İnsan kendi kaderiyle şehrin kaderini aynı görmüyorsa ya insanda bir sıkıntı vardır ya da zihin dünyası karmakarışıktır.
Zihin dünyamızın XIX. Yüzyıldan bu yana ne şehirlerimiz şehir ne de insanımız insan olma erdeminin farkında değil.
Gezip gördüğümüz okuduğumuz ya da yaşayanlardan dinlediğimiz birçok Avrupa şehrini görüp özenti duymamak ve şehrin canlı kültürel dinamiğine gıpta etmemek elde değil.
Ancak gelin görün ki medeni olma özelliğine ve sahip olduğunu iddia ettiğimiz Türk-İslam şehirlerinin içinde bulunduğu karmaşa, sıkışmışlık kültürel dezenformasyon hat safhada.
Hâlbuki yüzyıllarca kültürün, bilimin, sanatın, edebiyatın, mimarinin, aklın ve teknolojinin ana merkezlerini oluşturmuş bulunan Türk-İslam şehirleri son yüz yıldır bırakın eski haşmetini korumayı içler acısı hali ile hiç de gurur duyulacak durumda değil.

*

Şehirlerin kaderinin de devletlerin kaderi gibi algılandığı doğrudur. VIII. yüzyılda başlayan Türk dünyasında şehirleşme ve dünyaya insanlığın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini anlatma, gösterme mücadelesi 200 yıldır tersine döndüyse;  batının ve batı medeniyetinin rol model alınarak örneklenmesine açık hale geldiysek ve üstelik buna teşne isek bunda batıdan ziyade kendi açmazlarımızın, kendi zihinsel handikaplarımızın rolü çok daha fazladır.
Türkiye başta olmak üzere Türk -İslam dünyasında görülen iç ve dış birçok olumlu-olumsuz nedenin sadece ekonomik ve teknolojik olarak görülmesi kadar bizleri yanılgıya düşüren zihinsel engel ve travmaları yaşamaya devam ediyoruz.
Zihnimizde oluşturduğumuz kırılmalar ve travmalar kalkınmışlık, teknolojik üstünlük sayesinde ortadan kalkacakmış gibi algılanıyor ve geçer akçe olarak görülüyorsa bunun Osmanlı’dan tevarüs eden bir yanılgı, bir ezilmişlik ve batıya cevap verme içgüdüsünden kaynaklandığını söylemeliyiz.
Hâlbuki durum o kadar da basit değildir. Bir ülkenin kalkınmışlığı sadece ekonomik, teknolojik ve askeri alanlarda görülmez. Kalkınmışlık eğitim, kültür, sanat ve bu alanda yapılacak akılcı çalışmaların nitelikleriyle ölçülür.
Kendi özgün eğitim modelini, kültürel kodlarını, sanat anlayışını, dış politikasını, milli değerlerini hiçe sayarak atılacak her adım başarısız olmaya mahkûmdur.

Ülkelerin kaderi ile insanların kaderi at başı gider. 

Şehirlerin kaderi de insanların gösterecekleri çabaların somut tezahürü olarak ortaya çıkarlar. İçinde yaşadığımız şehirlerin tarihi ve kültürel dokusu ne kadar güçlüyse bunda yüzlerce yıldır insan ve şehirlerin kaderini akıl ve çalışmayla şekillendiren gerek yönetici gerekse o şehirde yaşayan insanların maddi ve manevi kültürlerinin  rolü birinci derecede etken faktör olagelmiştir.
Demem o ki ülkelerin insanına, insanın eğitimine, insanın binlerce yıldır getirdiği kültürel değerlerine yapacağı akılcı ve geleceğe yönelik her türlü yatırım o ülkenin teknolojik, ekonomik, askeri, siyasi ve içtimai kalkınmışlığını da birlikte inşa edecektir. 
Bu açıdan bakıldığında Türkiye gibi köklü geçmişi bulunan Cumhuriyetin halâ nereye gideceğini bilemeyen, hangi hedefe varmak istediğini kestirmeyen bir panik havasında oluşunu anlamak güçtür.
5000 yıllık geçmişiyle dünyaya medeniyet, teknoloji, akılcı yaklaşım ve kültür taşımak görevini üstlenmesi gerektiğini umduğumuz bir ülkede kültüre olan ilgisizlik, biganelik daha fazla devam etmemelidir.
Devletin kültürel çalışmaları desteklemesi, her türlü fikre açık politikalar üreterek kuşatıcı hareket etmesi, devletin hem gücünü arttıracak hem de devlet- millet, millet-devlet bütünlüğü anlayışının hala devam etmekte olduğunu tüm dünyaya gösterebilecektir.

Milli Eğitime mutlaka kültür ve sanatın da eklenmesi genç nesillerin zihin dünyalarında, moral değerlerin arttıracak, özgüvenlerini geliştirecek ve rol model olarak benimsedikleri batının mitolojilerinin yerine Türk tarihinde önemli görevler üstlenmiş, millete ve devlete hizmet etmiş nice değerlerin rol model olarak benimsenmesine ortam hazırlayacaktır.

“Kaybettiğimiz hayat ve dünya ne kadar ağır.
Şehirler kaybeden insanların kaderlerini yaşıyor!” dememek için vakit hala varken milletin kendini hatırlaması gerekiyor.