Uzun, keyifli bir bayram tatilinin ardından geri döndük. Seyahatler sırasında maalesef 144 kişi hayatını kaybetti ve yaklaşık 1000 kişi de yaralandı. Seyahat sabrımız yok, sakin olamıyoruz. Seyahatin keyfini çıkarmak yerine “bir an önce varalım” düşüncesi ile ailemizin ve başkalarının canlarını riske atıyoruz.

Dokuz günlük tatil boyunca tatilcilerin gittiği şehirlerde esnaf tabiri yerinde ise “yok sattı”. Esnaf mutlu… Lâkin dokuz gün boyunca Türkiye’nin üretimi aksadı. 

Tatilcilerin yerli halk olması paranın dağılımı için olumlu ama ülke kalkınmasına faydası yok. Fahiş döviz borcumuzun tek ilacı sadece döviz geliridir.  

Tatil süresince İstanbul çok sakindi. İstanbul’da neredeyse kimse yoktu. Turistik mekânlarımızda, İstanbul sahillerinde Suriyeliler ve Iraklılar çoğunluktaydı. Hatta Galata Kulesi civarında iken etrafımda Türkçe konuşan kimsenin olmadığını fark ettim. Bu Türkçe konuşmayanlar geçmişten bildiğimiz, zengin, esanafa döviz bırakan Japon ya da Avrupa’lı değildi. Harcama yapmayan, esnafı güldürmeyen Suriyeli mültecilerdi.

Günün konusu da işte bu; Mültecilerin hızla vatandaş edilmeleri… Bunun ancak birkaç yıl sonra doğru ya da yanlış olup olmadığını göreceğiz. 

Bu süre içinde bugün söylendiği gibi ticari potansiyelimiz artar ve cari açığımız kapanırsa doğru olduğu ispatlanır. Ama kapanmaz ve hatta gerilerse seçim kaygısı ve koltuk sevdasıdır. 

Türkiye’nin bu hayalleri deneyecek vakti yok. Aşırı yükselen dış borç yüzünden yaşam çemberi daralmakta. 

Başka ülkelerde de ihtiyaç olmadıkça 3 milyonu aşkın insanın toplu vatandaş yapıldığı görülmemiştir. Münferit olarak alınır. O da yıllar alır. Günümüzde Kanada en fazla alımı yapıyor. Hepsi hepsi 20 bin eğitimli kişiyi vatandaş yapacak o da belli bir sürecin sonunda… Almanya gibi işçi ihtiyacı sebebiyle alınsa bile bu süreç değişmez. Ki bizde kendi vatandaşımız işsiz… 16 yaş ile 59 yaş arasında çalışabilecek 50 milyon nüfus var. Bunların sadece 26 milyonun çalıştığını biliyoruz. Kalan 24 milyon ya işsiz, ya da mecburiyetten kendini genç emekli etmiş, atıl kalmış, ülke gelişimine katkı veremiyor. Bir yandan tüketiyor.

Doktor, avukat ve akedemisyen Suriyelilerin de vatandaş yapılacağı söyleniyor ama onların hepsi şu an Avrupa’da… Suriyenin okumuş yüzleri Türkiye’de durmadı. 

Birde bayram öncesi açıklanan ekonomik müjde paketi vardı. Sanki bu paket, gelecek öngörülüp nabzı biraz olsun düşürebilmek için…

Öncelikle müjde paketinde; damga vergisi kalkacak. Otobüs, dolmuşa “Özel Tüketim Vergi Muafiyeti” gelecek. Şehit yakınlarına ÖTV muafiyeti gelecek. İhracatcıya yeşil pasaport verilecek. Yatırım için emlak alanlara, emlak vergisi muafiyeti yapılacak. Terörden etkilenenlerin borçları ertelenecek. Vergi ve prim borçlarını ödemeyenler yine avantajlı, vergi affı gelecek. Bağkur primlerini zamanında ödeyenlere %5 indirim yapılacak. Kobilere finansman desteğine devam edilecek. Şehit yakınlarına kamuda çalışma imkânı verilecek. 2B arazi yani orman sınırlarının dışına çıkarılmış arazileri satın almak isteyenler yeniden başvuru yapabilecek. Yurtdışından parasını getirenlere “Nereden buldun?” denmeyecek, vergi alınmayacak.  

En önemlisi de eski çek yasası geri gelecek. Çekini ödemeyenlere hapis ve para cezası olacak. 

Eş zamanlı olarak haziran sonu itibarıyla birçok banka şubelerine “kredi reyting oranlarına sıkılaştırma” talimatı verdi.

Geçmişte özelleştirmeler ve alınabilen döviz borçları sayesinde, yurtiçindeki şirket ve bireylere bol reyting puanı ile krediler dağıtılmıştı. Bürokratik engeller ile sadece inşaata yatırım yapıldı. Üretime yatırım yapılmadı. Ülke fazla fazla tüketti. Yani parasal genişleme ile tüketim hızlandırıldı. Büyük markalar bolca kazandı. Çalışanlar ise düşük maaşa talim etti. Ama rahatça bulabildiği kredi ile kazandığından çok daha fazla tüketti. Bu da yetmedi fon yatırımcıları da fon yönetimi ile riskli fonlara yönlendirildi. Birikimler eridi. Para tek elde toplandı. 

Bankaların bugün yaptığı ise; parasal sıkılaştırmadır.

Son 5 yılda çok fazla firma iflas erteleme istedi, çoğu battı. Bu köşede “çok daha fazla firma henüz battığının farkında değil” demiştik...

Bankaların bu kararı ile “gizli batık” firmalar su yüzüne çıkacak. Kredi ile dönebilen firmalar üretime para ayıramaz olacak, eldeki avuçtaki her şeyi bankalara kaptıracak. Üretim duracak… İşsizlik artacak…

Bu müjde paketi öngörülen bu derin yaralara merhem olarak düşünülmüş olabilir. Ama dağ gibi “döviz borç yarasını” merhem kapatmaz.

Nezaket; yakındaki uzaklıktır. 

Bir ilişki de nezaket varsa arada uzaklık vardır ama mesafe kısadır. Çoğu işyerinde olduğu gibi sizli, bizli konuşulur. 

Bazen yakındır ama iç ses “uzak olmalı” der. Mesafelerin uzama olasılığını vurgular. İçinden atamaz bir türlü mesafeyi korur ve yine nezaket doğar.

Anadolu’nun gönlü boldur. Nezaket göstererek görmek ister iyi niyetinin suistimal edilip edilmeyeceğini… Nezaket ilişkisin de olduğunuz ile mesafenin açılıp açılmamasına aldırış etmezsiniz.

Tıpkı rüyalar gibi; yakındır aslında ama dokunamazsın. Uyandığınızda olduğuna ya da olmadığına üzülmezsiniz, “Rüya imiş” der geçersin.

Türk halkı şu sıralar “nezaket’te”… Suriyelilerin vatandaşlık meselesine nezaket ile yaklaşıyor. 

Bu nezaketi gören siyasiler tüm ekonomik verileri, ölçümlemelere, işsizliğe, dış borca rağmen milyonlarca Suriyelinin vatandaşlığını gündeme aldı. 

Lâkin, rüya bittiğinde, gerçekler ile yüz yüze gelindiğinde mesafeler açılır. Nezaket biter. Bir bağırış, bir gürültü kopar. 

Örneğin; İstanbul Florya’da yaşananlar mesafeleri açar. Ülkesindeki terörden kaçmış Suriyeli grubun, onlara kucak açan ve yıllardır onlara bakan, yediren halkın gözünün içine bakarak ve topluca “Suriye” tezahüratını tehdit şeklinde yapması, Türkleri korkutmaz…

Kendince bu tehditi savuran Suriyelilerin derhal sınır dışı edilmesi otoriter devlet gereğidir. Otorite sağlanmaz ise bu olaylar büyür, kaos olur.

Tercihleri artık gözümüz görmez, nefes alma zarureti doğmuştur bir kere… 

Nezaket, daima zarafet ile sonlanmaz…