Bir fırtına alır sizi köklerinizi saldığınız topraktan söker, atar uzak diyarlara. Kök salmaya çalışırsınız, can suyunu eteklerinize döken olmazsa zordur tekrar dirilmek, dal, budak salmak, çiçek açmak.

Bir mülteci için de böyledir. Bazen savaş, bazen siyasi baskılar, bazen açlık alır sizi koparır vatanınızdan, atar el memleketlerine. Dili, kültürü, hatta bazen dini bile farklı bir ülkede var olma savaşı verirsiniz. En zoru da ön yargılarla mücadele etmektir.

Şu bereketli, kadim topraklar, Anadolu’muz, binlerce yıldır, kopup gelenlere, düşüp tutunmaya çalışanlara, sonsuz bir hoş görü ile analık yapmıştır.

Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu torakları vatan yapan, memleket yapan atalarımız gün geldi güç kaybetmeye, yüzlerce yıllık topraklarından, orduları ricat etmeye başladığında, binlerce mülteciyi de peşinden ana evine, ana toprağına beraber getirmeye başladı.

İlk göç gerçeği ile tanışmamız 1771 yılında Kırım’da yaşayan Osmanlı yanlısı ahalinin, Rus saldırılarından kaçarak Anadolu topraklarına sığınması ile oldu. Kırım, Kazan ve Özi bölgelerinden dört yüz bin mülteci bu topraklara sığındı.

Sonrasında Rusların Azerbaycan’ı işgali ile Kafkasya’dan Türkmenler, Avarlar, Çeçenler, Çerkezler göç yollarına düştüğünde, yine Anadolu evlatlarına kucak açtı. Onlarda bu toprakları yurt bellediler.

1806 - 1812 Türk- Rus savaşı sonucu, Balkanlarda yaşayan iki yüz bin Türk göç edip geldiğinde, her anlamda gücünü yetirmiş devlet, göçmenlere yönelik doğru düzgün bir iskân politikası yapamadığından çok acılar yaşandı. 

1820 yılında, Mora Yarımadasında bağımsız bir Yunan Devleti’nin kurulması ile bu bölgede yaşayan Türkler,1854 - 1856 yıları arasında ise Kırım’dan yaklaşık altı yüz bin göçmen Anadolu’ya göç etti.

1905 - 1908 Rus Devrimi’nden sonra ise Kazan ve Azerbaycan’dan göçler başladı. Bunu 1920 yılındaki Sosyalist Devriminden sonra ortadan kaldırılan Kafkas Cumhuriyeti’nden, Gürcistan’dan ve Ermenistan’dan gelen göçler takip etti. 

1912 - 1913 Balkan Savaşı sırasında ve 1914 -1915 Birinci Dünya Savaşı sırasında da göçler hızla devam etti. Birinci Dünya Savaşına kadar Kafkasya’dan, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya gelen göçmenlerin sayısı bir milyonu geçmişti.

Bu göçün bir sonucu olarak, özellikle kırsal kesimde yerli halkın göçmenleri kabullenememesi, tepki göstermesi ve bu tepkilerin rahatsız edici seviye ulaşması sonucu Osmanlı Devletini yeni tedbirler almak zorunda kalmıştı.

İster göçmen, ister mülteci, ister muhacir, ister sığınmacı diyelim yeni bir topluma uyum sağlamak, kabul görmek her zaman zordur. Mültecinin bu anlamda iş, aş, özgürlük ve hayatı için zorunluluk içinde olması onu daima yabancı ve öteki yapmaktadır. 

Her ne kadar mülteci statüsünde olmasalar da,1961 yılından itibaren emeklerini sermayenin hizmetine vermek için, Anadolu’dan acı vatan Almanya’ya çalışmaya giden göçmen işçilerimizin, yaşadıkları sıkıntılar buna çok iyi bir örnektir.1974 yapımı olan Tunç Okan’ın Otobüs filmini izleyen seyirciler yabancı bir ülkede ötekisi olmayı iliklerine kadar hissederler.

Cumhuriyet döneminde de dış göçler sürekli devam etmiş, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Türkistan, Afganistan ve Rusya da yaşayan Ahıska Türklerinin göçleri yaşanmıştır. Bu göçler içinde en büyüğü 1922 yılında imzalanan Lozan Anlaşması hükümleri uyarınca gerçekleştirilen, Türk-Yunan halkları değişimidir.  “Mübadil” olarak tanımlanan göçmenlerin iskânında, gönderilen Rumların bıraktıkları evlere, ticarethanelere ve topraklara, mesleklerine göre yerleştirilmeleri esas alınmış olmakla beraber, bu hiç de kolay olmamıştır. Örneğin mübadiller Samsuna geldiklerinde, Yunanistan’dan gelmiş olmanın olumsuzluklarını, sanki Rum çetecilerin yaptıklarından onlar sorumluymuşçasına hissetmişlerdir. Özellikle taşrada eşrafın, Rum mallarına konma arzusu ve yerel yöneticilerin bu duruma sessiz kalması da buna eklendiğinde, yerleşimleri ve kök salmaları çok zor olmuştur. Atatürk’ün Havzaya gelişinde bir grup mübadillin şikâyeti üzerine, Atatürk;’mübadiller kaybedilmiş ülkelerimizin hatıralarıdır.’ diyerek sorunlarının acilen çözülmesi talimatını vermiş, bu sayede, bu bölgedeki göçmenlerin sorunları çözülebilmiştir.

Gerek Osmanlı, Gerekse Cumhuriyet döneminde Anadolu’ya gelen göçmenlerin en önemli özelliği (15.yüzyılda ispanyadan gelen Eşkinaz Yahudilerini ve 1914 de gelen beyaz Rusları saymazsak) tümünün Müslüman oluşudur.  Gelenlerin büyük bölümü şive farklılığına rağmen Türkçe konuşmaktadırlar, diğer bölümü de Türk Dili’nin akrabası  olan dilleri konuşan topluluklara mensupturlar. Sayısal oranlarının genel nüfus içinde eriyebilecek miktarda olması, gelir gelmez üretime katılmaları ve geri dönmemek üzere geldiklerinin baştan bilinmesi, kabullerini kolaylaştıran etkenlerdir.

Anadolu bu sefer çok başka bir coğrafyadan, tarihsel bağlarımız olan Suriye’den, göçmenlere ev sahipliği yapmaktadır.1990 yılındaki geçici Peşmerge göçü dışında,Ortadoğu’dan gelen en büyük göç dalgasıdır. Bu göçmenler diğer göçmenlerden farklı olarak, Türkçe veya akraba dil kullanmayan, Güneydoğuda ki bir kısım yurttaşlarımız ile akraba ancak Türk veya akraba topluluklardan olmayan, sosyal hayatlarını ve düşünsel yaşamlarını, daha çok dine göre düzenleyen, farklı etnik ve mezhepsel özellikler taşıyan ve göçmenden ziyade misafir olarak gördüğümüz insanlardır.

Suriyeli, Iraklı, hatta Pakistan veya Libyalı göçmenlerin tamamını, genel toplam içindeki sayısal çoklukları nedeniyle halkımız Suriyeli olarak tanımlamaktadır. Sayılarının iki ila üç milyon arasında olduğu zannedilen Suriyeli göçmen sayısı 90 yıllık Cumhuriyet tarihimizde ülkemize gelen toplam göçmen sayısından fazladır.

Savaşlardan kaçan insanlara yardım etmek, Türklerin ulvi özelliklerinden biri olsa da, açık kapı politikası sonucunda kayıtsız, kontrolsüz ve plansız olarak bu kadar yüksek sayıda göçmeni kabul etmenin getireceği sorunların hükümetçe çok iyi hesaplanmadığı ortadadır.

Başlangıçta geçici bir misafirlik olarak görülen göçmenler, Suriye ve Iraktaki çatışmaların devam etmesi ve iç politik sebeplerle gün geçtikçe kalıcı bir hâl aldı. Dolayısı ile mülteciler ile ev sahiplerinin birbirlerinden beklentileri ve birbirine bakışlarında değişiklikler meydana geldi. Özellikle mevcut iktidarın toplumu şekillendirme, dönüştürme çabalarının bir devamı olarak algılanan Suriyelilere vatandaşlık verilme düşüncesi, laik ve ilerici kesimde bir güvenlik tehdidi olarak görülmektedir.

Büyük Ortadoğu projesinin gereği olarak, dinsel ve etnik özellikleri nedeniyle bir birine düşman edilen, evlerinden, topraklarından koparılan, eşlerini, çocuklarını savaşta kaybetmiş etmiş veya savaşa kurban etmemek için kaçarak ülkemize gelen bu insanlara vatandaşlık hakkının verilmesine Türk halkının çokta sıcak bakmadığı anketlerden anlaşılmaktadır.

Bununun en önemli nedeni göç veren bu ülkelerin içinde olduğu radikal dinci terör sarmalı ve Türkiye’ye de sıçrama korkusudur. Yine halkımızın büyük bir bölümü, Suriye’de yaşanılan savaşta mevcut iktidarın hatalı politikalarının payı olduğunu düşünülmekte, Reyhanlı saldırısı örneğinde olduğu gibi cezalandırmaya yönelik terör tehdidi beklentisi, göçmenler üzerine şüphe olarak yansımaktadır.

Bizimle aynı hayatı paylaşan resmi kayıtlı 1milyon 758 bin Suriyeli göçmen ülkemizde özgürce yaşamlarını sürdürmektedir. Kilis gibi bazı illerimizde ki sayıları yerli nüfusu geçmektedir. Özellikle Göçmen sayısının çok yoğun olduğu Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş gibi illerimizden sık sık yurttaşlarımızla göçmenler arasında gerilimler yaşanmaktadır. Bu gerilimlerde ucuz iş gücünden faydalanan aç gözlü sermayenin payı da çok büyüktür. Açlık sınırında ücretlerle göçmen işçi çalıştıran sermayenin, bazen bu ücretleri bile ödemekten kaçındığını okumakta ve duymaktayız. İşsizlik oranları yüzde on ikiye ulaşmış, her gün atanamayan bir öğretmenin intihar ettiği bir ülkede, hükümete gösterilmesi gereken tepki göçmenlere yönelmektedir.

Ancak yüzde on’u okuryazar olan ve hızla gettolaşan göçmenlerin doğurganlık oranı da Türk halkından oldukça fazla olup en az 100 bin bebeğin ülkemizde doğduğu bilinmektedir. Ülkemizin Demografik yapısının, önümüzdeki 10 yıla kalmadan değişeceğini ve tedbir alınmazsa büyük sorunlar yaşayacağımızı, aydınlarımız sık sık dile getiriyorlar. Bu durumun ilerde etnik ve mezhepsel kutuplaşmaya ve gerginlikler sebep olacağı, idarecilerce şimdiden iyi hesaplanmalıdır.

Kültürel farklar ve yaşam tarzından kaynaklanan sorunlar nedeniyle göçmenlerin yoğun olarak bulunduğu illerimizde çok eşliliğin yaygınlaşması, boşanmaların artması, kadın ve çocuk istismarı, çarpık yapılaşma hızla kendini göstermektedir.

Savaşın vahşetini yaşamış ve bu sarsıntıyı ömür boyunca yaşayacak olan eğitimsiz, işsiz, düşük gelirli ve dışlanmışlık duygusu yaşayan insanların suç kaynağı olacağı da açıktır. Kendi gettolarında örgütlenerek, güvenliklerini sağlayan, hatta adalet ihtiyaçlarını karşılamaya başlayan göçmenlerin Türk halkı ile bütünleşmesi her geçen gün biraz daha imkânsız hale gelmektedir.

Bununla birlikte, bilinen bir şeyde göçmenlerin büyük bir kısmının Türkiye’de olmaktan çokta mutlu olmadığıdır. Her fırsatta, ölümü göze alarak, Avrupa ülkelerine gerekirse yürüyerek gidebilmek için her şansı denemektedirler. Tartışılır olmakla birlikte, Avrupa kendi ülkelerinde hiç yaşamadıkları özgürlük, tolerans, adalet, eşitlik ve emeklerinin karşılığını alabileceklerini düşündükleri bir medeniyeti temsil etmektedir. Bu nedenledir ki göçmenler Suudi Arabistan, Katar, BAE, Umman gibi zengin Arap ülkeleri yerine, dinsel fanatizm ve radikalizmin beslediği, yabancı düşmanlığının hızla yükseldiği Avrupa ülkelerini tercih etmektedirler. Bu da bir yönü ile dinsel kardeşlik söyleminin çöküşü, millet tanımını ümmet üzerinden yapan, ulusçuluk karşıtlarının öz eleştiri ile düşüncelerini yeniden sorgulamaları zorunlu kılan bir olgudur.

Öte yandan kendi ülkemize sığınan bu insanlardan devamlı suretle minnet beklemek Türk ahlakı ve vicdanı ile tanımlanamaz. Savaşın şiddetini ve acımasızlığını en derin şekliyle yaşamış bu insanların, ülkeleri için neden savaşmadıklarını sorgulamak veya sahilde yüzmelerinden, meydanda halay çekmelerinden rahatsız olmak ve ülkelerine geri dönmelerini istemek anlaşılır değildir. Caber kalesindeki Ata mezarımızı bile koruyamayıp,kaçırdığımız düşünüldüğünde, Suriyelileri kafa kesen, adam yakan İŞİD’den, varil bombaları, zehirli gazlar ile halkının katleden rejimden veya Rakka’da esir pazarı kuran radikal dincilerden kaçmakla suçlayamayız. Bu insanlar savaştan çok kim vurdu ya kurban gitmekten kaçan çaresizlerdir. Unutmayalım; Bir göçmen için doğup büyüdüğü topraklara tekrar dönmek hep bir bir tutkudur, ya da bir intihardır.

Kendi içinde derin bir sosyal kırılma ve bölünme yaşayan toplumumuz, bu tür tepkilerini yakın geçmişte kendi halkına, örneğin batıya göç etmiş güneydoğulu veya Çingene yurttaşlarımıza da göstermişti. Hatta ‘Ya sev, Ya terk et’ sloganını yaratan, ihanete uğramış âşık sendromu zaman zaman farklı muhataplarda bulmuştu. Kendi gibi düşünmeyen herkesi vatan hainliği ve teröristlikle suçlayan mevcut iktidarın yarattığı siyasal atmosfer nedeni ile pek çok entelektüel ve akademisyenin yurtdışında çalışma imkânı aradığı göz ardı edilmemelidir. Daha huzurlu, güvenli ve demokratik bir geleceğe ait umutları azalan, yaşam şekillerine müdahale edildiğini düşünen, adalet sistemine güvenlerini kaybetmiş, azımsanmayacak sayıda yurttaşımızın, en ufak tehlikede kaçabilecekleri Yunanistan’da evler satın alarak zihinlerinde mülteci olmaya ne yazık ki hazırlanıyorlar. 

Unutulmaması gereken bir şeyde bu göç dalgasında mevcut siyasi iktidarında payı olduğudur. Derin dış siyaset stratejisi ile Emevi caminde namaz kılma hayalindeki modern Enver paşalar birinci derecede sorumludur. Suriye’ye müdahalenin bir dayanağı olarak, Birleşmiş milletlerin dikkatini çekmek üzere, başlarda Suriyeli akınının teşvik edildiği hatırlanmalıdır. Bu hayaller peşinde koşanlar şimdide Suriyelileri Avrupa’dan para kopartmak amacıyla bir tehdit aracı olarak kullanmaktan çekinmiyorlar.Suriyeliler adına bundan daha aşağılatıcı ve gurur kırıcı bir durum düşünemiyorum.

Mevcut iktidarın hatalı dış ve iç politikalarının sonucu yaşanan tüm bu sorunlar ülkemize gelmiş olan yaklaşık üç milyonluk kitleye vatandaşlık dolayısı ile seçmenlik hakkı vererek çözülemeyecek kadar büyüktür. Yapılması gereken acilen Uyum programları ve kapsamlı bir eğitim seferberliği olmalıdır. Bu program her türlü siyasi hesabın üstünde bütüncül bir politika olarak görülmeli ve ulusal bir ayağı mutlaka bulunmalıdır. Ulusal ayaktan kastım; Türk kültürünün en önemli birleştirici bağ olduğudur. Bu bağ öyle bir bağdır ki ’Diyarbakırlısı, Vanlısı, Erzurumlusu, Trabzonlusu, İstanbullusu, Trakyalısı ve Makedonyalısını bir millet evladı, aynı cevherin damarları yapan şeydir.

İşte burada en büyük sıkıntı, ulus devlet yapısını ret eden, Türklük yerine alt kimlikleri öne çıkartan, millet tanımını din üzerinden yapan mevcut iktidarın bizzat kendisidir. Umutsuzluğum bu noktadadır. Acilen Türkçe ve Türk kültürünün öğretmemiz gereken bu kitle ile ilgili yazı yazan bir akit yazarı, 16 Temmuz 2014 tarihindeki köşe yazısında halkımıza göçmenlerle uyum için Arapça öğrenmelerini tavsiye etmektedir.

Türklük, Cumhuriyet ve kurucu ilkelerle derin sorunları olan yeni Osmanlıcıların birleştirici unsur olarak dini inançları geçerli bir araç olarak görmeleri, göçmen sorununu ensar-muhacir ilişkisi içinde tanımlamaları, halen başlamamış olan uyum sürecinin başarısızlığını baştan ilan etmektedir.

Gelecekte ülkelerine dönecek olan üç milyon göçmenin, Türk kültürü ile laiklik ve demokrasi ile tanışmış olması bu sürecin en faydalı kazanımı olarak düşünülmeli,bu yönde çalışılarak dünya barışına katkı sağlanmalıdır..