Umum milletler tarih boyunca hemen her nevi gücü, Hz. Allah’tan sonra millî karakter yapılarından almışlar ve bu usule riayet etmeyen milletler; başka milletlerin potalarında eriyip gitmişlerdir ki, bu husus hemen hepimizin de malûmudur. 
Fakat, buna rağmen yine de bir takım menfaat ve inanç doğrultusunda bazı milletler gözle görünen bu bariz hatayı, devamlı olarak işleyip durmuş ve de ya siyasi veya şahsi menfaatleri icabı böylesi tehlikeler karşısında her daim susmayı tercih etmiş ve de etmektedirler. 
Milletleri millî düşünce ve duygularından koparıp, robotlaşmış bir köle durumuna sokmakta son derece mahir olan; dünlerde olduğu gibi günümüzde de emperyalist düşüncenin sahipleri bulunan ve günümüzde “Süper Devlet” olarak bilinen “kan emici” emperyalistler, ne acıdır ki, canım vatanımız konumundaki Türkiye’mize de uzanabilmiş ve böylece günümüzdeki anarşik ortam zuhur edebilmiştir... 
Günümüz teknolojisi içinde en müessir silâh televizyon ve medyanın bütünü olmuştur... Denecetir ki; “bunların hepsi de zaten bilinmektedir! Tekrarına ne lüzum vardı?” 
Cevabım şu olacaktır: “Madem ki biliyordunuz, niçin gereken tedbirler alınmadı ve de güzelim Türkiye’miz günümüzdeki açmazlara sürüklendi?...” Bunun cevabı verilebilir mi? Verilebiliyorsa: Hodri meydan, biz buradayız!... 
“O’nun mimarı zaten Ermeni imiş, boş ver...” Şimdi soruyorum böylesi bir cehalet nasıl olmuş da İstanbul gibi bir kentte hayat bulabilmiş?... 
O hâlde, “Selâtin Camileri’nin bir çoğunun mimarı Ermenidir diye yıkalım!” Sorarım, bu doğru mu olur?.. Her zaman söyledim, yine söylüyorum; Türkiye muhteşem bir İmparatorluğun mazisinden gelen bir milletler topluluğu ülkesidir. 
Yeni Türkiye’mizin temelini atan ve bu uğurda can vererek şehit olanların ülkesidir ve bu ülkenin adı şanı (TÜRKİYE) olarak tescil edilmiştir. 
O hâlde bu neyin kavgasıdır?.. Kimin hakkı kime geçmektedir ki, böylesine bir kinle, yek diğerimize adeta saldırmaktayız?... Gün geçmiyor ki; bir cinayet, bir şuursuz kaza veya başka bir felaketle karşı, karşıya gelmeyelim... 
Karısını bıçaklayan, sokak ortasında infaz gerçekleştiren, küçük çocuklara düşkün, cinsi sapık canavarlar vs... adeta bütün büyük şehirlerimizi kaplamış durumdadırlar... Peki, medyamız bir bütün olarak bunlara ne ad vermektedir? Aynen şu: “Trafik canavarı”, “Maganda” vs. 
Olsun yazılı ve olsun görüntülü medyamız böylesi konulara eğilirken, en ziyadesi böylesi tabirler kullanmakta ve hele görüntülü medyamız, mezkûr olaylar hakkında ayrıntılı detaylar vermekte ve de böylece şehir halkını ve tabii ki, Türkiye çapında moral bozukluğu meydana getirmekten adeta zevk almaktadır... 
TV’nin haberler saatinde, dış ülkelerle alâkalı birkaç magazin ağırlıklı haber geçtikten sonra, bütün programı muhtelif felâket haberleriyle geçiştirmektedir. 
Aktüalitenin tüm güzellikleri, günümüzdeki magazin programları içinde tamamen yoklara karışmış: “ünlüler” nasıl ünlü oluyorlarsa bilinmez? Çirkef yaşantılarını detaylarıyla ekranlara getirmekle, sözde hizmet sunmaktadırlar... 
Şöhretli ve namlı kimselerin ille de sosyete, sahne ve sinema insanı olmaları şart olmadığı gibi: “Müzisyen, Ressam ve Heykeltraş” olsalar dahi belki şöhret yapacak duruma gelebilirler. Ancak, sanatçı sıfatına haiz olabilmeleri için, kendi sahalarında bir yenilik meydana getirmeleri şarttır ve zaten o zaman kendilerinden söz edilirken: ünlü tabiri kullanılabilir. 
Türkiye’mizde öylesine bir süratle dejenerasyona gidilmektedir ki, sıfatlar dahi bol keseden harcanabilmektedir!.. Devlet düzeyinde hizmet sunan kimselerden söz edilirken: “Selimoğlu dedi ki...” gibi tabirler kullanılması altında yatan hınzır bir düşüncenin yer aldığından hiç şüphemiz yoktur!... 
Sıfatların var olduğu dönemlerde, insanoğlunun bir değeri vardı: Genç kızlara, “Küçük Hanım”, genç erkeklere, “Küçük Bey” dendiği yıllarda hayat bir başka tatlıydı!.. “Eşim tabiri” çıktığında cümlemiz şaşırmıştık. Zira, evli olan kimselerin yekdiğerinin bahsi geçtiğinde eşim tabirini kullanması kadar yanlış bir şey olamaz. Çünkü, iki ayrı cinsin meydana getirdiği beraberliğin “eşlikle” alâkası olamaz. Dolayısıyla yek diğerinden söz ederken: “Refikam Hanımefendi”, “Beyim”, “Beyefendi” gibi tabirler kullanılırdı. Dahası, halk arasında koca için: “Beyimiz, Babamız” tabirlerini de kullanırlardı. 
Medyada bahsi geçtiği zaman Devlet Başkanına: “Sayın Cumhurbaşkanımız teşrif buyurdular”, “Cumhurbaşkanımız malûm mesele hakkında görüşlerini sundular.” nevinden tabirlerle haber geçilirdi. Günümüzde ise: “Gül şunu dedi”, Başbakan için de “Tayyip sert çıktı...” gibi tabirler kullanılmaktadır. 
Bu gibi tabirler, makamları yozlaştırma taktiğinden başka hiçbir mana ifade etmez! Böylesi icraatlar ABD’de normal karşılanabilir. Bu tabiidir. Çünkü, ABD’nin millî yapısı buna uygundur. 
ABD’nin haricinde olan milletlerin millî yapıları böylesi bir anlayışa uygun düşmez, ya reddeder veya bu yapı içinde erir gider... Günümüz Türkiye’si böylesi bir çıkmaz içinde kıvranıp durmaktadır!.. İnsan Hakları, Demokrasi vs. gibi bir takım göz boyacılığı, kanalı ile Türkiye’yi millî benliğinden tamamen uzaklaştırıp, külliyen ele geçirmeye ve de aralarında bölüşmeye gayret eden bazı doymak bilmez Devletler, Türkiye’de meydana gelen nahoş hadiselerin bir numaralı kışkırtıcılarıdır ve öyle olduğuna kesin inanmaktayız!.. 
Türkiye’de, Türkçülük hareketi, hemen herkesin kabullenebileceği şekilde başlamış ve fakat sonradan “ırkçılık hareketine” dönüşünce, diğer vatandaşların da kendi ırklarını ön plana çıkarabilme çabalarına öncü olmuştur. 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, bir hanedan adı taşıması yerine, bir millet adı taşımasının daha uygun olacağına karar veren, Devletin kurucuları, daha sonra karmaşık problemlere muhatap olmaya mecbur kalmışlardır. 
Bunun başlıca ve hâlâ anlaşılamamış bulunan sebebi; Türkiye’nin Müslüman kesiminin ki, ekseriyeti teşkil etmiştir. Müslüman kesimin, Gayr-ı Müslim vatandaşları hiç mi hiç kale almayıp, sadece kendi menfaatlerini önemsemiş olmalarından ileri gelmiştir ve ne acıdır ki, Türkiye’de bu sakat düşünce hâlâ varlığını sürdürebilmektedir!... 
İmparatorluk döneminde ayırım olmuştur ama, bunun yanı sıra gerçek hayatta Devletin muamelesi değişik olmuş Gayr-ı Müslim vatandaşlardan Devletin üst kademesinde dahi hizmet verebilen ve hatta “İslâm kisvesi giyebilme hakkı kazananlar” dahi olmuştur. 
Cumhuriyet döneminde ise, sadece vatandaş olmanın dışında hiçbir özelliği kalmamış olan Gayr-ı Müslimler, (Gazi Hazretleri dönemi hariç) hiçbir zaman tam manada mutlu olamamışlardır. Zira, bir insan kendi öz vatanında bir sığıntı gibi yaşarsa, o insan mutlu olamaz. 
Bu durum kimin işine yaramıştır? Tabii ki, Türkiye’yi yutmak isteyen Emperyalist Devletlerin. Hiç zaman kaybetmeden daha evvel olduğu gibi derhâl harekete geçerek, Türkiye vatandaşı Gayr-ı Müslimleri elde edebilmek için her nevi hinliği sergilemişlerdir... “Üç kura askerlik, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül” hadiseleri, bu zihniyetin ürünleri olarak meydana gelmiş ve ne acıdır ki, Türk Milleti bu uğursuz hadiselerin asıl mesullerini ne acıdır ki hâlâ tanıyabilmiş değildir!.. Meselâ: Bilmezler ki, 6-7 Eylül hadiseleri “İskoç Locası”nın marifetidir. Bilmezler ki; Yeni Türk Devleti’nin hem iktisadına ve hem de birlik beraberlik ilkesine büyük bir darbe indirilmiştir!.. 
Niçin bilmezler? Bilmezler çünkü, onlara Gayr-ı Müslim vatandaşlar bir yabancı, bir “iç düşman” olarak tanıtılmış ve de “azınlıklar” damgasıyla damgalayıp, bir kenara itmişlerdir... 
TV’lerimiz bu konuda da hayli dizi çevirmiş, hayli açık-oturumlar ve hayli mülakatlar sergilemiş ve böylece “aradaki düşmanlık” tohumlarını böylece beslemişler, özellikle Ermenileri yalnızlığa itmişlerdir... 
Meselâ, “23 Nisan Çocuk Bayramında” dünyanın her tarafından çocuklar ülkemize davet edilir de, en azından ülkemiz vatandaşı konumundaki Türkiye-Ermeni çocukları, ne davet edilir ve ne de adları anılır... 
Sık, sık demokrasi’den dem vuran bilhassa muhalefet partilerinin Genel Başkanları acaba bu hususta ne düşünürler?... Onlar düşüne dursunlar biz haklı olarak: “demokrasi bunun neresinde” diyoruz!... 
Türkiye’de 1940’dan beridir ki, vatandaşlar hiçbir konuda sıhhatli bilgi sahibi olamamıştır. Çünkü, vatandaş siyasî maksatların bir nevi oyuncağı olmaktan kurtulamamıştır... 
Bizim toplum yapımız, Medyanın hemen her çeşidinin marifetleriyle, kendi öz benliğinden çoktan uzaklaşmış: “Aile hayatı” temelden sarsılmış ve bu durum, ferdi yaşama noktalarına kadar gelmiştir... 
“Otel konforunda daireler” deniyor. Bu nasıl iştir? Bizim bildiğimiz kadarıyla otel bir veya daha çok geceler için bir konaklamak yeridir. Ev ise, bir ailenin yuvasıdır. Keza, apartman katı da aynı işlemi görür. Bu durumda otel konforu aramanın tek bir manası kalır o da şudur: (Hemen herkes ferdi bir yaşantıyı tercih ettiğinden, barınak olarak kendisine bir otel odası veya paralıysa otel katı tutması yeterli olacaktır.) 
Ve bizler kendimize hiç mi hiç sormuyoruz: (Heyyy! Nereye gidiyoruz?). TV’lerimiz yeni nesillerimize, “lüks” de değil, aşırı lüks’ü aşılamaya bakıyorlar... 
Reklamlara gelince; TV seyircilerinin hemen hepsi de zengin insanlarmış gibi, akla gelmedik oyuncak ve yiyecekler art arda sıralanmakta ve seyirci çocukları imrendirilmektedir. Peki bu seyircilerin içlerinde hiç fakir olanı yok mudur?.. O’nun çocuğu da aynı programı seyretmemekte midir!... 
Hele dizi film seyircileri, şayet reklamlardan bir aralık bulsa birkaç kare seyredebilecek lâkin ne gezer; dört kare dizi, 10 kare reklam... Bu duruma göre, insan hakları nerede kalmaktadır... Tek kelime ile; kapitalist anlayışın kurbanı olup gidecektir... 
Ayrıca, dizilerdeki vurdulu, kırdılı sahnelerin çokluğu, sadizmin, vahşetin dizi boyunca sürmesi ki; yerlisi de yabancısı da bu konuyu işlemekte adeta yarışmaktadırlar. Seyircimize kötü açıdan tesir eden bu gibi yapımlar yüzünden etkilenerek, yanlışlara sürüklenen seyircilerimiz her geçen gün biraz daha artmaktadır... 
Kadın çıplaklığı, kadın kurnazlığı ve kadın fettanlığı bu gibi dizi veya filmlerde her daim tercih edilen karelerdir... Dahası bazı dizilerde çocukların baba ve analarına resmen kafa tutmaları ve ebeveynlerinin bu durumda aciz kalmaları, gibi kareler, seyirci için hiç de hoş ve ibret alacağı bir matah olmamaktadır... 
Günümüz Türkiye’sinde böylesi hallerin ciddi meseleler olarak ele almamız biraz olsun fantezi sayılmaz mı? Hayır sayılmaz! Çünkü, özellikle İstanbul’da muhtelif olayların zuhur etmesi bizlerin “küçük meseleler” olarak değerlendirdiğimiz konulara daha ziyade eğilmemiz bilhassa elzemdir. 
Futbol karşılaşmalarında meydana gelen arbedeler, sadece futbolla alakalı olmayıp, sinsi bir düşüncenin ürünüdür. Polislere karşı molotof kokteyli, taş, sopa vs. ile saldıran gençlerin, böylesine hareketlerle Devleti hiçe saymaları imajını vermeleri, hepimizin de uzun, uzun düşünerek olayları mantık çerçevesinde değerlendirmemiz tabii ki, kesinlikle elzemdir!.. 
Türkiye korkunç bir gidişin içinde bulunmakta ve yarınları daha karmaşık hallerin zuhur edebileceği izlenimini vermektedir!.. Medyamız bu halleri kendine has düşüncesi içinde değerlendirerek, daha ziyade magazin düşüncesiyle değerlendirmekte ve nasıl bir hata işlediğinin farkına varmamakta veya öyle görünmek istemektedir!.. Tabii ki, istisnaları tenzih eder, diğerleriyle bir tutmuyoruz. Ancak, bu meselenin sıradan bir magazin olayı olmadığını da bilmek lâzımdır!... 
Küçük çocukların art arda öldürülmesi, sokak ortasında şuursuz kimselerin kadınlarını bıçakla veya tabanca ile öldürmeleri, küçük olaylar değildir... Bu durum, bir milletin bir kısmının cinnet geçirdiğinin en açık misalidir!... O malûm yakıştırmalar yani; Maganda, trafik canavarı vs. gibi deyimler, sadece birer fantezi olmaktan ileri gitmez, gidemez! 
Olsun sokaklarda ve olsun TV dizi ve magazin programlarında, saçı sakalı birbirine girmiş karanlık suratlar, tıraşı gelmiş, kulakları küpeli kolları dövmeli dejenere gençler, kot pantolonlu genç kızlar ki, dillerinin üzerinde dahi madeni sözde süsler, kotları yer yer yırtık giyimler bütün bunlar normal bir toplumun görüntüleri olmayıp, ruhen hasta bir toplumun gözle görünür yönleridir!... 
Biz, bütün bunları görmezden gelip, TBMM’nde yekdiğerimizle boğuşup duruyoruz?!... Ve Hz.Allah korusun bir sabah bakacağız ki, hemen her şey el değiştirmiş!... 
Şayet böyle bir felâketle karşılaşmak istemiyorsak ki, tabii ki istemeyiz. Şanlı atalarımızdan kalma, mülk-i topraklarımıza sahip çıkmasını bilelim!... 
Saygıdeğer okuyucularım, inşallah yeni bir makalemde buluşabilmek dileğimle, cümlenize mutlu yaşantılar diliyorum efendim.