Siyasilerin sorumluluklarının, iktidar veya muhalefet pozisyonlarına göre, hatta belediye başkanı, milletvekili veya bakanlık görevlerine göre değişmesi kaçınılmazdır. Muhalefette iken bir görüşü savunanın iktidar mensubu olduğunda tersi kararlar alması genellikle makul karşılanır. Bununla beraber ideal olan, hangi görevde olursa olsun temel konularda doğru bildiklerini savunma ve uygulamadır. Muhalefette iken doğru sandığının iktidara geldiğinde yanlış olduğunu anlamak, makul hatta makbul bir davranıştır. Ancak bu durumun da halka izah edilmesi gerekir.

İktidar veya muhalefetten bağımsız olarak siyasi yelpazenin her kesimine zaman zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Aşırı milliyetçilik veya muhafazakarlıktan merkeze, sola ve aşırı sola politikaların gerekli veya anlamlı olduğu şartlar ortaya çıkabilir. Genellikle merkez sağ veya sol, mevcut kurumları ve politikaları sürdürme ve koruma, devrimlere veya “eksen değişmesi”ne mesafeli olma anlamına gelmektedir. Yelpazenin sağına gittikçe ırkçılığa varan milliyetçilik, ülkeye ve şartlara göre “eski toprakları geri alma” temelli irredentist versiyonlar sözkonusu olabilir. Sola gidildikçe, mevcut kurumlar, politikalar, gelenekler sorgulanırken halkların birliği söylemi, bir aşama sonra toplumsal değerlerle savaşa dönüşebilir. Bununla beraber sanayi devrimi sonrası batıda sosyal adalet mekanizmaları önemli ölçüde sosyalist liderlerin çıkışları sayesinde gelişmiştir. Nihai hedefi komünizm olan aşırı sol düşünürler, mevcut ulus devletleri hedef almış, başarılı olduğu coğrafyalar sözkonusu olmuştur. Ancak batının sanayi toplumu, gidişin tehlikeli olduğunu görerek çalışanların sosyal haklarını dikkate alan düzenlemeleri zamanında gerçekleştirmek zorunda kalmıştır.

Temelinde istikrar, güven, müzakere yeteneği ile birlikte gücünü kullanabilme sanatı olan dış politikada aşırı söylemler, bazen iktidarların işini kolaylaştırabilmektedir. Türkiye’ye karşı oyalama taktiğini benimsemiş Avrupa liderleri, yelpazenin uçlarında yer alan ırkçı söylemleri bahane ederek Türk ve İslam karşıtı politikalarına meşruiyet kazandırmaktadırlar. “Bizim dediğimizi yapmazsanız, aşırıların iktidarında işiniz daha zor olur” anlamındaki tutumlarını sürdürürken muhtemelen perde arkasında ırkçılara teşekkür ediyorlar. Bununla beraber kitlelere bu alanda da liderlik etmesi gerekenlerin radikal söylemlerden sebeplenme yolunu seçmeleriyle nasıl bir uçurumun kenarına geldiklerini kendileri de görmektedirler.

Musul, Kerkük, Halep, Batı Trakya, Kıbrıs veya Kırım gibi, kısaca eski topraklar diyebileceğimiz konularda tarihî veya kültürel mirasımız oldukça zengindir. Bununla beraber Uluslararası Hukuk şartlarını veya Uluslararası Sistem gerçeklerini her aklı başındaki politikacı görmelidir. Ülkücü veya Alperen benzeri çıkışların siyasal kültür, toplumsal hafıza yanında dış politik etkisi de son derece önemlidir. Muhalefette olanların, iktidarın dile getiremeyeceği gerçekleri cesurca savunmasına da bazen şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır. Buna karşın ağızdan çıkan söz, tam tersi politikaların, baskıların, zulümlerin gerekçesini oluşturuyorsa iki kere düşünmek lazım.

Musul-Kerkük, Lozan süreci ve sonrasında çeşitli hilelerle Türkiye’den koparılmıştır. Bu bölgenin Irak’ın parçası olduğuna dair hukuksal belgeyi biz de imzaladık. Bugünkü şartlarda yapılması gereken, arkasında olduğumuz bu devletin birliğini savunurken oradaki soydaşlarımızın (Türkü, Kürdü ve Arabı ile) haklarını, güvenliklerini, refahını kollamak ve geliştirmektir. Beş veya on bin vatan evladını oraya göndermeyi telaffuz edince, müdahil aktörlerin bölge halkına baskı yapma fırsatı çıkıyor. Sırf bu tür söylemlerden dolayı Türkmenlere karşı yeni kumpas ve haksızlık mekanizmaları bilinçaçltına yerleştiriliyor. Bu bağlamda iktidarın net olarak dile getiremediği, Irak’ın kuruluşunda Türkiye imzasından kaynaklanan haklarını, muhalefetin daha gür bir şekilde getirmesi beklenmektedir. Ancak bu süreçte tuzak söylemlerden kaçınmak, halkları gerçeklerden uzaklaştırarak hayal dünyasında ezilmeye mahkum etmememek gerekmektedir.

Musul ve Kerkük konusundaki bu hatalı söylemlere karşın Ege’de Yunanistan’ın fiilen işgal ettiği, hukuken protesto edilmediğinden zamanaşımı süreci işleyen 18 ada konusunda milliyetçi veya vatansever eylemleri bırakalım söylemlerin dahi gündeme gelmemesi endişe vericidir. Ekonomik değeri sıfıra yakın olan bu adacıklar için ortaya düşmeye gerek olmadığını zannedenlerin, mâlî kriz içindeki Yunanistan’ın niçin bu adacıklara garnizon kurduğunu, niçin cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, bakanlar veya başpiskopos seviyesinde ziyaretler düzenlendiğini sorgulamaları gerekmektedir.

“Megali İdea” hayali, ortalama Yunan politikacısının savunduğu bir ülkü olup yelpazenin sağına doğru çok daha aşırı söylem ve eylemler sözkonusudur. Albaylar cuntasının teşviki ile Kıbrıs’ta Nikos Sampson liderliğindeki darbeyle Enosis’i (Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak) gerçekleştirme hayali de bu ideanın bir parçasıydı. Barış Hareketi ile Enosis büyük yara aldığı halde, 18 adaya yapılan yatırımlar, Megali İdea’nın santim santim uygulamasının aşamalarıdır. Bu bağlamda adaların karasuları ve fır hattı konusu ile Türk donanmasının Marmara’ya hapsedilmesi, tehlikenin sadece birkaç maddesini oluşturmaktadır.

Düne kadar Türkiye toprağı olan bu adaların birkaç yüz kişilik askeri birlikler tarafından işgalinin hiçbir uluslararası hukuk temeli bulunmamaktadır. Dolayısıyla iktidarın yeni bir gaile almama kaygısına karşın muhalefetin söylemden öteye eylem aşamasında dahi bu adaları savunması, gerektiğinde sivil toplum kuruluşları mensupları (ülkücüler, alperenler, vatanseverler…) olarak planlı programlı bir şekilde buradaki işgalcileri çıkartmaları, haktan öteye bir görev haline gelmiştir. Tıpkı Sütçü İmam gibi böyle bir çıkış yapan lider ve izleyenleri tarihe altın harflerle adlarını yazdıracaklardır.

Belirtmek gerekir ki 18 adaya genç vatanseverleri çıkarırken bunların hayatlarını veya geleceklerini risk altına atmamak için gerekli tedbirler alınmalıdır. Bu arada Ülkücüleri veya Alperenleri vatan aşkıyla ateş hattına süren liderler ile varsa çocukları ve yakınları da bu hareketin içinde olmalıdırlar.