Murat Sevgikuran çekirdekten yetişme bir sahaf, bir koleksiyoner. 

Murat Sevgikuran’ın, “Herşey internette var” diyenlerle yıldızı pek barışık değil; o kağıdın dokusunu hissetmekten mürekkep kokusu koklamaktan zevk alan bir “antika” aydınımız. Kültürümüzün her tür mirasını sahiplenmeyi, onları koruyup gelecek kuşaklara aktarmayı bir yaşam biçimi olarak benimsemiş bir “kültür hamalı.”

İnternet yaşantımızı her yönden sanallaştırırken, o, sanal dünyanın bu saldırılarını boşa çıkarmak için savaşıyor. Kültürümüzün her tür mirasını toplayıp sahipleniyor, bir bölümüyle koleksiyonunu zenginleştirirken, önemli bir kısmını da meraklılarına ulaştırıyor. Tarihimize ve kültürümüze aşık bir çağdaş aydınımız Murat Sevgikuran. “İsmiyle müsemma” doğuştan bir sevgi mimarı. Her koşulda hayata neşeyle, sevgiyle bakmaya çalışan bir çelebi kişi. Her zaman, her koşulda gülebilen yüzü ona doğuştan bir misyon yüklemiş; gönül almayı seviyor ve becerebiliyor. Mizahı sevmesi, mizahı sahiplenmesinin bir nedeni de bu olsa gerek. Öyle olmasa, ilk sayısı 1 Ocak 1870’de yayınlanmış Diyojen’den günümüzde yayınlanmakta olan mizah dergilerinden oluşan 900’ü aşkın mizah dergisinden oluşan bir emsalsiz mizah hazinesi oluşturabilir miydi? 

Murat Sevgikuran’ı, mizah anlayışını ve hazine değerindeki iizah dergileri koleksiyonunu kendisinden dinleyelim mi? 

MURAT SEVGİKURAN ANLATIYOR..

Bendeniz Murat Sevgikuran; yaklaşık 35 senedir, evvelinde aileden kalma birtakım terekelerden de istifade ederek bir koleksiyon yaptım. 35 senelik bir koleksiyon bu.

1 Ocak 1870’ten itibaren, son yıllarda çıkanlara kadar 900’e yakın mizah gazetesi ve dergimiz var külliyatta. Allah nasip etti, güzel bir koleksiyon oluşturmayı başardık. 

İlk müstakil gazetemiz Diyojen’in ilk sayısı 1870 tarihli. Altında yazar: “Meşhur Sinoplu filozof Diyojen’in İskender’le karşılaşması.” İskender, fıçıda yaşayan Diyojen’e der ki, “Ne istersin benden?” Koskoca İskender bu. Diyojen’in cevabı şudur: “Gölge etme, başka ihsan istemem senden.”

1879’teki Diyojen’imizi gördünüz. Ondan sonra Allah, “yürü ya kulum” demiş bizim Türk matbuat hayatında mizah dergilerimize.. Arkasından Çıngıraklı Tatar

Az buz değil efendim; matbaanın ve gazeteciliğin bize geç gelmesini de hesaba katarak düşünün, 900’e yakın mizah dergisi.. Dünyada çok çok sayılıdır. Kıymetini bilmek lazım. Yazılı basında boy vermiş çok köklü, çok zengin bir mizah geleneğimiz vardır, ama ancak sahip çıkarsak yaşar. 

Mesela, geçenlerde bir oyuncakçıda tesadüfen rastladık; Çin malı, Çin’de yapılmış. Bakın, Çinli Nasrettin Hoca’mızı almış, ne hale getirmiş.

Sen, Türk oğlu Türk, Anadolu'da Hoca gibi bir nüktedana sahip çıkmazsan, Allah’ın Çinlisi alır Hoca’mızı, bu hale sokar. Yine de Allah’a şükür..

Dünyada tek örnektir Nasrettin Hoca; 1208’de doğup, 1284’e kadar yaşamış bu tarihi kişilik, nüktedan, filozof, kadı, âlim. Ama onu Nasrettin Hoca yapan bir özelliği vardır; doğmadan evvel yaşatılmış, ölümünden sonra diriltilmiştir. Kanlı bıçaklı, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan Moğollar geldiğinde, halkımız Nasrettin Hoca’yı diriltmiş, Timur’un karşısına çıkarmış. Bugüne kadar 100 milyar insan geçti dünyadan, bu özellik tek kişiye, Hoca’mıza mahsustur. 800 yıldır güldüren Hoca’mıza sahip çıkarak, yaşatarak, çocuklarımıza öğreterek devam ettirmek, inşallah hepimize nasip olur.

Burada Avrupai tarzda bir dergi; Cem. Arkasından yine Cem. Yine Cem. Çünkü Cem iki ayrı seridir. Arkasından yine özel bir dergi; Kalem

 Mizah yayıncılığımızı 1870’ten u yana irdelediğimizde, çok zengin bir külliyat var elimizde. Arada fasılalar var, böyle bir durgunluk dönemi, kaçak göçek, yurtdışında basılan, savaşlarda esir kamplarında basılan..  Daha sonra, 33 yıllık Abdülhamit döneminden sonra, İttihat Terakki döneminde, 1908 İkinci Meşrutiyet döneminde, aman Allah’ım, öyle bir patlamış ki… Çok kısa bir sürede 100’e yakın mizah gazetesi ve dergisi yayınlanmış.

Bizim ünlü şair-i âzam Abdülhakhamit Tarhan, Türk milletini şöyle tarif eder: “Türk milleti söylemez, söylenir.” Ama bu sefer, İkinci Meşrutiyet’te 100 tane gazete-dergi birdenbire yayın hayatımıza girmiş. Aynı olayı seneler sonra, 1950’de ve daha sonra 1960’ta da göreceğiz. Halkın söyleyecek sözü var, söyleyememiş, korkmuş, çekinmiş vesaire; ama birdenbire mizah yayıncılığı patlak vermiş.

MİZAH KÜLTÜRÜMÜZ ÇOK ZENGİN

Bizim kültürümüzde mizah çok, ama çok zengindir derken, bunu bir abartı olarak söylemiyorum. Sayı olarak da, az önce arz ettiğim gibi, 850 tane. Gazetelerin içindeki bantlar, karikatürler vesaireler hariç; sadece bağımsız dergi ve gazeteleri söylüyorum. Derginin, gazetenin bünyesinde var olanları da hesaba katarsanız, Türk nükte yeteneğinin ne kadar üstün olduğunu anlarsınız. 

Dünyanın birçok ülkesi Hoca’mıza ve bizim nüktelere sahip çıkıyor. Biz uyursak, Allah göstermesin, alimallah, Hoca’yı da kendilerine mal ederler ve yüzümüze baka baka, “Hoca bizimdir” derler. Karagöz ile Hacivat’ı kaptıkları gibi. 

Akbaba’yı gördünüz. 1922 yılında, Milli Mücadele karşıtı bir dergidir bu. “Kuzum Mustafa Kemal; sen ne yapıyorsun?!” gibi yazıları pekala yazabilecek bir dergidir. İsmi Aydede’dir. Çok ciddi, çok oturaklı bir okul dergisidir. Ancak, bazı yazarları Milli Mücadeleye karşıdır. Bundan dolayı, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının akabinde bazı yazarları ve çizerleri giderler. Orada da çok güçlü bir dergi yapısı, bünyesi vardır, ama Aydede’yi tekrar çıkartamazlar. Başka bir isim bulurlar. Hangi ismi bulurlar dersiniz? Yusuf Ziya Ortaç, “Arkadaşlar; fazla isim aramaya gerek yok; Aydede’nin leşi yanımızda duruyor, leşe de akbaba gelir. Aha da Akbaba” der ve yeni derginin adı Akbaba olur. 

EN UZUN SOLUKLU MİZAH DERGİMİZ: AKBABA

Türkiye'nin en uzun soluklu mizah dergisi Akbaba, 1977’de ömrünü tamamlar. Çünkü 1970’te, 70’lerin başında Türk mizah tarihinde bir devrim olur. Elitist, salon nükte, alay ve ince espri birdenbire bırakılır; Oğuz Aral’ın önderliğinde, Türk mizah anlayışında bir devrim olur. Artık sokak ağzı, sokaktaki insanın rahat davranışları Türk mizahında yeni bir yol bulur kendine. Böyle olunca, zaten evvelinden beri epey müşteri kaybetmiş Akbaba da yavaş yavaş tiraj kaybeder. Son demine geldiği zaman, Gırgır gibi renkli bir ilave verir: Yumurta. Bir ünlü mizah tarihçimiz, rahmetli Ferit Öngören de şöyle bir tarih düşer: “Çok ileri yaşında Akbaba yumurtlamaya başlayınca, dayanamayıp … kalp krizinden vefat eder.” 

Türkiye'nin en uzun süren mizah dergisidir Akbaba (1922-1977) .

Bu arada, Akbaba’nın sonuna getirmiş olan dergi, bahsettik, Gırgır. İlk defa bir gazetenin dörtte bir sayfasıyla başlar. Yarım sayfa olur, tam sayfa olur. Yetmez, sığmaz; müstakil dergi olur. Gırgır’ımızın ilk sayısı böyle başlar, müstakil olarak çıkar. 1989’da Ertuğrul Akbay’ın Gölge Adam’ına satılana kadar, Simavi ailesinin bünyesinde kalır. Ondan sonra Gırgır tadını kaybeder. Rahmetli Oğuz Aral, Dıgıl ve en önemli tiplemelerinden Avni adlı dergileri çıkartır. Ancak, artık büyü bozulmuştur. Bin türlü dergi vardır ortalıkta; bunların çoğu Gırgır ekolünden yetişmiş, artık kendi ustalıklarını, kendi çizgilerini ön plana almış arkadaşlardır. Bu da mizah tarihimiz için bir kayıp değildir, bir kültür birikimidir. 

Uzun yıllar boyunca insanlar, mizah dergileri yanlarında, vapurlarda, otobüslerde mizahla güne başlarlardı. Tiryakisi oldukları derginin çıktığı gün, bayiin kapısında beklerlerdi ve okudukları esprileri de birbirlerine kendi yorumlarıyla anlatırlardı. Bu da mizahın sevimli, hoş yönlerinden bir tanesidir. 

“MİZAH ASLINDA BİR ÇİÇEKTİR”

Aslında mizah, simgesiyle beraber göstermek gerekirse, bir çiçektir. Ama enteresandır, gül gibi, kaktüs gibi dikenleri vardır, adamı rahatsız edebilir.

Bir önemli konu daha: Mizah güldürücüdür, gülünçlük değildir. Mizahçı, mizah ustası, güldürür, gülünç hale getirmez.

Mizah çok, ama çok ciddi bir iştir. İnsanların duygu ve düşüncelerini etkilemekte  inanılmaz derecede etkilidir. O yüzden ki, yönetimlerin herhangi bir zor durumunda ya da bir zam sürecinde ilk önce mizah dergileri susturulurdu. Niçin? Çünkü halk, öfkesini, isyanını mizahla ifade eder. 

Bilirsiniz ki, bir ömre sığmayacak sayıda Nasrettin Hoca fıkrası var. Bunun sebebi, Ali ya da Veli, kendi söylediğinde etkili olmayacağını düşündüğünden, ya Nasrettin Hoca’ya, ya belirsiz bir Bektaşi’ye, ya Bekri Mustafa’ya, ya İncili Çavuş’a izafe eder. Böylece kendini ifade etmiş olur. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Akbaba’yı ve Karagöz’ü görürüz. Fazla bir mizah dergisi  yoktur. 

1930 yılında, Serbest Fırka döneminde tekrar Kalem dergisi çıkar. 12 sayı çıkar; ömrü partinin ömrü kadar olur.

“DERDİNİ MARKO PAŞA’YA ANLAT”

1938’den sonra, Millî Şef döneminde belli bazı dergiler çıkar. O dergiler arasında, Türk mizah tarihinde çok önemli yeri olan Marko Paşa’dır.

Marko Paşa; Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Mim Uykusuz gibi, dönemin ve Türk mizah tarihinin büyük ustaları tarafından çıkarılmıştır. Tek parti iktidarıyla pek geçindiği söylenemez. Marko Paşa kapatılır. Aynı kadro Malum Paşa’yı yayınlar, ama  onu da kapatırlar. Bizim Paşa; onu da kapatırlar. Merhum Paşa; kapatırlar. “Biz de açarız” diyorlar; Yedi Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Marko Polo… Bitmez bu tantana; “Sen kapatırsan, ben açarım.” Avcı kırk tane tuzak biliyorsa, ayı da kırk tane yol biliyor muhterem; devam. Marko Paşa geleneği devam eder. 

Sabahattin Ali’nin ölümüyle kadro dağılır; Aziz Nesin kendi başına güzel dergiler çıkartır. Arada Marko Paşa’nın siyasi kimliğiyle geçinemeyen, ters duran karşı kutuptan da Hoşsohbet  çıkar, Necip Fâzıl’ın Borazan’ı çıkar, Yusuf Ziya’nın Şeytan’ı çıkar. Bunlar tatlı tatlı birbirleriyle atışırlar. 

İşte elitist mizah diye suçlanan dönem oydu. Daha sonra, 1970’lerden itibaren daha rahat, daha sakin, istediği gibi… Biz bunu eleştiriyor muyuz? Estağfurullah. Her dönem kendi değerleriyle, kendi ustalarıyla anılır. O dönemin şartları oydu, bu dönemin şartları bu; yarın bir gün bambaşka şartlarda, bambaşka dergiler, gazeteler çıkacak. Dua edin, çıksın. Bilgisayarda, internette, orada burada bunların hepsinin kaydı kuydu var, açıp okuyabilirsiniz. Ama azizim, elde kâğıt olmanın, rahat rahat sayfaları çevirmenin tadı da hiçbir yerde yok.

Sadece mizahi olarak düşünüp, bu mizah dergilerini çıkaran, buralarda yazıp çizen büyük ustaların edebi kimliğini de unutmayacağız. Diyojen’de Namık Kemal vardır, Ebuziya Tevfik vardır, Ali Bey vardır, Teodor Kasap vardır; Boşboğaz’da Orhan Seyfi Orhon, Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi ustalar vardır. Bunlar ciddi insanlar, şair-yazarlar olduğu gibi, kendi dost meclislerinde son derece latif esprilere sahip, nüktedan kişilerdi.

GIRGIR’IN BÜYÜK BAŞARISI

Büyük ustaların özel hayatlarını da es geçmeyin. Gerçekten, Türk mizahı bu ustalar sayesinde ayakta kaldı, bugünlere geldi. İnşallah dünya çapında mizah değerimiz devam edecek. Çünkü lisanslıyız arkadaşlar. 220 ülke arasında birinci sırada Med dergisi, ikinci sırada Rusya’da Krokodil dergisi, üçüncü sıra da bize nasiptir: Oğuz Aral’ın Gırgır dergisi. 1980’li yıllarda, bir-iki kapanıştan sonra 500 bin tirajı geçmiştir, 220 ülke arasında dünyanın üç numaralı mizah dergisi olmuştur.

Türkiye daha yeni yeni yapılanıyor. Bin türlü badiresi var, ekonomik krizler peşi sıra geliyor, arka arkaya, insanlar çaresiz, belli zamanlarda büyük yokluklar oluyor ve bunların hepsi, mizahın acımasızca, ama halkın menfaatleri doğrultusunda  eleştirdiği konulardır. Zamları, vurguncuları, istifçileri, karaborsacıları, haktan, adaletten uzak insanları, rüşvet alanları elbette ki acımasızca eleştirecek. Bunlar, toplumun, sosyal hayatın, milli menfaatin yararına olduğu için eleştirecek. 

Biz, mizahı sadece dikenli olarak kabul etmeyeceğiz. Nükte kelimesinin manası zaten kendi başına büyük değerdir; “zekaya dayalı, ince, hafif alaycı” mânâsına gelir. Biz bu nüktelere sahip olduğumuz takdirde, aynı zamanda Türk insanının sahip olduğu, Anadolu insanının sahip olduğu doğal yeteneği de ifade ederiz. Mümkün mertebe mübalağadan, hicivden uzak durarak, nükte ve latifeye yönelmeliyiz. Çünkü eskiler çok güzel söylemiş; “latife latif gerek”. Biz ne kadar latif davranırsak, muhatabımız da bize öyle davranacak.

MİZAH TARİHİMİZİN ZİRVE DÖNEMİ

Bizim Türk mizah tarihimizde en önemli dönemimiz, büyük patlama dönemi, devrim dönemi, ne 1908, ne 1950, ne 1960; 1970-80 arasıdır. O dönemde, yılların verdiği birikimle mizahta ustalık dönemine geçilmiştir. 

Bütün örnekleri beğenmek zorunda değilsiniz. Siz beğenseniz de, beğenmeseniz de, beğeneni var. Her mizahçı, her gazeteci, her arz edenin olduğu gibi, talep edenin değerleriyle kendi geçimini de sağlamak zorunda olduğunu unutmamak kaydıyla, elbette ki arz-talep meselesine göre bir şeyler üretir. Siz de meşrebinize göre sevdiğiniz, beğendiğiniz mizahı, mizahçıyı değerlendireceksiniz.

Bizim 1970-1980 diyerek özellikle vurguladığımız dönemde, Türk mizahında rahmetli Oğuz Aral’ı, Gırgır’ını, onun kardeşinin yönetimindeki Fırt dergisini özellikle hatırlamak gerekir. Yine Gırgır dergisinden ayrılan değerli karikatüristlerin, çizerlerin çıkardığı Mikrop dergisini saymak gerekir. Bu arada Hürriyet Grubu, Simaviler, ayrıca Semih Balcıoğlu yönetiminde Çarşaf’ı kuruyorlar. 

Arada milliyetçi değerlere sahip dergiler, milli-manevi değerlere sahip dergiler, sanat ağırlıklı olmak kaydıyla değişik dergiler çıkıyor. Ama bu işin lokomotifi, Türk mizah tarihinde bir okul olmuş olan Gırgır’dır. 1970’lerde tirajı öyle böyle değil, şaka değil, 500 bine ulaşmış bir dergiyi çok ciddiye almak gerekir. Kaldı ki, biri Gırgır’ı aldığı zaman, o Gırgır’ı en az 5-6 kişi okuyordu, elden ele gezerdi, insanlar esprileri birbirleriyle paylaşır, konuşur, tartışırlardı. 

Başat olarak Gırgır’ı aldık. Gırgır, aynı zamanda çiçeği burnunda karikatürcüler evi. Gırgır’ın tüm sayıları elimizin altında. İşte görüyorsunuz, hâlâ konuşuyoruz, tartışıyoruz, size tanıtım yapıyoruz.

MİZAH KÜTÜPHANESİ KURMA HAZIRLIĞINDAYIZ

Biz, aynı zamanda kendi imkanlarımızla, kendi bulunduğumuz yerde bir MİZAH kütüphaneSİ kurmaya çalışıyoruz. Burada konuştuğumuz, size tanıtmaya çalıştığımız, detaylarını verdiğimiz dergileri orada bizzat görebilirsiniz. Mesela, Gırgır’ın çiçeği burnunda karikatürcülerinde bugünün büyük ustalarının ilk çizimlerini göreceksiniz. Oğuz Aral’ın ünlü sözü; “Taramadan sakın; fazla tarama yapmışsın, sakın ha” demesini… 

Oğuz Aral ve Gırgır’ı bir okuldur; şu an halihazırda Türkiye'nin en çok satan, en çok beğenilen mizah dergileri, Leman, eski adıyla Limon, daha evvelden kapatılmış Hıbır, Dıgıl, Avni, Fırfır, şu anda devam eden Penguen, Uykusuz, Safir, Ork gibi dergiler, hepsi, ama hepsi ya Gırgır’ın okulundan, o tedrisattan geçmiştir ya da geçenlerin öğrencileridir ya da feyiz almışlardır. 

“OKUMAYI YAZMAYI ÖĞRENMEDEN GIRGIR OKUYORDUK”

Gırgır’a diğer dergilerden daha fazla önem veriyorsam eğer, bunun bir sebebi de şu: 1975’te ilkokula başladığımız zaman, okuma yazmayı daha öğrenmeden Gırgır okuyorduk. Ne anlıyorsak çizgilerden, Utanmaz Adam’dan, Avni’den, Rıdvan’dan, Muhlis’ten vesaire, Gırgır elimizden düşmüyordu.

Az önce söylediğim gibi, Gırgır öncesi mizah anlayışımız, elitist, salon edebiyatı, salon mizahı olarak anılırdı. Rahmetli pederim seneler evvel, 1950’lerde Kara Kedi dergisinde yazıp çizmiş. Siyah beyaz, belli bir otoritenin, belli bir görüşün, belli bir sistemin dergisi bu. Bizim bu Gırgır’ları, Fırt’ları, Mikrop’ları gördüğü zaman, Pakize’lerin (kadın hatlarının) vesairenin çok fazla resmedildiğini görünce, “Allah Allah! Evlat, bunlar da mizah mı yahu?!” derdi. Tabii, biz de çok şey yapmazdık. 

Hele bir dönem var ki, anmak bile istemiyoruz. 90’lı yılların başında, mizah mıdır, paçavra mıdır, ne olduğu belirsiz acayip şeyler çıktı. Vallahi de, billahi de. Onları gördüğümüz zaman, aman efendim, Gırgır’mış, Fırt’mış.. o çıkanlar onlara rahmet üstüne rahmet okuttu. Yine mizahtı, yine saygıdeğer örneklerdi. Ama 90 yılını bilenler hatırlarsa, acayip acayip şeyleri mizah diye bize yutturmaya çalıştılar. Çok yazık oldu, 90’lı yılları kayıp yıllar diye kabul ediyorum. Ha, elbette ki çok değerli yayınlar vardı, onları tenzih ederim. Ama ismini bile anmak istemediğimiz bazı dergiler var. Bunun siyasi görüş veya dini görüşü; hayır efendim, ne münasebet?! Bizim burada kastımız bambaşka bir şey. Bizim istediğimiz, mizah, latife, şaka, insanları güldürmek, sadece güldürmek değil, harekete geçirmektir. Abuk subuk, belden aşağı şeylerle iyice iğrençleşmenin de manası yoktur. Onun adı başka bir yayın grubuna girer.

Gırgır, uzun yıllar boyunca, 1989’a kadar okul olmaya devam etti. Hüviyet değiştirdi, bünyesi değişti, adı değişti, sanı değişti; ama Gırgır hâlâ Gırgır’dı. 

“II. ABDÜLHAMİT SON DERECE NÜKTEDAN BİRİYDİ”

1876-1909 arasında hüküm süren Sultan II. Abdülhamid’i mizah sevmez bir kişi olarak saymak yanlış olur. II. Abdülhamid son derece nüktedan bir kişiydi. İyi bir tiyatro sever ve çok ciddi bir kütüphaneye sahip bir padişahtı.

Diyojen ve benzerleri dergi değildir; bizatihi, hakkıyla gazetedir. Haber veriyor yahu; kim indi, kim kalktı, kim düştü, kim şunu yaptı, kim bunu yaptı, ne olmuş, ne bitmiş, mizahi bir dille haber veriyor.

Anadolu halkı, yıllar boyu bin bir sıkıntı, badire atlatmasına rağmen, Türk mizahı bitmedi. Bir yerden Nasrettin Hoca’yla çıktı, bir yerden Köroğlu’yla çıktı, bir yerden Karagöz-Hacivat’la çıktı, bir yerden Bektaşi’yle çıktı. Oradan söyleyemediğini, içine dert olanı, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” dedi. Böylece sözlü gelenek devam ettiği gibi, yazılı gelenek de işte bugünlere bizi getirdi.

Mizah derken, sadece gülünçlü mizahtan bahsetmiyoruz; mizah aynı zamanda rahatsız eder, anımsatır. Mizahın bir de kara tarafı vardır.

Türk ve dünya mizahında, bütün geleneksel mizahta simge kaktüstür, çiçektir. Çiçek de açar, koklarsın da; ama batar da be muhterem, dikkat edeceksin.

Bugün Cem Yılmaz’ımız varsa, fi tarihinde de Bal Mahmut’umuz vardı. Bizim bir Adile Teyze’miz vardı, Hababam Sınıfı’nda Hasibe Teyze’miz. Kemal Sunal’ımız vardı. Münir Özkul’umuz hâlâ yaşıyor. Daha çok ustamız var.

Mizah tarihimiz, tarihimizin kültür panoramasıdır.