TÜRBE’DE TÜRK OCAĞI, SÂZ, AVÂZ!... 

Türk Ocağı: 2. Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkçülüğü müdafaa eden bir dernek. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin kozmopolit bir yapısı vardı. 2. Meşrûtiyet’in ilânı ile birlikte bu yapı içinde Türk’lerin ve Türkçü’lüğün bütünüyle kaybolup gideceği endişesiyle bir tepki ve kendini tanımlama cereyanı olarak Türkçü’lük ve Türk Milliyetçiliği fikri ortaya çıkmıştır. 

Türk Münevver’leri arasında milliyetçilik fikirlerinin uyanmasıyla birbiri ardına, Türk Derneği (1908), Genç Kalemler Hareketi (1910), ve Türk Yurdu Cemiyeti (1911). 

Türk Ocağı’nın kurulmasıyla alakalı ilk hareket, Askerî Tıbbiye talebesinden geldi. Bunlar milliyet esasına dayanan bir cemiyet kurmak gayesiyle hazırladıkları bir programı kendilerine yardımcı olacağına inandıkları devrin Türkçü münevverlerine sunarken bir de bildiri yayınladılar. (24 Mayıs 1911). “190 tıbbiyeli Türk evlâdı” adına kaleme alınan bildiride, 1908 inkılabının ardından Türk’lerin çöküş dönemine girdikleri iddia ediliyor ve Türk Irkı’nın fikren kalkınmasının en büyük hedef olduğu açıklanıyordu. 

Tıbbiyeli talebe ve Türkçü aydınlar arasında yapılan sıkı temaslarından ardından fiîlen çalışmalarına başlayan Türk Ocağı Derneği, yaklaşık dokuz ay sonra (25 Mart 1912)’de resmen kuruldu. İlk İdare hey’etinde Ahmed Ferid (Tek) (Başkan), Yusuf Akçura (2. Başkan), Mehmet Ali Tevfik (Genel Sekreter) ve Fuad Sabit (Sayman) seçildiler. Ahmed Ferid Bey’in Millî Meşrûtiyet Fırkasını kurmak amacıyla ayrılması üzerine başkanlığa Hamdullah Suphi (Tanrıöver) getirildi. (1913). 

1912 tarihli Derneğin Nizamnâmesinde Derneğin amacı, “Türk’lerin ilmî, içtimâî ve iktisâdî seviyelerini yükseltmek, Türk dilini geliştirmek ve Türk’lerin harsî (kültürel) birliğine ve medenî kemâline çalışmak” şeklinde açıklanıyordu. Ayrıca Derneğin siyâsetle de iştigal etmeyeceği vurgulanıyordu. Devletin de desteğiyle ülke çapında teşkilatlanan Türk Ocaklarının şube sayısı, 1927’de 257’ye yükselmişti. Devletin desteği, zaman içinde C.H.P. ile Türk Ocaklarının bütünleşmesine yol açtı. C.H.P’nin, 1931’deki kurultayında halkevlerinin kurulması kararlaştırıldı ve bütün derneklerin C.H.P içinde eritilmesine müteveccih bir program dahilinde, 260 şubesi bulunan Türk Ocağı Derneği (10 Nisan 1931)’de feshedilerek bütün mal varlığı C.H.P. devredildi. 

Türk Milliyetçi’lerinin entellektüel sahada faaliyet gösterdikleri Türk Ocakları, 10 Mayıs 1949 tarihinde Hamdullah Suphi Tanrıöver başkanlığında yeniden açıldı. Türkiye’nin en uzun ömürlü Sivil Toplum Kuruluşu olan Türk Ocağı temel ilke ve felsefesi doğrultusunda faaliyetlerini hâlen devam ettirmektedir. 2010 yılı i’tibariyle, ülke çapında yetmiş yedi şubesi bulunmaktadır. 

Bu şubelerden birisi de İstanbul Şubesidir: 

Berâ-i Ma’lumat olarak, Türk Ocak’ları hakkında da kısa bir bilgi sunmuş olduk. Türk Ocak’larının İstanbul Şubesi, İstanbul Türk Ocağı, hâlen, Türbe’de, eski bir mezarlık-hazîre üzerinde faaliyet gösteriyor. Derneği’nin gâyesine uygun olarak kültürel faaliyetler cümlesinden, konferans’lar, sohbetler, anma merâsimleri, mûsîkî faaliyetleri, Türk Sanat Mûsikisi konserleri tertip ediliyor. Ocağın bir bölümü, kızlı erkekli, üniversite gençliğinin buluşma yeridir. 

Farzedelim ki, Türk Ocağı’nın işgal ettiği yerler, mezarlığa-hazîreye dâhil olmasa bile, iki önemli Osmanlı Sultan’ı’nın, Sultan 2. Mahmud ve Sultan 2.Abdülhamîd Han Hazret’lerinin ve daha pek çok mübârek zevâtın medfun bulunduğu türbe’ye sıfır noktasında bir yerde bu gibi faaliyetler ne derece doğrudur? 

Balkan’larda, Türk, Müslüman, Müslüman, Türk, diye anılır. Türk Ocağı idarecileri ve mensupları Türk’türler ve Müslümandırlar. Mezarlığa-Hazîre’ye, türbelere saygı göstermek için Türk-Müslüman olmak şart değildir. İnsan olmak bile yeterlidir. 

Bildiğim kadarıyla, hâlen, İstanbul Türk Ocağı’nın başında bulunan zât, çok tecrübeli bir eğitimci, çok tecrübeli bir idarecidir. 

Bırakınız, İstanbul’umuzu, Anadolumuzu, Misâk-ı Millî sınırlarıızın dışında kalan, gönül coğrafyamızdaki, ülkelerden birisinde, Romanya’da, Bulgaristan’da, dağılan Yugoslavya ülke’lerinden birisinde, geride bıraktığımız, Osman’lı eser’leri cami’ler, medreseler, türbeler etrafında teşekkül etmiş mezâr’lık’lar, Hazîre’ler, tahrip edilip, üzerlerine inşâ ettirilen bina’lar’da, pavyonlar, gece kulüp’leri ve disko’larda, Ecdâdımızın kemiklerinin üzerinde tepinseler tavrımız, aksü’l-Amelimiz nasıl olurdu,” hiç düşündünüz mü?

Elbetteki tepkimiz çok şiddetli olurdu. Devletimiz, Hariciye’miz, Diplomatik misyonumuz en sert şekilde durumu protesto eder, mezkûr ülke’nin vandallığını bütün dünya’ya duyururduk. 

Pekiyi! Aynı durum, kendi öz vatanımızda, İstanbul’umuzda, Anadolu’muzun muhtelif şehirlerinde meydana gelmiş ise, tepkimiz ne olurdu? diye sorulduğunda, gerçek durumu bilmeyenler, “Hayır! Aslâ bizim öz vatanımızda böyle şeyler olmaz-olamaz, farz-ı Muhâl olsa bile kıyâmeti koparırız,” dediğinizi duyar gibiyim. 

Cumhuriyet kurulduktan sonra şu olan’lara bir bakar mısınız?

- Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile, kökleri, Tarih’in derinliklerine dayanan eğitim sistemi temelden yok edilmiştir. Bir milletin, tarihiyle, kültürü ile, asırlara dayanan tecrübe birikimiyle bağları koparılmıştır. 

- En temel insan hakkı olan din hürriyeti ve dinini öğrenme hakkı Müslüman-Türk Milleti’nin elinden alınmıştır. 

- Mensubu bulunduğu dini’nin temel kitabı, Kur’ân-ı Kerim’in öğrenilmesi-öğretilmesi hakkı bu milletin elinden alınmıştır. 

- Müslüman’lar tarafından vakfedilen bütün İslâm Vakıf’ları, başka maksad’lar için kullanılmış, vakfiye şartlarının hilâfına kullanılmış, ya da satılarak yok edilmiştir. 

- Şeâir-i İslâm’dan olan (İslâm’ın temel alâmetlerinden birisi olan) Ezân-ı Muhammedî, aslına uygun olarak okutturulmamıştır, aslına uygun ezan okuyanlar hapse atılmış-ceza verilmiştir. 

- İslâm mezarlıkları ve hazire’ler muhtelif bahâne’lerle, tahrip edilmiş, yok edilmiş, üzerlerine bina’lar ve çeşitli te’sisler kurulmuştur. 

- İstanbul’un Fethi’nin sembolü, Fatih’in üzerine tapulu, kıyâmete kadar cami olarak vakfettiği, Ayasofya, Vâkıf’ın vakfiye şartlarına aykırı olarak, müze’ye çevrilmiş, ezan sesinden, Kur’ân sesinden mahrum bırakılmıştır. 

- Kalp’leri, gönülleri, ruhları Ahlâk-ı Zemîme’den (kötü huylardan), tasfiye ve nefis’leri tezkiye için en ideâl kurumlar tekkeler kapatılmıştır. 

- Milletimizin dinî hayatında çok önemli bir yeri olan, mübârek gün ve gecelerin, Ramazan’ın, bayramların, hac mevsiminin tespit edildiği Hicrî takvim sistemi yerine Gregoryen (güneş sistemi) takvimi dayatılmıştır. 

Düşünüyorum. Allah muhafaza buyursun! Millî Mücâdele neticesinde İstiklâl’imizi kazanamayıp, müstevli’lerin işgaline ma’ruz kalıp, sözgelimi, A.B.D.’nin veya İngiltere’nin mandası olsaydık, acaba, din hürriyetimize, müdahale ederler miydi? Kur’ân-ı Kerim’in öğrenilmesine-öğretilmesine mâni olurlar mıydı? 

Ezân-ı Muhammedî’nin aslına uygun olarak okutulmasına mâni olup, “tangır-tungur,” bir takım ürkütücü seslerle mi okuturlardı? 

Yanlış anlaşılmak istemem. Din-ü Devlet, Vatan-u Millet, mefhumunda İstiklâl-i Tâmme vardır. İstiklâl’iniz yoksa, “Millet”, olma vasfını da kaybetmişsiniz, demektir. İstiklâli olmayan bir ülke’de Cum’a namazı bile kılmak sahih değildir.

Kahramanmaraş’lı Rıdvan Hoca, Cum’a Namazını eda etmek üzere Ulucami’de toplanan Cem-i Gafîre, Minber’e çıkıp, Maraş Kalesinde dalganan Fransız bayrağını göstererek, “O bayrak oradan indirilmedikçe size Cum’a Namazı kılmak lâyık değildir,” diyerek İstiklâl ateşini yakmıştı. 

Demem odur ki, işgal kuvvetlerinin bile revâ görmeyeceği-göremeyeceği mezâlim, bu Millete revâ görülmüştür....