Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle XIX. yüzyıl sonlarından itibaren Batılı devletlerin ilgisini çekmeye başlamıştır, Özellikle İngiltere, I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini, Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir. 

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti savaştan çekildi. Aynı gün Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı’na atandı. 31 Ekim günü Adana’da kumandanlığı Liman von Sanders’ten devir aldı. Mustafa Kemal’e göre, müttefiklerimiz için savaş bitmiş olabilirdi. Oysa Türk‘ün bağımsızlık savaşı yeni başlıyordu. Mütareke’nin galip devletle re tanıdığı geniş haklara ve birliklerin teslimini gerektiren hükümlere rağmen tespit edilen hattın milli sınır olarak kabul edilmesini birliklerinden istemişti. İngilizler’in İskenderun’a asker çıkarma isteklerini reddetmiş ve bunun üzerine Osmanlı hükümeti arasında görüş ayrılıkları çıkmıştı. Mütareke’nin ilk günlerinde bazı genç subayların komutasında küçük gruplar oluşturarak derinlikte direnişin devamını sağlayacak önlemler alan Mustafa Kemal, ileride Anadolu’yu savunacak milli gücün temelini atıyordu. Yine bu amaca dönük olarak silah ve mühimmatı güvenli yerlere gizliyordu. İskenderun’u İngilizler’e teslim etmemesi üzerine yani Musul’a gidecek yolu kapattığı için İngilizler’in baskısıyla 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu lağvedildi ve Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a çağrıldı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu komutanı olarak uyguladığı strateji ve taktik takdire şayandı.  

Ne yazı ki; Osmanlı topraklarının paylaşılmasını esas alan ve I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye olan ilgisini hayata geçirmiş ve Türk birliklerinin kontrolünde olan bölgeyi Mondros Mütarekesi’ne aykırı olarak 15 Kasım 1918 tarihinde işgal etmiştir.

Ancak, son Osmanlı Mebus an Meclisinin kabul ettiği Misâkı Milli belgesinde Musul, vatanın bir parçası sayılmış ve Anadolu'da kurulan hükümet her platformda bu bölgeyi Türkiye'den koparan şartları içeren Sevr Antlaşması’nı tanımadığını açıklamıştır. İngilizlerin Mütareke hükümlerine aykırı olarak işgal ettikleri Musul’da, halkın işgale tepki gösterdiği ve bölgedeki Müslüman ahalinin İngilizler’e karşı direnişe geçtiği, sonrasında yine Anadolu'daki harekete bağlılık gösterdiği görülmüştür. Buna rağmen Nisan ayında toplanan San Remo Konferansı’nda, Fransa ile İngiltere arasında yapılan görüşmelere bağlı olarak, İngiltere'nin Fransa'ya Avrupa ve Orta Doğu’da vereceği desteğe karşılık Musul’u kendi kontrolüne aldığını görüyoruz.

Türk İstiklâl Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra başlatılan Lozan görüşmelerinde İngiltere, Milletler Cemiyeti tarafından belirlenmiş Irak Mandateri sıfatıyla Musul’u Türkler’e bırakmamak konusundaki ısrarını sürdürmüştü. Antlaşmanın tehlikeye girmemesi için, Musul sorununun daha sonra taraflar arasında yapılacak ikili görüşmeler yoluyla halledilmesine dair İngiltere'nin görüşü, Türkiye tarafından da uygun görülmüştü. Musul meselesi ile ilgili olarak Lozan Barış Konferansı’nda yapılan tartışmalarda, Musul Türkiye için asgari vatan sınırlarını ifade eden, Misakı Milli’nin vazgeçilmez bir parçası olarak görülmüştür.

Buna mukabil İngiltere için zengin petrol yatakları, İngiliz sömürgesi olan Hindistan'a giden yolun güvenliği ve Orta Doğudaki çıkarları açısından stratejik ve ekonomik bir bölge idi. Musul ile ilgili olarak Lozan'daki Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa, Türk tezini siyasi, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde açıklamıştır. Türk tezi, Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olduğunu ve bu nedenle Türkiye sınırları içerisinde kalması gerektiği yönündeydi. İsmet Paşa’nın bu anlayışla bölgede halk oylaması yapılması yönündeki teklifi de Lord Curzon tarafından, “Bölge halkının okuma yazma bilmediğini oy verme alışkanlığı olmadığı ve halk oylamasının amacını anlayamayacakları” gerekçesiyle kabul görmemiştir.

İsmet Paşa’nın tüm ısrarlarına rağmen Lozan'da Musul konusuyla ilgili Türk görüşünün kabul ettirememesi, TBMM'DE 21 Şubat 1923 tarihli gizli oturumda milletvekillerinin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Gelişmeleri eleştiren milletvekilleri, Musul meselesinin çözümünün daha sonraya bırakılmasının Musul'u terk etmek anlamına gelebileceği, sorunun Cemiyeti Akvam(Milletler Cemiyeti)’a havale edilmesinin Musul'u İngiltere'ye vermek anlamına geldiği yönünde değerlendirmeler yapmışlar, Musul’un Türkiye'den ayrılmasını onaylamadıklarını bildirmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki açıklaması ise şöyledir. “Musul meselesinin hallini savaşa girmemek için bir yıl sonraya ertelemek demek, ondan vazgeçmek demek değildir. Belki, bunun istihsali(elde edilmesi) için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır(zamanı beklemektir). Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek; bu mümkündür. Musul'u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul'u aldığımızın arkasından savaşın hemen son bulacağına emin olamayız. Şüphesiz orada bir savaş cephesi aşmış olacağız... Karşımızda yalnız İngiltere değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yani bunu ayrıca konu etmek isterseniz mahzurları kendiliğinden ortaya çıkar...

Görüleceği üzere Mustafa Kemal Paşa endişesinden çok haklıydı yani çok geçmeden İngilizler de boş durmamışlardır. Lozan Barış Antlaşması’ndan kısa bir süre sonra Süleymaniye'yi bombalamışlar ve işgal etmişlerdir. Diğer taraftan, bölgedeki Hıristiyan Asurî kabilelerini silahlandırarak Türkiye'ye karşı silahlı hareketlere sevk etmişlerdir.

Lozan Antlaşması’nın 3. maddesinde: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır sorununun, dokuz ay içinde Türkiye ile İngiltere arasında barışçı yollardan çözüleceği” hükmü yer alıyordu. Bu hüküm gereği, Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında başlamıştır. Bu konferansta Türkiye nüfus açısından siyasî, tarihî, coğrafî, askerî ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini öne sürerken İngiltere, Musul’un kendi mandaterliği altındaki Irak a bırakılması konusunda ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında, Türkiye'den Hakkâri'ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur.

Bu durumda, konferans 5 Haziran 1924 tarihinde bir sonuca varmadan dağılmıştır. Lozan Antlaşması’nın ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda, sorunun Milletler Cemiyetine götürülmesini öngörüyordu. Başlangıçta, üyesi olmadığı, üstelik tamamen İngiliz kontrolünde olan bir organizasyondan kendisi lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı tereddüt geçiren Türkiye, sonunda sorunun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı oldu.

Musul sorunu, Milletler Cemiyeti konseyi tarafından 30 Eylül 1924’te görüşülmeye başlandı, Bu görüşmeler sürerken Türk-İngiliz ilişkileri iyice gerginleşti. Milletler Cemiyeti Türkiye ile İngiltere arasındaki sınır anlaşmazlığına, 29 Ekim 1924 Türkiye-Irak geçici sınırını tespit ederek çözüm buldu, Daha sonra sorunu çözmek üzere, ilgili devletlerle görüşmeler yapmak için bir uluslararası komisyon oluşturuldu. Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından kurulan komisyon, “Musul’un İngiltere mandası altındaki Irak'ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırın da Brüksel’de belirlenmiş bulunan çizgiden geçeceğini” bildiren bir karar alarak, bu kararı Konseye iletti. Türkiye, Komisyonun bu kararını tanımadığını ve Konseyin bu biçimde kesin bir karar alma yetkisinin bulunmadığını belirterek, bağlayıcı bir karar için ilgili tarafların olumlu oylarının alınması gerektiğini bildirdi.

Ancak Konsey, 16 Aralık 1925 tarihinde üçlü komisyonun raporunu benimsedi, Bu sırada Türkiye de iç siyasi hayatta yaşanan bir takım olumsuzlukların yanı sıra, ülkenin doğusunda Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması için uğraş veriliyordu. Türkiye, her şeye rağmen, bu kararı hemen tanımadı. Ancak, Musul sorunu ile Türkiye bir kez daha Millî Mücadele döneminde olduğu gibi uluslararası platformda yalnız kaldığını ve Batılı devletlerin savaş yolu ile elde edemediklerini, baskı yolu ile elde etmeye çalıştıklarını gördü. Bu yalnızlıktan kurtulmak için 17 Aralık 1925’te Sovyetlerle bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması imzaladı.

Misâkı Milli sınırları içerisinde yer alan Musul’u geri almak için Türkiye açısından, güce başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Bununla birlikte ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve yukarıda değindiğimiz Şeyh Sait İsyanı gibi iç nedenlerle Türkiye, 5 Haziran 1926’da yaptığı antlaşma ile (Türkiye, İngiltere ve Irak Hükümeti) Musul’u, İngiltere'nin mandasındaki Irak'a bıraktı.  Buna karşılık, Türkiye'ye Musul petrollerinden 25 yıl süre ile %10 pay verilecekti. Ancak, daha sonra yapılan bir düzenleme ile Türkiye bu paydan 500.000 İngiliz lirası karşılığında vazgeçmiştir.

Türkiye ne yapmalı? İşin sırrı Türkiye'ye karşı yürütülen kara kampanyada saklı. Türkiye'nin bölgeden uzak olması isteniyor. Bunun nedeni de bölge halklarıyla geçmişi ve iyi ilişkisi olan, onlarla duygudaşlık kurabilen Türkiye'nin başarılı ve kalıcı olma ihtimali.

Sonuç olarak; ben de, birçok vatansever dostlarımın düşündüğü gibi büyük bir inançla diyorum ki;

Bölgede etkin olan devletler Musul meselesinde Türkiye’yi yok sayamazlar ve buradaki Türkmen kardeşlerimizin haklarından vazgeçiremezler. Musul’da PKK terörünü yok etmek önemli bir cephedir. Sınırlarımızı tehdit eden PKK terör örgütünün desteksiz kalması için kesinlikle bu bölgede olmamız gereklidir. Bundan dolayı PKK terör örgütü bu bölgede derhal yok edilmelidir. 

Şu artık bir gerçek; Musul meselesinin ve bölgedeki iç çatışmaların en az zararla sonlanması ve barışın hayata geçirilmesi için Türkiye’siz bir formül olamaz. Çünkü İran ve Irak hükümetlerinin de ABD'nin de Musul'da başarı şansı çok azdır hatta yoktur.

Türkiye bölgede bir mezhep savaşından endişe ediyor. İçinde DEAŞ’ın  da yer alacağı bir Alevi- Sünni çatışması istemiyor. Bu endişesini yüksek sesle dile getirmekte haklıdır.

Birçok devletin askeri varlığının olduğu Musul'da hak iddia edenlere karşın Türkiye'nin Musul, Misâk-ı Milli sınırlarımız içindedir tezi tarihsel olarak haklı bir tezdir ve Türkiye'nin bu operasyona katılmak istemesi de gayet doğaldır. Türkiye'nin bu isteği de tarihsel süreçten dolayı doğrudur. 

Bu yüzden aralarında Türkiye'nin de olduğu Uluslararası Koalisyon güçleri Musul'u DEAŞ’dan temizleme planını şekillendirmeye başladılar. Plan kapsamında Irak Ordusu ve Peşmerge ABD desteğiyle eğitiliyordu. Bölgede 2 yılı aşkın süredir Peşmerge’nin eğitimi için de bir Türk birliği bulunuyordu. İşte bu sebepten dolayı Türkiye buradan etkin olmalıdır.

Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye'ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. Bu, aslında Musul'un Türkiye'ye bağlanmasını veya “abi devlet” olarak onu yönlendirmesini gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir "Musul Planı" için en önemli çözüm olmalıdır.

Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu'yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu'ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir. Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan ve de Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye; Musul için ABD’nin ve İngiltere'nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan “kendi imzası” olmadan hiçbir değeri olamayacağını konusunda ısrar etmelidir.

Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye'nin elinde olması zorunludur. Musul vilâyeti, Türkiye'nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye'den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye önderliğindeki “toplumlararası yönetime” verilmesi gerekir. Türkiye benimseyeceği bu tezi ısrarla savunmalıdır. Türkiye uluslararası arenada Musul gerçeğini yüksek sesle dille getirdiği için muhalefette, iktidar da işbirliği içerisinde olmalıdır. Cumhurbaşkanımız önderliğinde Musul meselesi konusunda bütün dünyaya bir olduğumuzu ispatlayıp bu mesele Türk Milleti ve bölge deki Türkiye’yi seven toplumlar lehine çözümlenmelidir. Şu gerçeği herkes bilsin ki; Türkiye asla; Musul Türk toprağı olsun demiyor.

Çare: Musul’daki Kürt, Arap ve Türkmen halkı Türkiye’nin yanındadır. İşte bu nedenle halk oylaması yapılmadan BM onayı ile Türkiye’nin Musul’da etkin kılınma yolları araştırılmalı; bu sadece Musul'a ahalisine değil bölge insanına da nefes aldırır. Yani bu toplumların da katılımı ile bir yönetim oluşturulup BM çatısı altındaki devletlerin onayı ile “Musul Türkiye’nin başkanlığı altında yönetilmelidir.”