; hep bütün zamanların Âlimler Sultanı Bahaeddin Veled hakkındaydı!
     Çünkü mânâ sultanıydı O.
     Çünkü kalblerde mekân tutmuş konuktu O.
     Çünkü etrafında talebe ve müritlerden halkalar oluşturmuştu O.
     Çünkü etrafında zikir hâleleri nur saçıyordu O’nun.
     Halk; pîrimiz, üstadımız, bir tanemiz, Sultanlar Sultanı’mız diyor da, başka bir şey demiyordu O’nun için.
     Mânâ denizi coştukça coşuyor, kabına sığmaz olup taşıyordu.
     Kısa görüşlüler, menfaat gözeticiler, mevki makam düşkünleri; tedirgindi hâllerinden.
     Yersiz bir endîşe içindeydiler. Sanki kaybedecek bir hâlleri vardı durduk yerde.
     Bu gidişe dur denmeliydi. Yarasalar gibi gözler kamaşıyordu; ilim-irfan şulelerinden. Bilgi-bilge şualarından. Gözler kamaşıyordu erdemlikten, ermişlikten, bilgelikten ve bilgiden.
     Çünkü şairin dediği gibi:

    “Erbâb-ı kemâli çekemez, nâkıs olanlar
      Rencîde olur dîde-i huffaş ziyadan!”

     
     Yâni:

    “Olgun kişileri çekemez eksik olanlar!
      İncinir Yarasa  gözü ışıktan!”