Olta satışları arttı. Gelenektir, İstanbul’un boğazında, köprülerinde hafta sonları balık avlanır. Böylece güzel vakit geçirilir, hafta içindeki yaşanmış iş stresi atılır. Sonraki haftaya enerji toplanır. 

Ama bugün durum biraz farklı… Sahillerimiz, özellikle Unkapanı, Karaköy, Üsküdar, Arnavutköy gibi balığın göreceli olarak daha sık çıktığı yerlerde haftanın her günü ve çok sayıda insanımız balık avlıyor… Bu kişiler haftaiçi vakit bulabildiğine göre işsizler. Kahve’de oturmak yerine, evlerine en azından balık götürebilmenin peşine düşmüşler… Mevcut imkânlarınca ailesine verebilecekleri en iyi şeyi yapmaya gayret gösteriyorlar…

Sadece onlarda değil… Mesela bu hafta karşımızdaki pastanenin işletmecisi ile sohbet ettik. Kurduğu cümle birebir bu; “Abi eskiden sabahları en az doksan poğaça satardım, bugün on tane zor satıyorum”. 

Haydarpaşa’da çay işletmecisi ile konuştuğunuzda, o da bir hayli dertli... “Eskiden altı bin bardak çay satardım” diyor. Bugün sattığı çay sayısı altıyüzelli… Ve bugünlerde çay içip, ödemeden kaçanların sayısı da artmış… Geçmişte yanında on dört kişi çalışırmış. Bugün ise sadece dört kişi çalışıyor… Çay içmekten dahi imtina eder olmuşuz… 

Megakent, Finanskent dediğimiz İstanbul, geleceğin Dünya Finans Merkezi olarak manşetlere taşınan İstanbul… Mühendis’lerin, teknisyenlerin, avukatların, yazılımcıların, finansçıların, iş adamlarının yaşadığı İstanbul’da eskiden boş taksi bulmak gerçekten zordu. Hele birde yağmur varsa bulma ihtimalin neredeyse yoktu… Bugün ise en kalabalık merkezlerde bile taksiciler peşpeşe duruyor. Taksi’ye binebilen az… Diyelim ki taksiye binebilen az kişiden birisiniz, bindiniz taksiyle ilerliyorsunuz… Sağlı sollu dükkanlara bakın, çoğu boş… Esnaf kepenk indirmiş… Muhtemelen dükkanda sinek avından bıkıp, balık avına çıkmış… 

Maalesef bugünlerde halkın gerçek gündemi bu ve benzeri konular… Kredi kullanmak için çabalayanların, kredisini ödeyemeyenlerin, icra memurundan kaçanların, hapse düşmüşlerin, gümrük kapılarında aylarca ithal mal bekleyenlerin hikayeleri bir dolu... Gümrükte bekliyor çünkü ithal ediyor, ülkemizde üretilmiyor. Yabancıdan gelsin diye bekliyor, gelirse iş yapıyor…

Lâkin medyanın gündemi bu değil, başka...

Seçimlere iki yıl var ama şimdiden seçim tartışmalarına girdik. MHP kendini tasfiye etti mi? Etmedi mi?.. MHP kendi içinden neden Cumhurbaşkanı çıkartmak istemiyor? Cumhurbaşkanı’mızın söylediği “Milli olanlar ile ipi başka mahfillerin elinde olanlar” kimler?.. Parti isimlerinde “Milli” kelimesi geçenler mi sadece milli?.. Ya da aynı konuşmada ima edildiği gibi sadece MHP ve AKP mi milli?.. Diğer partiler milli değil mi? Oyların % 50’sini alan partilerin ipi gerçekten başka ellerde mi?.. Bu söylemler mevcut oyları kaskatı tutma söylemi mi?.. Ayrıştırma mı?.. 

Açıkcası yukarıdaki tartışmaların bir kısmı, halkın yaşadığı sorunlarla kıyaslayınca çok havada, ütopik konular… Tahminler üzerine birbiri ile tartışıyorlar… Acaba öyle mi? Acaba böyle mi?.. O şöyle? Bu böyle? Tam bir paparazi… Gerçekler maalesef çok küçük puntolarla, arka sayfalarda yer bulabiliyor… Ya da bu konular için büyük manşete izin yok…

“Milli olanlar” meselesini tartışmak için öncelikle şu bilinmeli... İmparatorluklar millileşemezdi… Sadece “Cumhuriyet” varsa “Millilik”ten bahsedilebilinir… İmparatorluklar da çeşitli ırklar ve dinler birarada yaşar. Keza Osmanlı İmparatorluğunda “Türk” söylemi bu sebeple kullanılmazdı… Aynı şekilde Roma İmparatorluğunda da “Greek” söylemi kullanılmazdı. Sevmediğinden değil, bölünme, ayrıştırma ve ayaklanma olmaması için yapılırdı… Çünkü çok fazla ırkı ve dini bünyesinde barındırıyordu… 

Demek ki “Milli” olabilmek için önce “Cumhuriyet” şart…

Cumhuriyet’ler de devleti halk, millet yönetir. Halkın yönettiği bir devlette ise diğer milletleri yani devletleri alma refleksi kolay kolay gösterilemez. Çok elzem durumlar hariç… Savaş’ın prosedürü zordur ve çok ciddi oy riski taşır. Halk barış ister. Dolayısıyla o ülke de milletlerin karışması az olur… Ve millilik oluşur…

İmparator’luklarda ise durum farklı… Orada ağırlıkla ifade edilen amaç; mensubu oldukları dini yayabilmek. Bu amaç doğrultusunda büyüyebilmiş imparatorlukların toprakları genişler, farklı ırklar, dinler bir arada yaşar. Bu sebeple burada milli olmak; bölünme, iç çatışma, ayaklanma demektir. Bu kesinlikle istenmez…

Cumhuriyet düşüncesi, aynı zamanda millileşme düşüncesini de içinde barındırınca, “Dinin millileşmesi” gündem olmuştu. Ve bu tartışma ilk defa meşrutiyet döneminde yani II. Abdülhamit döneminde başladı. Hatta kısmen tanzimat döneminde de yani III. Selim ve II. Mahmut döneminde de görülür. Tabii ki islamı anlayabilmek, kendi dilinde okuyabilmek çok çok önemlidir. Ama konu ezana geldiğinde, ezanın dili “islamca”dır. Ve ezan kendi dilinde okunmalıdır. 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile konu iyice alevlenir ama görüş farklılıkları sebebiyle işin içinden çıkılamaz ve bir nokta da konu kapanır. 

O dönemin din tartışmaları neticesinde bazı insanlar Cumhuriyeti kötü bellemiştir. Bugün hâlen Cumhuriyet ifadesine tahammül edemeyenler vardır. Dinin millileşme meselesi 1923’te başladı sanılır. Halbuki o dönem yaşananlar geçmişten gelen bir sürecin devamıdır.

Lâkin “Milli” olabilmek için “Cumhuriyet” gerekir. Cumhuriyet; halkın kendi kendini yönettiğini anlamak, kullandıkları oylara sonuna kadar saygı göstermek demektir. Halkçı olmak demektir. İktidar’ın gündemini değil, halkın gündemini tartışmak demektir. Tahminlere dayalı havada konuşmaları değil de, halkın yaşadığı gerçekleri dillendirmektir… 

Bugün gündemimiz; koskoca megakentte balık avlayarak evini geçindirmeye çalışan işsizimiz, sinek avlayıp dükkanını kapatmamak için çabalayan esnafımız ve bilahare diğerleri için çözümlerimiz olmalıdır…