Yrd. Doç. Dr. AHMET VEHBİ ECER ‘MEZHEPLER DİN DEĞİLDİR, HÜR DÜŞÜNCENİN SONUCUDUR’ Diyor.

GİRİŞ:
Hazret-i Muhammed (sav) Efendimiz zamanında bir takım ayrılıklar baş göstermişti. Fakat bunlar. Saman alevi gibi birden tutuşup söndü. İlk ciddî ayrılığı bir Yahudi ilim adamı olan Abdullah İbn-i Sebe başlattı. O, Hz. Osman huzurunda Müslüman oldu. (Bâzı yazarlar, ‘Müslüman olmuş gibi göründüğüne ileri sürerler) Müslüman olunca Museviler arasındaki itibârını tamâmen kaybetti. Hz. Osman’dan da umduğu ilgili ve makamı elde edemeyince Hz. Ali’yi ön plana çıkarmaya çalıştı. Hz. Ali’den de beklediği ilgili görememiş olmasına rağmen, O’nun taraftarlığından ayrılmadı. Aksine, insanları Hz. Ali etrafında toplanmaya dâvet etti ve başarılı oldu. Hatta insanları Hz. Ali’de Allah’a ait sıfat ve özelliklerin bulunduğuna inandırdı. Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra da fitne ve tefrika çıkarmaya devam etti. Böylece Ali Şiası (*) oluştu.  
Sonraki yıllarda, Hz. Ali döneminde cılız bir hareket olan  ‘Harbiyye’ olarak da anılan Haricilermezhebi gelişti. Mâveraü’n-Nehr (**) bölgesinde ve Horasan’da Babekiler ve Kızıllar gibi karışık mezhepler ortaya çıktı. Şi’îlik gelişti ve yayıldı. Bâtınîlik, Yezîdîlik, Nusayrîlik ve Dürzîlek ile kolları ortaya çıktı. Bunların hepsi, ayrılıkçı mezheplerdir.
Bunların dışında ‘Hak mezhepler’ olarak Hanefi, Şafi’î, Hanbelî ve Mâlikî mezhepleri gelişti. Bu dört mezhep, ‘Fıkhî Mezhepler’in kollarıdır. İtikadî mezhepler olarak da Matüridîlik ve Eş’arîlik vardır.  
 (*)  Şia: Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Hz. Ali ve oğullarını halifelik için en layık kişi olarak gören, O’nu meşrû halife olarak kabul eden, O’ndan sonraki halifelerin de O’nun soyundan gelmesi gerektiğine inananların ortak adı.  
 (**) Ceyhan ve Seyhun nehirlerinin arasında kalan ve Türklerin yaşadığı topraklar.  
OĞUZ ÇETİNOĞLU

Oğuz Çetinoğlu: Mezhep nedir?
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer: Mezhep: ‘Gidilen yol’ anlamında Arapça bir kelimedir. Terim olarak da mezhep: ‘Kişilerin yaşadıkları coğrafî, sosyal ve kültürel çevrenin içinde dinin ana kaynaklarını (Kuran ve sünneti) anlama ve uygulamada ortaya çıkan farklılıkların kurumlaştığı dinî oluşumlardır.’
Çetinoğlu: Mezheplerin sınıflandırılması hakkında neler söyleyeceksiniz?
Ecer: İnanç ile ilgili olanlarına ‘itikadî mezhepler’, eylemlerle (amelî olanlarla) ilgili olanlarına da ‘amelî’ veya ‘fıkhî’ mezhepler denilir. Türklerin, özellikle Anadolu Müslümanlarının itikatta mezhebi Semerkandlı Mehmet Matüridînin kurduğu Matüridî; eylemler ve ibadetlerde de İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin kurduğu rivayet edilen Hanefî mezhepleridir.
Çetinoğlu: ‘İslam’ ve ‘İslamiyet’ kavramları arasında nasıl bir bağ vardır?
Ecer: İslam ile İslamiyet terimleri de karıştırılmaktadır. İslam: ‘Hz. Âdem ile başlayan vahiy geleneğinin peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed (SAS) tarafından ifade edilişinin adıdır. Hz. Muhammed'den önceki peygamberlerin dininin adı da İslam olduğu için, eski peygamberlere ve bu peygamberlerin aldıkları bozulmamış vahiylere de inanmak iman esaslarımızdandır. Ancak Kuran kıyamete kadar değişmeyecek olan evrensel mesajları içermektedir. İslâmiyet ise: Kuran-ı Kerim'in sünnet ışığında hayata geçirilerek uygulanması ve yaşanır hale getirilmesine denilir. Bu uygulama toplumun eski gelenekleri ve coğrafi şartlar dolayısıyla farklı farklı olabilir, ancak bu farklılıklar Kuranın ilkelerine aykırı olamaz.
Çetinoğlu: Kimileri bilmediklerinden ve samîmi olarak öğrenmek istediğinden, kimileri de şeytanın avukatlığına özenerek soruyor: ‘Allah bir, Kitap bir, Peygamber bir. Mezhepler niçin çok?’ Diyor. Bu soruyu nasıl cevaplandırırsınız?
 Ecer: Günümüzde, halkı Müslüman olan devletler büyük bir bunalım ve kavga içindeler. Aslında bu kavgaların altında egemenlik tesisi ve maddî menfaatler yatmaktadır. Ancak az gelişmiş ülkeler arasında yer alan bu ülkelerde bu çatışmalara ve kavgalara mezhep kavgası görünümü verilmekte olduğu görülmektedir. Oysaki mezheplerin bir kavga ve farklılaşma sebebi olmaması, hatta bir fikirler arası hoş görü gücü olarak kabullenilmesi gerekir.
Tanrı Elçisi; Müslümanların karşılaştıkları yeni problemleri aklederek ve içtihat yaparak çözmelerini tavsiye buyurdu. O'nun vefatından sonra Müslümanlar önce Kuran'a, sonra Sünnete uydular. Bunlarda aradıklarını bulamadıkları zaman bu kaynaklarda bulabildikleri ipuçlarım salim akıl, kamu yararı kontrolünde yorumladılar, yani içtihat ettiler. Bu yorumlar sebebiyle Allah'ın bir, Peygamberin bir, Kitap'ın yani Kuran'ın bir olmasına rağmen farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan bu farklılıklar Kurana, Hz. Peygamberin sünnetine, akla, ilme, kamu yararına aykırı değilse ve Tanrının bir, öldükten sonra dirilmenin yani ahiretin var olduğuna, iyilik yapmanın faydasına inanma şeklinde görünüyorsa, bunlara ‘Ehl-i sünnet mensupları’ veya ‘doğru yolda olanlar’ diye bakılması gerekiyor. Tevhide, inanç ilkelerine aykırı olmayan farklı görüşlerde olanların din dışı (kâfir) sayılmayacağı büyük bilginler tarafından kabul edilmiş hatta ‘Ehl-i kıble tekfir edilemez’ diye formülleştirilmiştir.
Çetinoğlu: İyi bir Müslüman olabilmek için bir mezhep kurucusuna veya bir tarikat şeyhine bağlanmak gerektiği söyleniyor…
Ecer: İslam dininde bir mezhep kurucusuna veya bir tarikat şeyhine mutlak bağlanma mecburiyeti yoktur. Kur’ana, Peygamberine ve hukukî olarak başa geçmiş olan, Kur’ana, genel ahlaka, adalete uygun olmak şartıyla hüküm veren, yöneten devlet başkanının emirlerine bağlı kalınabilinir. Taklit önerilmez ve taklidî iman değil tahkikî iman önerilir. Yaptığı işlerin ve ibadetlerin niçin yapıldığını bilerek yapması gerekirken, filan şeyh veya filan kişi yaptığı için taklit etmek caiz değildir.
Çetinoğlu: Mezheplerin doğuş sebepleri hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Ecer: Hz. Peygamberin vefatlarından sonra karşılaşılan olaylarda ve Kur’anı anlamada soracakları bir peygamber kalmadığı için bilginlere danışılması gereği ortaya çıkmıştır. İslâm dinini anlamada, uygulamada ortaya çıkan farklı görüşlerin belirli bir süreç sonunda, bir kurucunun liderliğinde ve ortak düşünceler etrafında bir araya gelmelerinden mezhepler oluşmuştur. Yani, mezhep bir dinî gruplaşmanın adıdır.
Müslüman bilginler de (ki bunlara müçtehit denilir) Kur’an, sünnet ve akla dayanarak yorumlar yapmak suretiyle konulara açıklık getirmeye çalışmışlardır.
Çetinoğlu: Örneklendirmek mümkün mü Hocam?
Ecer: Boy abdestiyle ilgili ayette geçen (Fettahharu) kelimesini Ebu Hanife de, İmam Şafiî de ‘vücudun dış yüzünü tertemiz etmek’ diye anlamışlar. Ancak Ebu Hanife ağız ve burnu, vücudun dışına ait diye yorumladığı için boy abdestinin farzları içinde ağza ve buruna su çekerek temizlemeyi eklemiştir. Şafii ise ağız ve burun akıntılarının orucu bozmadığı gerekçesiyle ağzı ve burnu vücudun içi olarak düşünmüş, boy abdestinin farzı olarak bunu kabul etmemiştir. Dikkat edersek burada Kur’anı inkâr etme yoktur, bir yorum ortaya koyma vardır. Bir Müslüman bu iki yorumdan hangisini uygularsa uygulasın, yapılan eylemin mantıklı bir gerekçesi vardır ve bu kişilerden hiç biri dinden çıkmaz. Bu farklı uygulamadan dolayı da bu kişilerin birbirine düşman olmaları gerekmez. Bu durumda mezhepler büyük âlimlerin yorumudur, ayrı bir din değildir. Bir mezhebe bağlı olmak değil, bir mezhebin bağnazlığı (taassubu) içinde olmak, farklı mezhep mensubudur diye kelime-i şehadet getirenleri Allahu Ekber nidalarıyla öldürmek hiç mi hiç caiz değildir.
Çetinoğlu: Dinimiz, böyle bir davranışı asla kabul etmez…
Ecer: Dinimiz farklı görüşleri bırakın, farklı din mensuplarına bile müsamaha göstermeyi emreder. Bütün bu gerekçelerden dolayı İslam dünyasının içine girdiği mezhep çatışmaları yüce dinimizde izahı olmayan büyük bir yanlışlıktır, cehâlettir.
Çetinoğlu: Peygamberimiz (sav) zamanında mezhep diye bir olgu var mıydı?
Ecer: Peygamberimiz zamanında bilinen anlamda mezhep yoktur. Hicri 1. Miladi 7.  yüzyıl ve sonrasında ortaya çıkmıştır. Peygamber döneminde, peygamber varken dini anlama ve anlatma konusunda farklılaşmayı doğuracak bir dinî lider düşünülemezdi. Müslümanların önünde Tanrı'nın peygamberi vardı. Anlamadıklarını Resulüllah’a iletiyorlar, O'nu dinliyor ve O'nun sözlerine inanıyorlardı. Nisa Suresi 59. Âyette Yüce Allah, o günkü Müslümanlara yol gösteriyor; "... Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz -Allaha ve ahret gününe inanıyorsanız- onu Allaha ve Peygambere götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha da güzeldir.’ Buyruluyor.  Peygamberimiz zamanında yaşayan ve O'nu görenler; akıllarına gelen her şeyi ve her türlü meselelerini Peygambere soruyor ve cevaplarını alıyorlardı. Bu sorular Hz. Peygamber tarafından bazen doğrudan doğruya cevaplandırılıyor, bazen de Yüce Tanrı'dan gelecek vahiy bekleniyordu. Peygamberin cevaplandıramayacağı sorular Kuranda "Ve sana soruyorlar" diye başlayan ayetlerle hallediliyordu. "Sana soruyorlar" diye başlayan ayet sayısı Kur'an-ı Kerîm'de 15 tanedir.  Ashab olur-olmaz şeyleri Peygambere sormaz, nâzil olan ayetleri olduğu gibi kabul ederdi. Zaten Kur’an’ın açıklanması görevi de Nahl Suresi 16. ayetteki; "... Biz sana Kur’an’ı insanlara açıklayasın  diye indirdik... ‘ denilerek Peygambere verilmişti. Ayrıca olur-olmaz, gereksiz kafa karıştncı sorular sorulması da hoş görülmemişti. Enes bin Malik tarafından rivayet edilen bir Hadis-i Şeriflerinde Hz. Peygamber: ‘İnsanlar birbirlerine birtakım sorular sormaktan vaz geçmeyecekler. Hatta her şeyi yaratan Allah’tır, fakat Allah kim yaratmıştır?’ diyecekler buyurur.
Bir başka rivâyete göre de Peygamberimiz; ‘Allah'ın çok soru sormayı kerih (iğrenç) gördüğünü’ beyan eder. Mâide suresi 101. ayette ise; ‘Ey iman ederler! Size açıklandığı zaman, sizi üzecek olan şeylere dair soru sormayın’ buyruğu ile gereksiz soruların sorulmaması istenir. Açıkçası yeni ve eski Müslümanlar peyderpey nâzil olan (inen) ayetleri öğrenirler, emirleri ve Hz. Peygamberin uygulamalarını tatbik ederlerdi. Bu sebeple özellikle inanç ilkeleri ile ilgili tartışma veya farklılıklara Peygamberimiz döneminde rastlamıyoruz.
Çetinoğlu: Hakkında vahiy olmayan konular hakkında nasıl hareket ediliyordu?
Ecer: Peygamberimiz; Mekke'den Medine (Yesrib)'ye göç ettikten sonra vahiy ile bildirilen inanç ve ibadetler dışındaki insan ilişkileri ve günlük dünya hayatı, tabiat olayları ile ilgili konularda farklı düşünmeye müsaade ederdi, kendisi de içtihatlarda bulunurdu.
Hz. Peygamber vahyin bulunmadığı, sınırlamadığı şehrin savunulması, halkın emniyetinin sağlanması, devletler, kabileler arası anlaşmaların yapılması, savaşta ordunun alacağı düzenlemeler, savaş sonrası alınan esirlerin durumları... gibi konularda halk ile istişarede bulunur, insanî yönüyle içtihat ederdi. Uhud savaşı öncesinde yaptığı toplantıda alınan kararı, kendi düşüncesine uygun düşmediği halde kabul etti. Bedir savaşı sonrasında alınan esirlerin para karşılığında salıverilmesi kararının yanlışlığı Enfal suresinde (ayet 67-70) belirtildi. Hz. Peygamber Tanrı tarafından kendisine bildirilenler dışında kalan konularda yanılabilirliğini ‘Sizler dünya işlerini daha iyi bilirsiniz. Ben ancak (sizin gibi) bir insanım. Ben sizlere dininizden herhangi bir şey emrettiğim zaman onu derhal alıp kabul ediniz. Sizlere rey (görüş, düşünce, fikir) çeşidinden bir şey emrettiğim zaman kuşkusuz ben de, sadece (sizin gibi) bir insanım" cümleleriyle açıklar. Sahabeden Muaz b. Cebeli Yemene kadı olarak atadığı zaman onun hareketinden önce yaptığı konuşmada M. b. Cebelin Kur'an'da ve sünnette bulamadığı konularda içtihat ederek karar vereceğini duyduğu zaman Hz. Peygamber bu cevaptan çok memnun olmuş ve  "... Allaha şükürler olsun ki Resulünün kadısını resulünün razı olduğu şeye muvaffak buyurdu" demiştir. Uhud savaşından sonra Yahudilerden Benu Kureyza kabilesine savaş açan Hz. Peygamber, oraya çabuk ulaşılması için "Hiçbir kimse, Benu Kureyza'ya varmadan ikindi namazını kılmasın" buyurdular. Ancak Benu Kurayza'ya ulaşamadan ikindi vakti geldi. Namaz kılmaya kalkışanlara bazıları Hz. Peygamberin emri gereği namaz kılamayamayacaklarını söylediler. Kılmak isteyenler de: "Hayır, kılarız, Hz. Peygamber bizden böyle bir şey istememiştir" diye cevaplandırdılar. Bazısı ikindi namazını kıldı, bazısı da kılmadı. Tartışmayı ve uygulamayı Hz. Peygambere arz ettikleri zaman hiç kimseyi hatalı bulmadı. Her iki tarafın da içtihadını kabul ettiği görüldü.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Hz. Peygamber zamanında mezhepleşme olmamıştır. Dinden olduğu kesinlikle bilinen hususlarda inkâra davet çıkaran ihtilaf, farkı görüş bahis konusu olmamıştır. Vahyin sona ermesi, dinin tamamlanmasından sonra farklı sebeplerden dolayı farklı yorumlar ve mezhepleşmeler ortaya çıkacaktır.

Yrd. Doç. Dr. AHMET VEHBİ ECER


8 Ağustos 1934 târihinde Niğde’nin Bor İlçesi’nde doğdu. İlk ve ortaokulu Bor’da okudu. Lise tahsilini Niğde’de tamamladı. 1959 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Vatanî görevini 1960-1961 yıllarında Levazım Teğmeni olarak Borçka’da yaptı.
1962 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde memuriyet hayatı başladı. 1963-1965 yıllarında Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde Meslek Dersleri öğretmenliği ve müdür yardımcılığı yaptı.    
1965-1966 yıllarında Ankara Radyo ile Eğitim Merkezi’nde yazar öğretmen, 1966-1970 yıllarında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü İslâm Mezhepleri Târihi öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görev yaptı. 1970-1971 yıllarında Bakanlıkça inceleme-araştırma yapmak üzere Bağdat’a gönderildi.  1976 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Târihi Kürsüsü’nden doktora diploması aldı. 1982 yılında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslâm Târihi Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1984 yılında Yrd. Doç. Dr. unvanını aldı. Fakülte’de;  İslâm Târihi ve Medeniyeti anabilim dalı başkanı, Din Eğitimi ve Sosyal Bilimler bölüm başkanı oldu. 1993 yılında Araştırma yapmak üzere İngiltere'ye gönderildi. Burada ilmî toplantılara katıldı.
Birçok mahallî, genel ve hakemli dergilerde makaleleri yayınlandı. Hâlen, Kayseri’de elektronik olarak da yayınlanan Erciyes Gazetesi’nde ilmî konularda makaleleri yayınlanıyor. Ayrıca; aylık dergilere makaleler yazmaktadır. Çeşitli yayınevleri tarafından basılmış 22 eseri bulunmaktadır.
   Yrd Doç. Dr. Ahmet Vehbi Ecer, İslâm Târihi ve İslâm Mezhepleri Târihi öğretim üyesi olarak çalışmakta iken yaş haddinden      emekli olmuştur.