Sevgili okuyucularım, uzun zaman oldu hayata bir es verip kalanından devam etmeyeli... Beden yorgun, kafa yorgun.

En beteri de ruh yorgun…ama olsun yine de hayat mücadele ve yola revan...

Bir zamanlar içimde her şeye rağmen bir çocuk vardı.

Küstü sanırım yediği darbelerden ve yaşadığı üzüntülü olaylardan dolayı hayata...

Belki de ne zaman uyanacağını bilemediği sabahları beklemekte yattığı kış uykusunda... 

Küçücük şeylerden mutlu ya da saçma sapan şeylerden mutsuz olabiliyorum. Sevgi aslında tamamen kişisel bir duygu. Karşınızdakinden bağımsız yaşadığınız. Hayatı algılama biçiminiz ve hayallerinizle alakalı. 

Zor hatta imkansız ilişkilere verdiğim enerji inanılmaz. Bunca yaşanmışlığın üzerine halen ama halen devam edebilme gücüm de. Bunlardan beslenip, mutluluğu deliler gibi  üzüntüyü de sürünerek yaşıyorum. Ama hepsi küçük şeylere bağlı olduğundan ve içimdeki çocuktan çabuk geçiyor. Arkamda izler bırakarak uçan bir jet pilotu gibiyim. Gökyüzünde rengarenk ve delicesine desenler çizen. Zaten dümdüz bir çizgide uçmanın ne keyfi olurdu ki.

İşin ilginci farkettim ki bu bir oyunmuş benim için. İstediğim şekilde manipüle ettiğim bir oyun. Arsız çocuklar gibiyim. Bir seferinde bir psikolog bana sen dışarıdan soğuk ve azametli görünen bir binasın, ancak içine girenler birden cıvıl cıvıl bir kreşle karşılaşıyor demişti. Evet doğru tesbit. İçimdeki çocuklar zıplayıp duruyor sürekli. Ellerinde boyalar, kağıtlar yerine duvarları boyuyorlar. O kadar da çok eğleniyorlar ki, koşturup dururken, inanılmaz şen kahkahalar atıyorlar. Arada düşüp dizlerini incittiklerinde ağlasalar da, oyuna devam etmek daha çok ilgilerini çektiğinden, burunlarını çeke çeke oyuna devam ediyor, bir süre sonra da yeniden oyuna adapte olup, gülücükler saçmaya devam ediyorlar. 

Biliyor musunuz sevgili okuyucularım, bazen konuşuyorum içimdeki çocukla...

Diyorum ki ona “Hayat, senin yediğin lolipop şekerleri gibi tatlı değil çocuk. Arada acı gerçekleri de var. Hayatı öyle o şekerdeki gibi eme eme, sindire sindire yaşayamıyorsun.

Bu şekerin gramajı az, bir lokmada ağza atılan cinsten. Çürütüyor insanı aynı dişlerin gibi. Oysa senin gözlerinde keşfedilmemiş cennetlerin yeşili var. Yüreğin henüz çaresizliklerden bi haber. Sözlerinde yalan yok ve her halinde masumiyet var”.

Banamısın demiyor bunca güzel söze.

Ne gözüküyor ortalıkta ne de bir ses var…

Daha önceleri de yapmıştı böylesi ketumlukları…

Ama bende de keçi inadı var.

Biteviye yükleniyorum ona ve diyorum ki; “Uyan artık çocuk hadi bak yüzüme. Göreyim gözlerinde cennet yeşilini. Üşüyen bir yerlerim var içimde. Sanırım ısıtman için bekliyor yüreğini. Çok şey yitirmezsin inan. Uyan ve dokun, dokun ki hissedeyim ellerini” 

Nafile… Tık yok içimdeki çocuktan…

İşte böylesi durumlarda kendi kendime düşünüyorum ve diyorum ki; Her mevsim kendine has esintisiyle geçip gitti yıllar… 

Yaz oldu, dedim ki “güneş dolacak saçlarıma. Saçlarım güneş gibi, sarısıyla parlayacak…” 

Oysaki yaz kavurdu acı veren hisleriyle… 

Sonbahar geldi, “tabiatın renklerine bürünecek “ dedim, sarardı kaldı rengim ruhsalım… 

Kış geldi, ümitlerim vardı… 

Kar gibi beyaz olacak diye bekledim.

Ayazından üşüdüm, bildiğim tüm grileri peş peşe ekledim… 

İlkbahar geldi dalında açacak ‘’mimoza çiçeği’’ sandım kendimi yine tomurcuğumda sakladım kederimi… 

Uyan içimdeki çocuk uyan..! 

Sen hangi mevsimde kalakaldın.. 

Saklandığın mevsimden koşarak gelmez misin yanıma... 

Uyan içimdeki çocuk...!

Uyan ki umuda senle bağlanayım.

Çünkü kimsem kalmadı senden başka… 

Eskiden olsa, şen sesinle etrafıma neşe saçardın çocuk. 

Eskiden olsa, elimi çekiştirip beni kandırırdın çocuk. 

Uçurtmalarım, misketlerim, sokak aralarındaki yaramazlıklarım, topum, lolipopum, sevinçlerim, düştüğümde kanayan dizlerim ve pembemsi düşlerim.

Hepsi ama hepsi seni çok özledi çocuk… 

Neredesin içimdeki çocuk?

Ne zaman diyeceksin bana “İşte kuzu kuzu geldim sana” diye…

İçinizdeki çocuk hiç büyümesin...

Sağlıkla ve mutlulukla kalınız...